Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Nisan '12

 
Kategori
Müzik
 

''Arabesk yavşaklığından utanıyorum’’üzerine

''Arabesk yavşaklığından utanıyorum’’üzerine
 

“Bilim tarihi; cehalet ve hurafenin miskinliğine, ikiyüzlülük ve yalana, aldatma ve aldanmaya; kısaca, karanlığın tüm güçlerine karşı sürüp gelen, ama bir türlü bitmeyen, bir savaşımın öyküsüdür.”

George Sarton 

’’Arabesk yavşaklığından utanıyorum” dedi Fazıl Say… Bu, kendi ifadesiyle, “üst kültüre ait bir müziği”: Klasik müziği icra eden; dünya çapında tanınan bir Türk müzisyenin kişisel sitemi. Geç söylenmiş bir söz olmasının ötesinde bir karşı duruş. 

Fazıl Say’ın eleştirisi, şimdiye kadar Türkiye’de, toplumu ve sanatı Batı ve Doğu ikileminde çelişkide bırakan; sosyo-politik anlamda ele alınması gereken bir tartışmanın patlama noktası aslında. Yüzünü Batı’ya dönmeye çalışan bir Türkiye’den Batı ile kendi öz değerlerini bir potada buluşturma çabası içindeki Türkiye’ye gelinen noktada popüler kültür, varoş kültürü, arabesk, kitch gibi değerler kafa karıştırmaya devam ediyor. Bir orta değer yaratıyor sanki. Ne Doğu’nun naifliğine ne de Batı’nın yüksek estetiğine bir türlü -yakışmıyor- uydurulamıyor! Başka bir toplumsal sınıfa, başka bir değerler sistemine, başka bir dinleyici kitlesine ait bir müzik türü haline geliyor ‘arabesk müzik’… Aydın ve Batılı kavramlarla ilerlemeye inanan kesim için bir alay konusu, asla ait olmayacağı bir ‘zihniyet’i temsil ederken; müziği bir kültür olarak değil de bir eğlence aracı ya da ‘acılı bir serzeniş’ ten ibaret gören; ve ait olacağı bir yer arayan düşük gelirli ve sonradan kentli olan kesimin ‘duygularının tercümanı’ olma durumunu temsil ediyor. Amacımız bu tür bir toplumsal sınıfı yok saymak değil ancak toplumu ne kadar geri bıraktığını vurgulamak… 

Sosyo-politik açıdan arabesk müziğin temsil ettiği durum başlı başına bir araştırma konusu olmakla birlikte; şu söylenmeli: Toplumda var olan değerler gibi arabesk müzik de bir değerdir. Ancak “Arabesk yavşaklığı” Fazıl Say’ın da ifade ettiği gibi; başka bir durumu anlatıyor. Burada müziğin bir temsil siyaseti olarak nasıl kullanıldığı ile müziğin –Arabesk müzik- bir toplumdaki olumlu ve olumsuz değerler sistemini, kültür yapısını ve siyasetle kültür arasındaki ilişkiyi nasıl anlattığı; -olumlu ya da olumsuz- nasıl beslediği üzerinden konuşmak gerekir. 

İlk olarak ortada bir yanlış var: Arabesk; ‘Arap tarzında’ anlamına gelir. Türkiye’deki Arabesk kavramı ise; müzikten yola çıkılarak birçok farklı durumu ifade etmek için bir etikete dönüştürülmüş durumda. Arabesk kelimesinin anlamına bakarsak; öncelikle Arabesk Orta Doğu’ya ait kendine ait görsel ve formsal özellikler barındıran; müzikte, süsleme sanatlarında ve mimaride kullanılan bir stildir. Arabesk müzik ise; Arap tarzında müzik demektir. Bu noktada Türkiye’de yapılan daha doğrusu ‘algılanan’ Arabesk müzik ile Arap müziği arasındaki farkları müzik teorisyenlerinin yazılarında bulmak mümkün… 

Arap müziği aslında Kuzey Afrika, İran, Suriye ve Arabistan’daki Müslüman halk müziği olarak tanımlanmalıdır. İslamiyet’in kabulünden önce Arap müziği, kervan şarkılarından (Huda) doğmuş ve daha evrensel bir üsluba yani dünyevi şarkılara (Nasp) dönüşmüştür. Bu şarkılara eşlik eden enstrümanlar ise; ud, zurna, davul ve tamburdur. İslamiyet’in yayılmasından sonra Arap müziği, icracılar tarafından geliştirilir; 7. ve 9. yy’lar arasındaki Emevi ve Abbasi Devletleri’nin kültürlerini destekleyen ve yansıtan önemli bir müzikal dile dönüşür. 10. yy’ın din ve müzik kuramcılarından biri olan Farabi (870-950) Kitab ül-Musik-ul Kebir (Müzik Üstüne Büyük Kitap) adlı eserinde Arap müziğinin kurallarını (12 temel makam üzerinde geliştirilen bir kuram) şimdiki kullanım biçimlerine yaklaştırmıştır. Böylece 16. yy’dan günümüze Arap halklarının müziğinin temel kuralları iki özelliğe bağlıdır: Makam ve yinelenen ritim. Bu Arap yarımadasının sosyo-politik bir yansımasıdır da aynı zamanda… Seçilen bir makam içinde ‘doğaçlama’ yapılan bir çalgı taksimiyle başlayan müzik, dalgalı ritmiyle değişen doğasal döngüleri, gizemi ritimsel bir çözümlemeye tabi tutar. Örneğin, ud mevsimlerden yola çıkarak dört telli olarak icra edilir. Enstrümanlara ney, kanun ve tef de eklenir. 

Tüm bu teorik bilgilere baktığımızda Türk Arabesk müziğinde keman ve bağlamanın da ağırlıklı olarak kullanıldığını ve Arap müziğinden alıntılanan unsurun da ritm ve makamlar olduğunu görürüz. Bununla birlikte Türkiye’de Arabesk kavramına eklemlenen ve kavramı büyük ölçüde sınırlandırmış olan acı, hüzün, yoksunluk, aşk acısı, sefalet gibi temaların ‘aşırıya kaçılmış’ ifadeleri de aslında yine Türkiye’de dönemin toplumsal yapısıyla birlikte biçimlenmiş bir müziği bize gösterir. Elbette Arap müziği temalarında da bu duygular vardır ama Türk Arabesk müziği bu aidiyetliği ‘müziğe sözü uydurmak’ tavrıyla yaklaşır. Türk Arabeski’nin çağdaş kültürel arenada yer alamayışının nedeninin bu ‘kolay yoldan uyarlama’ olduğuna kuşku yok… 

Bu durumda popüler arabesk müziğin Türkiye’de yüzeysel bir bilinçle dinlenildiği bir gerçek. İkinci bir gerçek de: Türkiye’de birçok şeyin, bilinçsizliğin, eğitime verilmeyen önemin kurbanı olduğu! 

Yıllardan beri arabesk anlayış eleştirilmiş, doğru sanatsal bir eğitimden söz edilmiştir. Bu anlamda Fazıl Say aslında hazin gidişin ‘gerçeğini’ söyledi! Fazıl Say’a kızanların gerçekte durup uzun ve derin düşünmeleri gerek, ‘neden böyle’? 

Fazıl Say’ın eleştirisini dikkate almak neden önemlidir? Çünkü Fazıl Say kendi alanında bir otorite, bir aydın. O, müzik alanında Türkiye’de ve dünyada eğitimini tamamlamış; bir sanatçı olarak deneyim kazanmış ve bu konuda söz söylemek için yetkin bir müzisyen. Ben onun ne söylediğine bakarım. Neredeyse hiç emek vermeden sanatçı olmaya çalışan bir pop starına ya da bu insanlara iç çamaşırını atan bilinçsiz bir dinleyici kitlesinin sözüne değil! Bu kitle nasıl olduysa ‘bence’ diyerek her konuda uzman olmayı öğrendi. Bu anlayış toplumsal bir müzik kültüründen çok bireysel zevklerin cehaletine dönüştü. 

Burada sorun şu; çoğunluğu oluşturan, müzik eğitiminden yoksun bırakılan bu kitle giderek geniş bir toplumsal kesimi oluşturuyor. Medya ise, yıllarca yaptığı kamuoyu yoklamalarıyla halkın ne dinlemek istediğini öğrenerek bir sistem geliştirdi. Bu sistemi anlamak için televizyonu açmanız yeterli. Her kanalda anlamsız eğlence programları, çocukların, gençlerin ve yetişkinlerin eğitimine, kültürüne hiçbir katkısı olmayan bir sürü program. (Evlilik, rüya tabirleri programları vb.) Bu programlarda, iyi müzik, doğru konuşma ve görgü kuralları yoktur! 

Televizyon çok etkili ve güçlü bir sanal kamusal alandır aslında. Bireyler, aileler ve toplum televizyon yayını aracılığıyla sanal ama ortak bir programda, filmde, açık oturumda, haberde, eğlencede buluşur. Tam da bu nedenle medyanın toplumsal ve evrensel bir içerik taşıması gereklidir. Televizyon aynı zamanda özel de bir alandır. İstediğimiz an kapatıp izlemeyi bırakabiliriz. Ama dış mekândaki yaşamsal alanlarımıza dâhil olan AVM’lerde, büyük marketlerde ve kamusal birçok alanda da ‘dinletilen’ müzik nitelikli bir müzik değildir diye düşünüyorum. Bu daha çok gürültü kirliliği ve düzeysiz sözlerden oluşan kötü pop ve arabesk müziktir. Halk bunları duyuyor ve bununla, bu kirlilikle besleniyor. Kirliliğin dışında olanı da kendince beğenmiyor. 

Bu durumun en önemli nedenlerinden biri bir müzik eğitiminin yetersizliğidir aynı zamanda.Bu konuda, ‘eğitimin önemini’ vurgulamak açısından çok önemli bir eğitim ve yaşam mekanından bahsetmek istiyorum: Köy Enstitüleri. Bu okullara kısaca değinmezsek ‘arabesk’ konusuna yeterince açıklık getiremeyiz diye düşünüyorum. 

Türk toplumu, Cumhuriyet kurulduktan sonra değer yargılarında bir çatışma yaşar: Bilimsel olanla, geleneksel değerlerin yerli yerine oturtulamadığı bir çelişki… Bu zıtlıkların getirisi olan karmaşık yapılanmayı çözüme ulaştırmak ve aydınlanmanın bilimsel yolunu açmanın eğitimden geçtiğini anlayan aydınlar, doğru bir eğitimi ve öğretmenlerin Türk yurttaşını aydınlatacağı gerçeğini savunarak 
1940’ da Köy Enstitülerini kurarlar. 

Köy Enstitüleri açılıp öğrenci alındıktan sonra bu işe önderlik eden eğitimcilerin katkısıyla, bu okullar eğitim verecekleri binaları tamamlamış ve eğitimlerine başlarken, ilkeleri şudur:‘Aydın insan yetiştirmek için, önce aydınlanmak’. 

Köy enstitüleri 1940 yılında açıldıktan kısa bir süre sonra, kendi yerleşkelerini kendi yapan, içinde marangoz, demir, taş vb atölyeleri olan; geniş tarım arazilerinin içinde bağcılık, hayvancılık, arıcılık yapılabilen; kendi fırınında kendi ürettiği undan kendi ekmeğini pişiren, kendi elektriğini kendisi üreten; beden eğitimi için spor alanı, salonu ve aletleri olan; dünya halklarının çaldığı müzik aletlerinin olduğu müzik salonları olan eğitimin ve emeğin değerini üreten ve gösteren okullara dönüştü.
 

Dışarıdan çok az ‘sanayi ürünleri’ alınırdı. Her şeyi uzman eğitimciler eşliğinde öğrenciler üretirdi. Bu kurumlar aynı zamanda yakınında olan topluluklara da (köylere de) her türlü desteği sağlarlardı. Kısacası tüketici değil üretici bir anlayış hakimdi; burada yetişen birey sanatkardı, zanaatkardı, yazar, çizerdi, ressamdı, mimardı, heykeltıraştı, köylüydü, kentliydi, işçiydi, vekildi, doktordu; kısacası aydınlığa doğru yol alan ve yol gösterendi.Bireysel olarak kendi varlığını üretimle birleştirmeyi ve ürettiğini paylaşmayı öğrenirdi. Bu okullarda her şey uygulamalı ve yaşanarak öğretilirdi. Müzik derslerinde ‘kolay’ üretilen popüler müziğe yer yoktu. Dünya müziklerinin içinde Türk müziğinin yerine dair bir müzik kültürü verilmeye çalışılırdı. Öğrenilen her şey gerçek anlamda müziksel bir sanat değeri taşımalıydı. “Ben yaptım, ben söyledim oldu” olmazdı. Öğrenciler bu okullarda zoru öğrenmek için vardılar.. Örneğin, İstiklal Marşı’nı söyleyip çalamayan öğrenci öğretmen olamazdı, başka bir mesleğe atanırdı. Buna benzer bir sistemden bahsetmem gerekirse; Fransa’da lise eğitiminden sonra Bakalorya Sınavı’ na girilir. Bu sınav bir insanın ilk gençliğinde kültürel yapısındaki yeterliliğini; hayata karşı yetkinlik ve bağımsızlık potansiyelini ölçen bir sınavdır. Bu şu anlama gelir: Fransa’da her birey bilimsel, kültürel ve pratik anlamda nitelikli bir aşamaya geldikten sonra üniversite eğitimine başlayacaktır. Aynı şekilde Köy Ensitüleri de bir insanı insan gibi yetiştirme okullarıydı. Burada cinsiyet ayrımcılığı yoktu. Aydınlanma, paylaşma ve sevgi vardı. Bu karma okullarda toplumcu düşünce egemendi. Bireyciliğe yer yoktu. 

Köy Enstitüleri’nin insanlık için yararları saymakla bitmez. Ama insanlığın düşmanları için zararları saymakla biter! Kendini sürekli yenileyerek, gelişip büyüyerek ve yaratıcılığını hayata geçiren bu eğitim kurumlarının, giderek yozlaştırılıp, ezberci bir nitelik alması bugünkü toplumu var etti. ‘‘Derse gir salla başını al maaşını’’; ‘‘devamsız kalma, ezberle al notunu, mezun ol, bir baltaya sap ol’’. İnsanlara verilen hayat bilgisinden yoksun niteliksiz eğitimin sonucu, bu. Çocuklara hayatın bilgisi sanat eğitimi yöntemleriyle verilmezse ne yazık ki içinde yaşadığı toplum da zamanla niteliksizleşir. Bundan da insanlık ve doğa geri dönüşümü olmayan zararlar görür. 

Bu anlamda her güzelliğin ve sevginin bilgiden geçtiğini düşündüğümüzde; ‘eğitim’ in öneminde hepimiz hemfikiriz ancak önem verilmeyen, kapatılan Köy Enstitüleri gibi ‘değersizleştirilen’ bir çok kavram ve kurum da, bir ‘okul’ dan ‘ekol’ e dönüşemeden hayatımızdan çıkıp gitti. Gerçek bir müzik eğitiminden yoksun Türk halkı şimdi müzik kültürü açısından yalnız ve çaresizdir. Bu nedenle öz değerleri koruyayım derken Batı müziğini es geçip, kendi müziği diye ‘pop’ ve ‘Arabesk’ müziğe yöneliyor. Ancak neyi sevdiğini bilmeden, neye yöneldiğini bilmeden. Burada tarihin en önemli parçası olan ‘iktidar’ olgusu devreye giriyor. 

Gerek üretime dayalı, dinsel ya da gerekse askeri olan iktidar bir ‘güç’ ü simgeler.Halkın üzerinde en etkili bir yaptırım gücüne sahiptir. Bu ekonomik, ideolojik ve kültürel egemenliktir. Müzik de, kültürel egemenliğin en önemli araçlarından biridir. Sermaye ise, iktidarla at başı giden, el ele veren parasal güçtür. Bu güç, en ucuz ve en kolay olanı ister. “Ne pahasına olursa olsun” zenginleşmektir amaç… Egemen zihniyet toplumu kıskacına alır. Müziğin ne amaçla kullanılacağı da bu kıskacın stratejilerinden biridir. İnsanoğlu bu zorlu yaşama savaşında da hep ‘güçlü olandan’ emir almış ve onun zihniyetine boyun eğmek zorunda kalmıştır. Bugün kapitalist sistemin dayattığı demokrasilerde de seçim sistemi cehaleti iktidara taşımıştır. Müzik de bir kültürel strateji olarak ideolojinin medyası aracılığıyla bir metaya, siyasetin oyuncağına dönüşür. Toplumu vezir ya da rezil edebilir. 

Egemen güç, Köy Enstitüleri’ni sonlandırıp hayat ve sanat derslerine son vererek; ‘kendince arabesk’ bir müziği destekledi; yalnız ve eğitimsiz bir toplumu ‘kültürle buluşturmuş’(!) oldu. Çok uzun bir süre boyunca, var olan uygarlıklardan gelip evrensele ulaşan sanatsal değerlerin mahkûm edilip; gücün egemen olduğu kurumlarda; despotizmin ve lümpenliğin ödüllere doymadığı yerlerde, gazinolarda “her telden çalındı”. 

Geriye dönüp baktığımızda haksızlığa, yozlaşmaya, çürümüşlüğe, arabesk yavşaklığına karşı duran; halkın iyiliği, güzelliği için onun değerlerini evrensele katmaya çalışan sanatçıların sürgün yediğini, hapse atıldığını ve daha kötüsü yakılarak öldürüldüğünü görürüz. Yani bizim arabeskimiz (!) evrenseli dışlayan; ırkçı ve ümmetçi bir anlayışın sonucudur. 

Doğu – Batı arasında kalmışlık kendi dinamiklerini ‘kolaya kaçarak’ oluşturdu. 1970’li yılların ithal edilen değerleriyle ‘acılı bir toplum’ kendini arabesk müzikte buldu. 

“Çağdaş uygarlık seviyesi” ne ulaşma yolundaki Türkiye bunu, teknolojik, ideolojik (devrimler), endüstriyel ve kültürel anlamda büyük ölçüde başardı. 1950’li yıllarda başlayan siyasetle iç içe olan kültürel hegemonya: 70’lere gelindiğinde; Türk Halk Müziği, Klasik Batı Müziği ve toplumcu üst kültür değerlerini hiçe sayan bir baskı aracına dönüştü.1970 ve 80 dönemi bir çok tarihçi ve sosyolog için kayıp bir tarih ve kaos içinde geçen bir dönem olarak adlandırılır. Bu dönem, Türkiye’nin Batı karşısında kendi değerinin farkına vardığı ve ekonomik açıdan serbest piyasa sistemiyle dışa açıldığı bir dönemdir. İstanbul’da gelişen sanayi Anadolu’nun toprak zenginlerini kente çeker, göçler yaşanır ve nüfus artar. Bir yandan toprak zenginlerinin geliştirdiği sanayi diğer yandan kentli çağdaşlaşma yolundaki kesim ve ardından gelen siyasi karmaşa (80 darbesi) Türkiye’yi bir kaos ortamına sürüklemiştir. Dünyada da Dünya Paylaşım Savaşları’nın ardından gelen kaos dönemlerinde toplumlar kültürel ve sosyal olarak bir çatışma yaşar. Bu çatışma asıl değerlerden bir kopuşun travmatik sonuçlarını doğurmuştur. Bunun sonucu da: Eklektik, yüzeysel, yavan ve banal olanın yaşamı ele geçirmesidir! 

Şimdi daha net görüyoruz ki “arabesk yavşaklığı” bir hakaretten çok aslında uzun bir yozlaştırma sürecinin geldiği noktayı ifade ediyor. Bu bugün içinde yaşadığımız toplumun bir suçu değil. Türk Arabesk müziği aynı zamanda bir yaşam biçimi ve davranış kalıpları da yarattı. Bu Doğu ve Batı arasındaki ülkemizde kendi tuhaf iç dinamikleri içinde gelişen bir ideoloji bile oluşturdu. Egemen güç bu ideolojiyi destekledi ve evrensel müziğin etrafındaki çembere tutunamayan bir müzik kültürünü yarattı. Toplum ise, her zaman kendine benzeyeni ve basit olanı seçti. Hiçbir zaman zor olan şeyleri yapmaktan hoşlanmadı. Şimdi müzik kültürü: “Nasıl yaparım kolayından, yorulmadan, bilmeden, araştırmadan ve nasıl ünlü olur para kazanırım.” anlayışında “aşk acısı” ndan ibaret olan bir sözelliğe sahip bir pop ve arabesk piyasası içinde can çekişiyor! 

Son sözden önce vurgulanması gereken şu; Sermaye, toplumun zayıf yanlarını hep kullana gelmiştir. Kendi egemenliğinin sürekliliği için kendi yarattığı figüran ve mankenlerini ileri sürerek ve destek sağlayarak toplumun yozlaşmasına katkı sağlamıştır. Bu yozlaşma için kendi tekelinde olan medyayı kullanır. Tuhaflık şurada ki: Sanatçılığını her defasında belgeleyen kişi, sanatsal değeri olan bir müziği halka sunar. Ama iletişim araçları bu sanatçıyı topluma dinletmek, tanıtmak istemediği için, toplum bu gerçek sanatçıdan ve aynı zamanda eserinden de haberdar olamaz. Buna karşın halkın aydınlanmasına karşı olan güçlerin elinde olan medya çok basit olanı, yoz olanı topluma sunmuş ve toplum da buna göre biçimlenmiştir. 

Okullarında sanat eğitimi yöntemleriyle (müzik, resim, heykel, doğru yazma-konuşma sanatı vb.) doğayla barışık yaşamayı öğreten bir eğitim sistemi olsaydı eğer; kamuya ait yerlerde nitelikli müzik dinleyebilseydik, bir banka reklamının, bir dershane duvarının dibinin gölgesinde değil de bir çınarın, bir ceviz ağacının gölgesinde ve bir heykelin kaidesinin yanında otursaydık elbet; böyle arabesk yavşaklığı da yaşanmazdı! Yani yüzeysel, eğitimsiz, kolaycı, parayı ön planda tutan, kendi öz değerlerinden habersiz, evrensel değerleri hiçe sayan, değer bilmeyen ve az bilen çok konuşan bir arabeskin yanlışlığı = “yavşaklığı” ! 

Birçok şeyden utanç duyarak geldik bu güne; umarım bu utanç, son utanç olur. 


Canip DOĞUTÜRK 


Kaynak: 
[1] http://tr.wikipedia.org/wiki/K%C3%B6y_Enstit%C3%BCleri 
[2] http://www.odatv.com/n.php?n=nedir-arabesk-kimdir-arabesk-0208101200 
[3] http://www.ntvmsnbc.com/id/25115944/ 
[4] http://www.t24.com.tr/haberdetay/85291.aspx 
[5] http://www.politikadergisi.com/makale/arabesk-yavsakligi-uzerine 
[C.D] Canip Doğutürk 

 
Toplam blog
: 18
: 1578
Kayıt tarihi
: 16.07.09
 
 

Eğitimci, Yazar ..