Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Aralık '08

 
Kategori
Edebiyat
 

“Asâf Ol Erenler”*

“Asâf Ol Erenler”*
 

Beylerbeyi’nin Kibar Beyi’nin Bugün 101’inci Doğumgünü


Onunla kurduğum ruh yakınlığını anlatabilmek için itirâfa mecburum; ben, Âsaf Hâlet Çelebi’nin şiirlerini okurken ağlayanlardanım! Üstelik, adımın inleyen mânâsına inat, içi “Nalân” iken bile dışı “Hândan” olmayı mârifet sayanlardan olsam da, bu konuda elimden birşey gelmez, ben “Nûrusiyah”ı “Beddua”yı “He”’yi, “Rüyalar”ı okurken hem de gözyaşı dökerek, arada bir küçük hıçkırıklarla ağlarım. Siz gülebilirsiniz. “Âsaf Hâlet şiiri de adam ağlatır mı, hatta şiir okunup da ağlanır mı?” diye düşünenleri, “Âsaf Halet de kimdi ki?” diye soranlara tercih ederim. Ben, Âsaf Halet’in şiirlerini çok severim... Onu okurken, harflerin çıkardığı sesi bir nota gibi yüreğinizde duyarsınız. Sesine eşlik edersiniz. Şiirle dua etmesini de, beddua etmesini de bilir;

 

 

 “BEDDUA

 Kendi göklerimden indim

 Kendi duvarlarıma

 Konduğum duvarlar yıkılsın

 Bahtiyâaar

 Havuzlarımda birkaç damla su içip

Ağaçlarımın çiçekli dallarında uçtum

Konduğum dallar kurusun

Bahtiyâar

Seni bahçelerimde uyuttum

Seni duvarlarımda sakladım

Havuzlarıma güneşler vurduğu zaman

Gözlerini açıp bana gülerdin

Bahtiyâaar

Yazık sana verdiğim emeklere”

 

Dua, mantra, zikir, vs. farklı din ve dillerde de olsa bu tür ibadetlerde yayılan titreşimle, insanlar, seslerine ses aramazlar mı? O bazen budist bir rahip olur, “Om mani Padme Hum” diye sizi, Brahman’a, “Mansur”la Rahman’a götürür. Kadim Mısır güneşinin altında, Amon-ra Hotep’e mısır dili ile seslenir ve sorar;

 

Acaba ot gibi yerden mi bittim

Acaba denizlerde mi şaşırdım

Ve zamanı nasıl unutmaktayım...”


Amon-Ra Hotep’in güneşi mi daha yakıcıdır, yoksa putları kıran İbrahim’in Güneş’i mi?


 “Güneş buzdan evimi yıktı

Koca buzlar düştü

Putların boyunları kırıldı

İbrâhim

Güneşi evime sokan kim”


O zamansız ve zeminsiz, geçmişte, tarih öncesinde, akla gelebilecek her yerde ve devirde kâinatı titreştiren sesin peşindedir. Kuantum fiziğinin müzikâl şiirini arar. Onun ruhunun buharı “sezgi”dir. Sıkça kullandığı, tarihten kişilerle ve başka uygarlıklara ait ifadelerle aslında gönderme yapmaz. O, kelimenin vehmettiği sırrı duyanları şiirine getirir. Sesleri renklendirerek resimdekine benzer bir izlenimci şiir kurgular, mesela bir ortodoks kilisesindeki buhur ve duaları hatta yakılan mumların yansımalarını seyredersiniz;

 

“ Evloimni i Vasiliyya tu Pâtros

Bütün resimler bizi gözetliyor tahtalardan

Kanı şarab

 Eti ekmek

 İsus”

 

Bazen çeşmelerinden şehzadelerin su içtiği, denizlerinde peri kızların balık olup yüzdüğü huzurlu bir uykuda bir masal şehridir İstanbul. Bazen de medeniyetler kurup, medeniyetler yıkan, dinleri birbirinin üstüne kuran, köpüren, coşan hatta zaman zaman kuduran ve öyle zamanlarda taş taş üstünde bırakmayan bir yaşlı bilgedir İstanbul. Âsâf Hâlet ise bu bilgenin inisiye öğrencisi. İstanbul’un bu binbir rengine, binbir sesine tutkundur; ; “Ben İstanbul’da doğdum İstanbul’da büyüdüm. Galiba da İstanbul’da öleceğim. Suyun dışında balık nasıl yaşarsa ben de İstanbul’un dışında öyle yaşarım... İstanbul’la ben can ve gövde gibiyiz. Bazen benim bazen onun rollerimiz değişir. İstanbul olmasa ben olmazdın ama, bana öyle geliyor ki ben olmasam belki İstanbul’da olmayacaktı.”[1] Haksız da sayılmaz Âsâf Halet, o yok, onun gibilerin yaşadığı, güzelleştirdiği, ışık saçan, erguvan kokan, sokaklarında insanların birbirlerine selam vererek dolaştığı, o şehir de yok. Doğup, büyüdüğü yerlere yakındır Küplüce mezarlığında yine Beylerbeyi’ndedir.

 

“DİLKÛ NEREDE?”

 

Âsâf Hâlet anlattığına göre, Mevlâna bir gün, sokağın ortasında : “Dilkû! Dilkû!” diye bağıran bir köylü ihtiyarı duyunca heyecanla yanına gidip sorar; - Dil kû, (Gönül) nerede?

Farsça “Dil; gönül”, “kû, nerede” demektir) Bakar ki, yaşlı satıcı, “Dilkû, Dilkû!”diye aslında tilki derisi satıyordur. Bunun üzerine, “aşıkta gönül ne gezer, altın nerede hani altın?” sözleriyle başlayan bir gazelini okur. [2]

Âsâf Hâlet’in şiirlerindeki yabancı kelimelerden ve söyleyişindeki alışılmadık sesten rahatsız olanlar da, dilkû, yerine tilki derisinin satıldığını zannederler. Onu “romantik bir hâyâl şairi” olarak görenler, muhtemelen “Hikmetlerini” de tekerleme gibi okurlar. Âsâf Hâlet, hem Mevlevî, hem Kadîri hem de Melâmi bir derviş-i velîdir. Melâmiler, “sır” ehlidir. “Melâmi, başkasını fiiline ve haline âşina kılmayı yani hâlini bilerek fâş etmeyi koyu bir riyâkarlık sayar… Melâmeti ermiş olduğu hâli belli etmek istemediği için hâlini açıklamak yolunda kendisini kışkırtacak her hareketten sakınır.”[3] Mevlevî olmak Melâmi olmaya engel değildir. Galip Dede’yi anlattığı bir yazısı bu konuya da açıklık getirir;[4] “Kuvvetli bir Mevlevî ve tasavvuf terbiyesi aldığı muhakkak olan bu zatın şiirle iştigali de pek tabii idi. Esasen bir çok Mevlevî muhiblerinde olduğu gibi biraz da Melâmi meşrebindeydi… Mevlevilerde bu şekilde Melâmîlerle daha doğrusu Melâmî meşrebiyle irtibatı olanlar pek çoktur. Bundan başka hem Mevlevî muhibbi hem Melâmî olması mümkündü”. Âsâf Hâlet’in vefatında sonra akrabalarıyla yapılan bir görüşmede; Çelebiler, Mevlevî dergâhına yakın olduklarını ancak ailenin Kâdîri tarikatına mensup olduğunu söylerler. [5] Âsâf Hâlet’in ölümünün ardından yazdığı bir yazıda, Fikret Adil, “Onun, o tarihlerde melâmi olduğunu pek az kimse bilirdi”. Adil’e göre O “Son Osmanlı Şairlerinden”biridir. Yakasından taze çiçeği, koltuğunda kitapları ile ahbaplarını yerden temenna ile selamlayan, kendisine lâtife hatta, alay edenlere kızmak yerine, tebessüm eden biri olarak hatırlar. [6] 

 

“Asaf Hâlet baba tarafından Osmanlı soyuna; hem baba hem anne tarafından Hz. Muhammed’in nesli seyyidlere dayanan bir aileye mensuptur. Gerek baba gerekse anne tarafından köklü bir aileye mensup olan şâirin cedleri arasında, ilmî, idarî ve askeri sahada önemli sayılabilecek kişiler vardır. Fakat büyük amcası Lem’i beyden başka şair yoktur”[7] Letrist mi, modernist mi, dâhi mi, dandi mi, mecnûn mu, mevlevî mi?...” Yaşadığı dönemde insanların kafasında hep soru işaretleri bırakan, kimsenin hakkında kesin olarak “o şudur” diye tahlîl ve târif edemediği bir acayip adamdır Âsâf Hâlet. Şiirindeki her kelimenin hatta sesin yaratacağı anlamı ve imgeyi hesaplayıp, dizeler arasında gizli bir matematik dünyası kurarak, dolaşan bir aliterasyon, asonans ustası, gizli mûhtevalar şaîridir.

 

1933’te kendi el yazısı ile kaleme aldığı “Tercüme’i Hali”nde,“Âsâf Hâlet, “Dört yaşından itibaren sekiz yaşına kadar babam tarafından hususi bir tahsil gördüm. Babam çok meraklı idi. Esasen kendisi son büyük mutasavvıflardan Üsküdarlı”Şems” Efendi’nin halifesi Salkım Söğüt dergâhı postnişini Şeyh Bedrettin İzzi Efendi’ye mensuptu. Edebiyat-u sûfiye ve fünûnla meşgul olurdu. Bana Fransızca ila beraber hususi surette Farisi dersi veriyordu ve Galatasaray’a pek küçük yaşta girdiğim zaman emsalim arasında olgun bir halde idim”[8] der. Babası ve yetiştiği çevre Âsâf Hâlet’in üzerinde çok etkili olmuştur. Âsâf Halet’in vefatından yıllar sonra eşi Nermin Çelebi(ler) ile yapılan bir söyleşi de, “...Âsâf , Mevlevidir. Yedi yaşında sema yapmış... Sikkesi(Mevlevi dervişlerinin giydiği uzunca keçe kavuk), Kur’ân’ı, postekisi, bir de üzerine giydiği bir şeyi, kaba şeylerden bir cübbesi... Onları hep İzzi Efendi Hazretleri vermiş Asaf’a. Asaf’ın Şeyhi. Bu hediyeleri ömrünün sonuna kadar sakladı Âsâf...Altı aylıkken babası dergâha götürmüş. Mevlevi şeyhi görüp de; “Gel Bakayım buraya. Gel bakayım”deyince başlamış Âsâf gülmeye. “Ah seni yaramaz demiş şeyh. “Böyle mi konuşursun der demez, “Huu Baba!” “Huu Baba” diye Şeyhin üzerine atılmış Âsâf. Şeyh, “Vay seni yaramaz, senii!”diye yanağını okşamış, “Kim söyledi sana Huu Baba olduğumu?”. Hakikaten yedi yaşında sema yapıyor; evde de hep dönerdi o... Tek başına dönerdi. Döner, döner... ve bir ara kendini sanki kaybeder gibi olurdu”[9]

“HE

Vurma kazmayı

Ferhâaad

He’nin iki gözü iki çeşme

 Âaahh

Dağın içinde ne var ki

Güm güm öter

Ya senin içinde

Ferhâd

Ejderha bakışlı he’nin

İki gözü iki çeşme

Ve ayaklar altında yamyassı

 Kasrında şirin de böyle ağlıyor

 Ferhâaad

1942 yılında bastırdığı ilk şiir kitabının adı, “He”, 1945 yılında çıkan ikinci kitabının ise “Lâmelif”tir. İlk iki kitapta yayınlanan bazı eski şiirlerine yenilerini de ilâve ederek yayınladığı üçüncü kitabın adı ise ilk ikisinden biraz farklı durur “Om Mani Padme Hum”. Hâlbuki bu ayrı duruşta bile bilinçli bir bütünü oluşturmuş, ulvî bir sırrı herkesin gözüne bakarak saklamış bir dervişin kelime-î tevhîd-i, dile getirişi vardır; Kelime-i Tevhid üç harften oluşur; “He; ?”, “Lâmelif; ? ”, “Elif ; ?”. “He; ?”, yalnızca “Allah; ?” kelimesinin son harfi değil Allah’ı işaret eden “Hû”dur da…

Edebiyatımızda İslâmi Kaynaklar Sözlüğü’nde Mehmet Yılmaz, “Lâ ilâhe İllâllah-Allah’tan başka tapacak yoktur” sözünde, illâdan sonra, Allah yerine “hû”(hüve) zamirinin kullanıldığına dikkat çeker. “Hüve Allah; ???-O, Allah’tır”… “Hüve’l evvel hüve’l âhir; O, ilktir ve sondur”

“Safha-i sadrında dâim âşıkın efkârı ‘hüve’llâh

Şâkirin şükrü ‘hüve’llâh’ zâkirin ezkârı ‘hû’”

Abdullah Efendi[10]

Annemarie Schimmel, “Hinduların om’u gibi bazı ezeli sesler, ilâhi “Urlaute” vardır; Mevlevi semâı gibi derviş törenlerinin sonrasında, uzun bir edayla söylenen ve titreşimleri beyni ve kalbi eşit ölçüde harekete geçiren "Hû" (sözlük anlamı “O”) sesini işitenler, bu sesi asla unutamaz. Bu gibi sesleri işiten kimse, “ses”in neden “Yaratıcı Güç” olarak görüldüğünü, ayrıca kutsal bereket-yüklü seslerle müzik terapisinin İslâm dünyasında niçin çok iyi bilindiğini ve halen de bazı sûfi gurupları arasında uygulandığını tam olarak anlar”der.[11]

 

“Asaf Hâlet Çelebi’nin Şiirinde Letrizm Etkisi Var mı?” [12] başlıklı yazısında “He” ve “Lamelif”in kullanılışında, mutasavvıfların he’ye türlü anlamlar verdiğini özetleyen Kabil Demirkıran; “Örneğin, 18.yy. Nakşibendi sufilerinden Nasr Muhammed, “He” harfinin bir mutasavvıfın varabileceği en yüksek mertebenin simgesi olarak tanımlamaktadır” derken, Âsâf Hâlet’in bir röportajındaki, “Elifba’da lamelif var; içi boş küçük bir yuvarlağın iki yanından Tanrı’ya doğru iki kol açılarak çizgi halinde yükselir. İşte lamelif, bana beni tanıtan bir gücün, bir remizin (simgenin) ta kendisidir”[13] sözlerinden hareketle şairin letrist olamayacağını söyler.


 “LÂMELİF

O başına musallat olmasaydı BUDA olurdun

Başına musallat oldu budala oldun

 “Kelâm-ı kibâr”

başı sana benzeyen lâmelifin

havada kolları

 el’amâaan

çekti çıkardı çengeli sağ kolunu

ve takıldı köklere

kalp yok göğsünün içinde

 kök var

 ne kökü

 meyan kökü

lâmelifin kolları

senin kolların

lâmelifin göbeği senin göbeğin

lâmelifin kolları dolandı boynuma”

 

Âsâf Halet’in şiirlerinde anlayamadıkları benzer ifadeler gören pek çok kişi bu bilinmeyen kelimelerin ya da cümlelerin uydurma olduğunu zannetmiş, hatta şairi anlamsız ve kötü şiirler yazdığı için acımasızca eleştirmiş, alay etmişlerdir.Oysa, bilinçsiz konulmuş değil bir cümle bir ses bile yoktur Âsâf Hâlet’in şiirinde. Demirkıran, şairin Lâmelif harfini( ?) ellerini Allah’a doğru açıp dua eden bir insan figürü gibi düşündüğü için, “Hurufi anlayışını çağrıştıran bu harf yorumu, anlamsızlığı hedefleyen letrizmin mantığıyla ilişkili değildir. Şiirde hissedilen mistik ve dinsel bir duyarlılığın olmasıdır”[14] derken kısmen haklıdır. Kısmen çünki, Âsâf Halet, letrist olmadığı gibi Hurufi’de değildir…

İki şiir kitabına, Kelime-i Tevhid’in üç harfinden ikisini , He”(1942) ve “Lâmelif”i(1945) isim olarak seçen şairin üçüncü kitabının adını neden “Elif”değil de “Om Mani Padme Hum”(1953) diye bir Budist mantrası koyuyor. Yoksa Hâlet Budist mi? O da değil…


 “SİDHARTA

 Niyagrôdhâ

Koskoca bir ağaç görüyorum

Ufacık bir tohumda

O ne ağaç ne tohum

Om mani padme hum (3 kere)

Sidharta buddha

Ben bir meyvayım

Ağacım âlem

Ne ağaç

Ne meyve ben bir denizde eriyorum

Om mani padme hum(3 kere)”


“Om”, Hindistan’dan yayılan Hindûizm, Brahmanizm gibi inanç sistemlerinde en kutsal sayılan hece sayılır. Rig-Veda, Sama-Veda-, Atharya-Veda gibi kutsal saydıkları metinleri M.Ö. 2 binli yıllarda “Tanrıların Dili” diye adlandırdıkları “Devanagari” alfabesiyle Sanskrit dilinde yazarlar. Hinduizmin kökleri Veda dinine dayanır. Ruhun kişinin davranış ve öğretileri ile yükselerek asıl gerçekliğe (Brahman)a ulaşmasının yollarının anlatıldığı bu metinlerde, bütün evrenin Tanrı’dan ibaret olduğu, insan ruhunun da Tanrı’nın bir parçası olduğu için, tıpkı okyanusla birleşen bir su damlası gibi, insanın da Tanrı ile birleşeceği düşüncesi anlatılır. Arapça’dan farklı olarak Osmanlı Türkçesi yazarken biz de “O” sesini “elif; ?” ve “vav; ?” harflerinin birleşmesiyle elde edersek, Sanskrit dilinde de “o” sesini vermek için “a” ve “u” ünlüleri birleşir, “m”harfi de buna ilave edilir ve ortaya “Om” sesi çıkar. “Om” mantrasının kutsallığına inananlar, A, U ve M’den oluşan bu üç sesin, yeryüzü, gökyüzü ve gökkatlarından oluşan üç dünyayı simgelediğine inanırlar.

 

 

“CÜNEYD

bakanlar bana
gövdemi görürler

ben başka yerdeyim

gömenler beni
gövdemi gömerler

ben başka yerdeyim

aç cübbeni cüneyd

ne görüyorsun

görünmeyeni

cüneyd nerede
cüneyd ne oldu

sana bana olan
ona da oldu

kendi cübbesi altında
cüneyd yok oldu”

 

Mevlevi dervişlerin sem’â sırasında taktıları sikkesiyle gömülmeyi vasiyet eden Âsâf Hâlet’in bu son dileğini ağabeyi unutmayacaktır. 29 Aralık 1907’de İstanbul Beylerbe’yinde dünyaya açtığı gözlerini 15 Ekim 1958’de 51 yaşında kapar, Mevlevî kavuğu ile beraber gömülür.

Yazının başlığını aslında Âsâf Hâlet’in, Mevlevi Terbiyesini anlattığı bir yazısı ilham verdi; uyandırılmak istenen bir Mevlevi’nin yastığına elle hafifçe vurulur ve yine hafif bir sesle “Âgâh ol erenler!” denilir. Âgâh olmak kendine gelmek, uyanmak, birşey anlamak, Hakk’a ermek manalarında da kullanılırdı” diyor. “Âsâf” olmak da kolay değil, bunca bilgiyi, görgüyü, yaşanmışlığı biraraya getirmek ve kimselere derdini anlatamadan ölüp gitmek... Ömrü boyunca onun ruhunu anlayamayacak insanları yanında, üç kuruş paraya memurluk yapmak zorunda kalacaktır. “O küçük memurluğun sadece maddi sıkıntısından değil, aynı zamanda sosyal statüsünden de rahatsızdır. Bir mülâkatında, “Şairin işi ne olmalıdır?” sorusuna:[15] “Herhalde memuriyet değildir. Mesela ben memurum. Şefim benden on yaş küçük olduğu halde bir şaire gösterilmesi gereken saygıyı göstermiyor bana. Yanında sigara içmemi bile aykırı buluyor. Her şair memura öteki memurlardan çok saygı gösterilsin demiyorum. Ama yazılariyle, kitaplarıyla memleket sanatında gerçek değeri tanınmış bir sanâtkâra sıra memuru muamelesi yapmak ayıptır. Bir memleket sanata, sanatkâra gösterdiği saygı ölçüsünde yükselirdiyor. En son, İstanbul Üniversitesi’nin kütüphane memurudur, “35 kuruş” maaş almaktadır ve emekli sandığına da 700 lira borcu vardır. Ve yıllardır hazırladığı Hint’e ve Doğu’ya ait incelemeler, başkaları tarafından çalınıp, kendilerininmiş gibi bastırılacaktır, üstelik 10 bin lira telif ücreti karşılığında... Ne kadar Çelebi de olsa acaba ruhu sükûn bulmuş mudur aziz şairin? Yalnızca yaşarken değil, öldükten sonra bile başına gelenler düşünülürse, (-ki bu konu ve Âsâf Hâlet’in düzyazıları ayrı bir yazıma konu olacak...) Kimbilir?...

 

 


[1] Asâf Hâlet Çelebi, “İstanbul”, Ses, S.4, Eylül 1939, s.6

[2] A.H. Çelebi, “Mevlâna’da Sem’â”, Türk Yurdu, S. 245, Ocak 1956, s. 532

[3] Süleyman Uludağ, İslâm Açısından Müzik ve Semâ, (Melâmiye Risâlesi Tercümesi’nden alıntı), Kabalcı Yay., 2005, s. 270(Melâmiye Risâlesi Tercümesi’nden alıntı)

[4] “Eski Türk Şiirinde Reform; Galip Dede” Türk Yurdu, S.263, Aralık 1956, s.441 (Bu yazıları A.Hâlet daha sonra “Mevlâna ve Mevlevilik” kitabına dahil etti

[5] Bilal Kırımlı, Asaf Hâlet Çelebi, Şule yay., 2000, s.18

[6] Fikret Adil, “Asaf Hâlet Çelebi İçin”, Yeditepe, y.9, nr.166, 15 Kasım 1958, s.2

[7] a.g.e, s.19

[8] Semih Güngör, Asaf Hâlet Çelebi, Suffe, 1985, s.

[9] Nermin Çelebi(ler)’in Abdurrahim Karadenizle yaptığı bu sohbet, Hece Yayınlarından, 2003’te çıkan Asaf Hâlet Kitabı’nda yayınlandı.s.151-173

[10] Mehmet Yılmaz, Edebiyatımızda İslâmi Kaynaklar(Ansiklopedik Sözlük), Enderun Kitabevi, İst.1992, s.73

[11] Annemarie Schimmel, Tanrı’nın Yeryüzündeki İşaretleri, Kabalcı Yay., 2004, s.152

[12] “Asaf Hâlet Çelebi’nin Şiirinde Letrizm Etkisi Var mı?” Kabil Demirkıran, , Âsâf Hâlet Çelebi Kitabı, Hece Yay., 2003, s.59-61

[13] Kemal Sülker, “Gergin Bir Ortamda Asaf Hâlet’le Söyleşi”Yazko Edebiyat 4, s.17(mart 1982), s.68

[14]Asaf Hâlet Çelebi’nin Şiirinde Letrizm Etkisi Var mı?” Kabil Demirkıran, , Âsâf Hâlet Çelebi Kitabı, Hece Yay., 2003, s.59-61

[15] “Asaf Hâlet’le Bir Konuşma” , Akşam, 19 Ekim 1953, s.5

 
Toplam blog
: 96
: 1137
Kayıt tarihi
: 28.03.07
 
 

 Hacettepe Üniversitesi mezunu, nörobilimden psikolojiye disiplinlerarası eğitime hevesli bir Türko..