- Kategori
- Gündelik Yaşam
Zurnanın "zırt" dediği

Bu resim haberfaresi.com görselinden temin edilmiştir.
Bir çıtırdama sesiyle kıvrılıp bükülen, muntazam vücut hatlarına sahip kızın, kırmızı elbisesi “ben nefis bir kırmızıyım” diye gözümüze gözümüze sokulurken,
Siyah saçlarını savurarak dansözlere taş çıkartırcasına kıvırtan kız, sonra da utanmış gibi yapıp, çok masumane bir şekilde tüm bu yaptıklarının sadece delikanlının elindeki “krakeri” yeme isteğinden kaynaklandığına da bizi inandırmaya çalışıyordu.
Bu arada golden retriever cinsi bir köpeğin ıslattığı oyuncak robot, yürümeye başlayıp metalden insana dönüşüyor, çamurların içinde ayağa kalkan bu robot çocuk, yağan yağmur damlalarını yalamaya, daha doğrusu ıslandıkça insana dönüştüğü için yağmur damlacıklarını da yalamak suretiyle iç organlarının oluşup gelişmesine çabalarken “kirlenmenin güzel olduğu” “çocuk” beynimize özenle sokuluyordu.
Eski koltuklarımızı verip çok ucuzmuş gibi sunulan yeni koltuklarla hayatımız değişiyor, yüzde bilmem kaç indirimlerle yenileneceğimizi öğretirlerken “bi kilim yeter sevgilim” diyecek kadar da umarsız davranılıyor, insanların halı aşkı ileri dereceye varmış olacak ki halı ile sarmaş dolaş hali, kamyon tepelerinde bile devam ediyor, bir tane alana diğerinin bedava verilecek olması bu aşkı körüklerken, parmak izlerimizin üzerine çıkmayacağı beyaz eşyalar yine robotlar eşliğinde tanıtılıyordu.
Ah siz de az inoks değilsiniz hani !
Şu bizim mavi etekli, bembeyaz gömlekli o bildik Ayşe teyzemiz ise her zamanki gibi çantasından çıkardığı çamaşır beyazlatıcısının çamaşıra zarar vermeyeceğini göstermek için ekrana çamaşırlar çekiştirilirken çıkan sesin yazılı halini de getirtiyor, tuvaletlerimizdeki konuşan mikroplar ise üzerlerine dökülen koyu kıvamlı mayiinin öldürücü darbesinde “puf” diye yok oluveriyorlardı.
Dünyadaki tüm teröristlerin ve kötülükle hemhal olanların üzerine dökülüverecek, bedenleri yok olmasa da beyinlerindeki kötü düşüncelerin pozitife çevrilebileceği bir yok edicinin bu zamana kadar üretilememesi ne kadar acıydı.
Banyolar, mutfak tezgahları adeta bir halterci gücünde kaslara sahip olduğuna inandırıldığımız deterjanlara bir dakikada zahmetsizce temizletiliyor, hem su hem elektrik tasarrufu yapıldığının altı çizilerek bulaşıklarımızın da makinelerde yıkanması gerekliliği beynimize kazınıyordu.
Ocaklarımızın içine işleyen mikroplar için power kremler hazırdı da bizim içimize işleyen mikropları acaba ne söküp atardı?
Çamaşırlarımız “ayıcıklar” eşliğinde hem mis gibi kokup hem de yumuşacık olurken, siyasetin sertliğini acaba ne giderirdi?
Sular bile mecrasında akmayıp plastik boruları görünce şaha kalkıyor, hep bitmek üzere olduğunu sandığımız o sular gürül gürül bir halde boruların içine meylederken, üzerinde kir tutmayan boyaların mevsiminin yaklaşıyor olduğunu, fillerden anlıyorduk.
Sımsıkı kapalı olduğundan emin olduğumuz deterjan paketleri havuza düşüp, nasıl olduğunu anlayamadığız şekilde açılınca, tüm dünya bir anda parıldayarak uçuşan köpükçüklerle kaplanıp mis kokuyor, yine bir şişe içme suyu ile tüm evren yeşeriyordu.
Hâl böyleyken kırmızı süveterli, ak sakallı bir dede, meşe palamutu kampanyası yapmakta niye ısrar ediyordu ? İşte bunu anlamak da çocuklara anlatmak da mümkün değildi?
Füjyon denen şey her ne ise daha onu tam anlamadan elimize traş köpüğü ve traş bıçağı şeklinde geliveriyor, nedense bunlarla traş olan erkekleri fıstık gibi hatunlar öpücüklere boğuyor, kâh koltuklarının altına, kâh gerdanlarına sıktıkları parfümle havada uçabilme becerisi kazanan erkek ve kadınlar insan vücudunun görkemli güzelliğini sergiliyorlardı.
Daha parfümün iç gıcıklayıcı etkisi geçmeden, ateşte nar gibi kızaran tavuklar, yağına ekmek bandırılan ve adeta mis kokusunu burnumuzda hissedip, neredeyse avucumuzun içini yalamayı düşündüren sucuk görüntüleri, dilim dilim pastırmalar, salamlar sosisler gözümüzün önünde dans ediyor,
Kıpkırmızı domatesler, biberler kütür kütür kesilip, yemyeşil maydanoz demeti suyun içinde nazlı nazlı sallanıp, Çin usulü tavalarda pişirilen sebzeli kavurmalar eşliğinde, beyaz takkeli aşçılar bizler için birbirinden enfes “paket çorbalar” hazırlıyor, yanımıza annemizin yerine bu hazır çorbanın gelmesi ise işin diğer cazip ve hayırlı yönüymüşçesine sunuluyordu.
Lezzet dört bir yanımızı sarmıştı bir kez.
Yoksulluk sınırının altında seyir eden maaşlarımızla bizi insafsızca saran bu lezzetleri sadece seyredebilirken, hazım bozukluğumuz veya şişkinliklerimiz de unutulmuyor, içimizin rahat olması içinse küçük bir kutu yoğurt yetip de artıyordu bile.
Ağzınızı silmeniz için “torun kokulu” ıslak mendiller ise ister poşette, ister kutuda hazırdı.
Yok şişkinliğim için yoğurt istemem derseniz, “on milyon bin” baloncuklu gazozlar, meyve aromalı sodalar, meyvelerin şimdi soyulup da kutuya girmiş gibi tazelik hissi uyandıran meyve suları, gizli kameralı çekimlerle bir anda şöhret olabileceğiniz kolalı içecekler de vardı.
Meşhur bir firmanın satın almış olduğu doğadan olduğu vurgulanan çaylarınsa çiçek ve yaprakları havada uçuşup fincanımızın içine akıyorken “kendimize bir iyilik yapmamız” öğütleniyor, kahvelerin kreması, kaymağı, aroması, kısaca o enfes tadı birbirimizin düşüncelerini hiç konuşmadan okumamıza, zihinsel yeteneklerimizin en üst düzeyde seyretmesine birebir geliyor, özel harmandan gelen yumuşak tad ile “altın anlarımız” bizi taçlandırıyordu.
Aklımızdaki mükemmellik fincandaydı ya….
Gerçek çay lezzeti sallama paketlerde aranırken, seçenekli fincanlar da beğenimize sunuluyor, ne olduğuna aklımız pek ermese de omega denen ve numaralandırılan bir şeyler margarinlere eklenip sağlığımıza sağlık kattığı anlatılıyor, kalbimizi” kötü bile olsa” sevmemiz öğütleniyordu.
Şu bizim köy işi “Tereyağ” ise tu kaka edileli onlarca yıl olmuştu.
Sağlığımızın bir diğer göstergesi ise saçlarımızın pırıl pırıl parlamasıydı.
Ucundan köküne kadar saçımızı besleyeceği iddia edilen şampuanlar nedense bizim banyolarımıza girdiğinde bu işlevlerini üç, beş değil on beş kere de denesek saçlarımızı parlatmıyorsa buna da çok üzülmemek gerekti.
Zira imdada yetişen rengarenk saç boyaları da bin derde deva idi…
Hem, her yeni renkte başka bir kadın olarak sevdiklerimize kendimizi sunacağımız şeklinde seçeneklerimiz de varken üzülmenin bir anlamı var mıydı?
Lcd ve benzeri televizyonların, gerçek renkleri gözümüzün önüne getirmesi ile daldığımız digital dünyanın “sıralı” kanallarında kaybolmamak için, yöneticilere görüntü ve anten kirliliğini yok etmek vazifesi yükleniyor, kadınların dertleri de kadın programlarının sunucuları ve değişmez stüdyo konuklarının yönlendirmesi ile bir çırpıda hallediliveriyordu.
Çocuklarımızın oyun ihtiyaçları zaten çoktan hamburgerli menüler eşliğinde bin bir çeşit oyuncak sunumları ile bir çırpıda çözüme kavuşturuluvermişti.
Allah’ım ne şanslı insanlardık…
Evimizin, işimizin, aşımızın, kısaca hayatımızın mimarları sevgilerimize de ne güzel yön veriyordu.
Ben senin cemaziyülevvel’ini bilirken sen benim için “şu kadarcık bişi” yi niye aklına getirmezsin be adam ?
O hep bahsedilen “şu kadarcık bir şeyin” en ucuzu, senin hesaplanırken kavgalar kopartılan asgari ücretinden bir hayli yüksek olmuş ne gam?
Nasılsa her birimizin cebinde maaşlarımızın kat be kat fazlası limitlere sahip biçim biçim, renk renk kredi kartlarımız var ya…
O kredi kartlarına peşin fiyatına bilmem kaç taksit yapmak gibi ülkemize has kandırma yöntemleri de varken hiç “şu kadarcık bişi” unutulur mu?
Ödeyemediğin, hatta icralık/mahkemelik bile olduğun kredi kartlarının biriken “bonusları” da havaya uçmasın diye, bir işe yaratılmak zorunda değil mi?
Üstelik bu “ bonuslara” bile yapılan on iki taksite kim hayır diyebilir ki?
Hem bizler az ile yetinmeyip, bize sunulan, “yüzde yüz” varken “yüzde doksan beşe” evet der miyiz hiç?
Siyah takım elbisenin altına siyah pabuç giymeli… Arabanın en son modeline binmeli…
“Gofret istemeyen var mı” denince dünya durmalı, ama ille de kırmızı kadife kutularda sevgililer gününde sevgiliye sunulacak “şu kadarcık bişi” olmalı.
Her biri 300-400 bin eurodan başlayıp milyon dolarlara kadar çıkan lüks konutların ulusal televizyonlardaki reklamları artık herkese olağan gelirken,
Kira öder gibi ev sahibi ol projelerine, borç harç peşinat bulup iki üç yıl sonra içinde oturacağım bir evim olacak hayalleri kurar,
Londra Tower, Paris Residence, Amsterdam Yalıları gibi bizlere sunulan Avrupai ev reklamlarına bakıp iç geçirirken,
Dizilerde de o lüks evlerde yaşayanların hayatlarını biraz imrenerek, biraz sanki kendimizi orada yaşıyormuş gibi hayal ederek ve de nedense O insanların bize sunulan mutsuzluklarını (!) göz yaşları içinde izleyip, sevenlerin kavuşmalarını bekleriz.
Allah’ım biz ne saf insanlarız?
Tüm bunlar yaşantımızın sanki olmazsa olmazlarıdır ve hiç itiraz etmeyiz.
Ama şu türban var ya türban….
İşte orada kıyameti koparırız arkadaş.
Zurnanın zırt dediği yer orası mıdır dersiniz?