- Kategori
- Gönüllülük
"Devrimci Gençlik Köprüsü" anılarım -2-
Devrimci Gençlik Köprüsü'nden kalan!
Hakkâri’ye gidiyorum ay’a gidenlere inat. Yurdun ta öbür ucunda unutulmuş canlara. O canlar ki; ellerindeki lokmanın yarısı Apollo’ya (*) yakıt olmuş senelerce. Çalıştıkları çabaladıkları para etmemiş gün ışığına çıkabilmek için. Şimdi “Sefalet edebiyatıyla meseleler hallolmaz!” diyecekler var biliyorum ama amacım hiç bir zaman sefalet edebiyatı yapmak değil. Acı, apacı gerçekleri “Mesele neyse odur” diyenlerin kafasına çarpacağım sadece, tabii çarpacak kafa bulabilirsem.
Bir varmış, bir yokmuş... Ta uzaklarda, Kaf dağının ardında, adına Zap derler bir deli su varmış. Su ki insafsız, su ki bizim gibi vefasız. Geçebilirsen geç bir yakadan öbür yakaya. Bir tel varmış gerili, üzerinde bir çatal, Sırat’tan geçer gibi geçiliyormuş karşıya saat gibi uzun dakikaları saya saya. “Şuraya bir köprü gerek” diyenler çıkıyormuş ya arada bir, kulak asan kim? Çünkü köprüyü yapması gereken sorumlular Boğaz Köprüsünü bile yapmamışlar henüz!
Koskoca, bilmem kaç milyonluk İstanbul şehrinin asırlardır
Masal bu ya –böyle zamanda ancak masallarda olur böylesi- Zap’lıların derdini dert edinenler de varmış. Bakmışlar olacak gibi değil, bir kampanya açmışlar Zap için. Para da toplanmış malzeme de. Sonra bir avuç üniversiteli
(*)- <ı>O günlerde uzay aracı Apollo 11 Ay’a fırlatılmış ve 20 Temmuz 1969’da Armstrong ve Aldrin, aya ilk ayak basan insanlar olmuştu.ı>
<ı>ı>
* * * *
Beyazıt’tan güç bela iki saatte indim Karaköy’e. Haydarpaşa’ya geçene kadar saat 19.45 oldu, tren saat 20.00’de. Vapurdan çıktıktan sonra bir insan seli kaldırdı, dalga dalga götürdü peronların önüne koydu beni. O sırada, benimle Zap’a gelecek iki arkadaşı –Ertan, Necati- gördüm. Üçümüz Van Gölü ekspresinin bir kompartımanına attık kapağı. Sağ olsunlar, üç dört arkadaş var bizi uğurlamaya gelmiş, üç kelime laf edelim derken tren aldı götürdü. Akşamın saat 20.00’si, İstanbul bütün haşmeti, yapıları, ışıkları, eğlencesi ile son bir defa kendine çekmeğe çalıştı bizi. Biz, güneşin tren doğrultusunda olduğuna inanaraktan yavaş yavaş karanlığa gömdük İstanbul’u.
Sabah uyandığımızda Ankara’ya giriyordu tren. Ankara deyince aklıma tiftik keçisi ile milletvekili geliyor nedense! Trenimiz durdu, inenler binenler... Biz de indik, ilk mektupları attık postahaneden. Tren kalktı, Ankara bitti, Doğu başladı. Üçümüzün de gözü dışarıda. Bura yeni bir dünya bizim için. Her gördüğümüz şeyi yeniden algılıyoruz. Toprak tütüyor parça parça, insan emeği duman... Umudu çıplak avuçlarında Anadolu insanı senden yaman, benden yaman. Öylesine sıcak ki hava, terlemek bedava. Şimdi Ataköy’de kumlar görünmez insandan. Suya girerler de kaçının gözü ilişir Zeytinburnu çimento fabrikasına? O durmadan tüten bacaların altında ateş yanar. Ateş yanar yalazları işçilerle sarmaş dolaş, Anadolu’da iş yok, toprak elden gitmiş, gelmiş fabrikaya girmiş, uğraş Memet uğraş! Her uğraşı senin bileğine kuvvet ve bir gün sen olduğun zaman devlet, bu topraklarda çalışmadan yaşayanlar kalmayacak, sınıf farkı olmayacak. Hep beraber çalışacak, hep beraber yüzeceğiz denizimizde. Bugün sen orada ben burda, aynı
Ufak ufak istasyonlarda duruyor trenimiz. Ve daha durmadan yaşları 6–10 yirmi beş otuz çocuk hücum ediyor trene. Kimisi –ki çoğu- su satıyor elinde bir testi, bir bakraç, kimi elma satıyor, kimi ekmek, kimi kayısı. Çığlıkları treni sarıyor baştanbaşa. Gençliklerini satıyor çocuklar. Birdirbir’i, zıpzıp’ı, saklambaç’ı bütün oyunları bırakmış, ellerinde testileri, elmaları gözlerimizi oyuyor çocuklar. Gidin, gidiniz, oynamayı bilmez misiniz siz! Mahkemecilik oynayın, harpçilik oynayın, öğrenin oynamasını, başkalarında olan kendi haklarınızı almasını. Babalarınız öğrenmemişler bu oyunu –öğreten mi çıkmamış?- şimdi sürünürler Almanya kapılarında, T.C. damgalı pas
Akşamüstü girdik Kayseri’ye. Üzerinden bir kasırga geçmiş ve derin bir sessizlik gelmiş kente yerleşmiş. Az bir zaman önce kaynayan kent o kent, kime hizmet ettiğini bilmeden fırtına koparanlar o insanlar değil sanki.(**) Tren tekerlek gıcırtılarıyla Kayseri’yi sessizliğe bıraktı, çekti gitti yoluna. Gözümüz dışarıda, istasyonlarda. İstasyonlar çoluk çocuk kaynıyor. Su, ekmek, elma, kayısı, salatalık... Onları gördükçe göğsümüz kabarıyor doğrusu! Her istasyonda 26 milyon özel sektörden otuzunu kırkını bırakıyoruz. Mamur ve müreffeh Türkiye’nin müjdecilerine gururla, cılız vücutlarına, yamalı giysilerine hayretle bakıyoruz. Böyle özel sektör, böyle “nurlu ufuklar” temsilcisi olur mu? O biçim bir kıyafet, ense gerek, göbek gerek... Emrinde çalışan öbek öbek insan gerek. Anlaşılan geri bıraktırılmış bir ülkenin, geri bırakılmış özel sektörleri bunlar. Memleketimin toprağında yeşeren, sulanmamış fidanlar...
(**) 7 Temmuz 1969 günü Kayseri’de toplana TÖS kongresi dolayısıyla öğretmenlere saldırılması, kongrenin yapıldığı Alemdar sinemasının, Tok kitapevinin, Emin kitapevinin yakılıp yıkılması, Kayseri olayları...
- arkası yarın (!)-