Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Ocak '15

 
Kategori
Deneme
 

"Artık yaşıyorum..."

"Artık yaşıyorum..."
 

“Yaşamak, oyun değil arkadaş

Onun da iniş ve çıkışları var”

Size anımsattı mı?

20 yıl evvel iki Türk kadınıyla Endonezya’yı keşfe çıkmıştım. Hatta Bali adasına ayak basan 55. Türk olarak tarihe geçmiştim. Bugünkü halimden 57 kilo eksik, taşınan ağırlığın %90’ı bende; omuzumda taşıdığım tripod, boynumda taşıdığım Zenith 122 profesyonel fotoğraf makinası ve Singapur’dan yarı fiyatına aldığım Yashica otomatik makinem, Bali’ye ayak bastığımda, o zamana kadar yaşamadığım doğal hayatı keşfetmiştim.

Tamı tamına 26 günlük hayatımın en inanılmaz tatili ve gezisinde, her akşam nasır tutan ayaklarımı yumuşatmak için pudra ve krem kullanıyordum. Güneşin doğuşunu gerçek anlamda ilk kez keşfettiğim günlerdi. Kızlar uyurken defterimi ve dolma kalemimi alıp sahile inerdim. Hatta dinlenmek üzere kaldığımız Candi Dasa’da, hem yazmayı, hem aşkı, hem de var olmayı keşfetmiştim. Ve gariptir THY’dan istifa etme kararını orada almıştım. Çünkü ben doğaya ait bir insandım ve huzur istiyordum. Evet, mesleğim endüstri üzerineydi ama ruhum kesinlikle doğaya, dünyaya aitti. Dünyevi seviştiğim sevgilim bile, bu bütünlüğü bozamıyordu. Onunla sevişmelerimiz zevk üzerineydi oysa doğa benim nefes alışımdı, yaşamın ta kendisiydi! Yaşım daha 25’ti.

Yıllar sonra aynı duyguyu Olympos’ta yaşadım. Gerçekten benim adım Zeus’tu ve Olympos dağına yerleşmiştim. İşin garip tarafı Monica Belluci’den bile yuvarlak hatlı Afrodit ile burada tanışmıştım. Bu kadın hiç bilmediğim ayinler düzenliyor ve her seferinde beni kendimden farklı bir kişiliğe büründürüyordu. Ama yine de doğaya olan aşkım, bu ilaheyi bile perdeliyor ve ben kendimi çırılçıplak geceleyin müthiş plankton ışıldama manzarasını deneyimlemek üzere, denizin dibinde buluyordum. Ve çıplak yüzmekten son derece rahatsız olmuştum çünkü vücudum bütün halinde hareket edemiyordu ve ben de bu duruma alışık değildim. Ve güneş tam tepsi gibi karşıma doğuyordu, aynen Candi Dasa’daki gibi! Tıpkı Superman’in güneş-güç ilişkisine benzer, hem ilahi, hem de varlık sebebi, güçler kazanıyordum. Allah’a kendimi en yakın hissettiğin anlardan biriydi. Yaşım 28’di.

Kaçkarlı’ya yalnız başına tırmanırken yürümeye (trekking’e) sabah saat 4’te başlamıştım.  Alp’lerden antremanlı olduğum için yanıma çok kalınca ve hava geçirmeyen sentetik bir mont almıştım. İlk 3 saat hiç mola vermedim. Bu arada iki kez sağanak yağmur yemiştim. Sonra şöyle geriye, başladığım noktayı bulmak için baktığımda, öyle bir noktanın ve anın var olmadığını gördüm. 2300’lerden itibaren karla tanıştım. Bir geyiğin 100 metreden beni takip ettiğini gördüm ve bir ara göz-göze geldik! Yaşım henüz 29’du...

Okyanus kışları dalgalarca sahile vuruyordu. Havanın 23 derece ve rüzgarlı olması, onu kışkırtıyordu.  Avustralya’lı  su kayakçısı “ben gireceğim” dedi. “Ben de girmek istiyorum”

-Ama kıyafetin yok!

“Olsun” dedim ve soyunmaya başladım. Altımda tipik bir Türk donu yoktu Allah’tan! Boxer donumun üzerine sarkan 30 kilo fazladan göbeğimle beraber Craig ile, Laurel ve Hardy tiplemelerini oluşturuyorduk.  

“Anıl, İngilizce bildiğin kadar yüzme bilsen bile çok tehlikeli!” dedi. İçimden “ben zaten Endonezya’da okyanusta yüzdüm ki” dedim...

Dalgaları aşmak için suyun dibinden dalarak okyanusa açıldık. Dalgalardan kurtulup çılgınca yüzmeye başladık. Stilli yüzmenin faydası budur; sizi dalgalarda su yutmaktan kurtarır. Hangi yöne dalga geliyorsa, siz zıt yönünden koltuk altından nefes alırsınız. Yarım saatten sonra, yorulup sahile doğru geri yüzdük. Ne yazık ki artık dalarak sahile çıkmanın imkanı yoktu. Bana denk gelen dalga 15 metre yüksekliğindeydi. Korkunç bir yükseklikten boşluğa düşmemle beraber dalganın altında kaldım. Sırtıma -taş-kaya- Okyanus ne bulduysa yolluyordu. Panik yapmayıp saymaya başladım, 56. saniyede dalga üzerimden çekilmiş ve ben yeniden nefes almaya başlamıştım. Craig korkuyla bana doğru koşmaya başladı.

“Yaşıyorsun!”

“Evet, sorun yok..."

Yaşım 39’du ve Yetkin henüz 13 aylıktı..

41 yaşında, bir Zafer Bayramı günü, hiç yapmadığım biçimde, araba yerine motosikletimle Korupark’a (AVM’ye) gitmiştim. Kask dışındaki korunmalarımı evde bırakmak zorunda kalmıştım çünkü alışveriş merkezinde onları koyacak yer bulamayacaktım.

Dönüş yolunda,  tez gördüğüm güvenli sürüş eğitimlerindeki yatma antremanlarını yaparak, virajlara giriyordum. Yol boş olmasına rağmen 25 metrelik mesafede benim motor olduğumu gören ve beni taşıt olarak umursamayan otobüs şoförü, sola dönmek üzere 10 metre kala yolu kapattı. Yapılacak hiçbir şey yoktu. Ben de motoru yatırarak arkasından geçmeye çalıştım otobüsü. Otobüs çok uzun yol çok dardı. Dizimi otobüsün kıçına çarptım ve bacağım kırıldım. Dengemi yitirip yere sağ elimi çarptım ve parmağım 2 cm içine çöktü ve bileğim kırıldı. Motosikletimle yerde kayarken bütün bacağım soyuldu ve kafamı kaldırıma çarptığım vakit, hem ben, hem de motosikletim nihayet durmayı başardık. Kırıklarımı tek-tek hissediyordum. Telefon et dediler, telefonu kaldıracak derman bulamadım. Saat 12 güneşi, tepeden beynime çöküyordu. Üzerimde Superman tişörtüm vardı ama ne yazık ki, beni yatağa mıhlayacak üç tane de kırık, ve acısı sonsuz olan %35’lik deri kaybı ile beraber!

1.5 yıl sonra yine motosiklet satın almaya yeltendiğimde Yetkin’e sordum – ne zaman motosiklet alacaksam oğluma sormuşumdur- ve Yetkin’in kocaman gözlerinin yaşla dolduğunu gördüm.

“Peki oğlum” dedim...

“Artık yaşıyorum... “   

 
Toplam blog
: 631
: 293
Kayıt tarihi
: 10.04.11
 
 

Eric'i külden yarattım. Tamamıyla benim eserim. Söyleyeceği çok sözü, söylemek istediği az sözü. ..