Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Ocak '07

 
Kategori
Yemek - Mutfak
 

"Fincandaki Altın"

"Fincandaki Altın"
 

Dünkü yazımda Mutfak Sanatları Akademisi’nden bahsetmiştim. Bu okulda katıldığım derslerden biri Sayın Mustafa Seçkin’in çay ile ilgili kısa bir eğitimiydi. Çayı öyle güzel anlattı ve tanımladı ki, paylaşmadan edemedim: “Fincandaki Altın”.

Ben de iyi bir çay içicisi olduğumu düşünmekteyim. Ve bu eğitimden sonra kendime hazırladığım her fincan çayı yudumlarken aklıma bu güzel betimleme geliyor “Fincandaki Altın”.

Biz çaydan bahsederken meyve ya da değişik bitkilerden yapılan çaylardan bahsetmiyorduk. Konumuz, Camelia sinensis ve Camelia assamica diye bilinen çay bitkisinden elde edilen çay idi. Bitkinin filizinin 2,5 yapraklık kısmının elle koparılarak (ideal toplama şekli) kurutulması ile elde edilen ve içilen çay.

Çayın tarihi 5000 yıl öncesine dayanmaktadır. Kaynaklar çayın Çin’den tüm dünyaya dağıldığını söylemektedir. Lezzeti ve canlandırıcı özelliği ile hem sağlık hem de eğlence olarak görülmüştür. Ancak 6.yy. Japonya’ya ulaşan çay orada ayrı bir “hoşgeldin” ile karşılanıyor. Japon halkı çaya bir seramoni katarak önemini arttırıyor. Haz almaktan çok, iç dünyaya ilişkin bir ritüel haline dönüşüyor çay içim törenleri. Taoculuk, Budizm ve Zen felsefi ile ayrılmaz bir bütün olan bu seramoniler için özel çay evleri oluşturuluyor. Dünyayı tasvirleyen bu çay evlerine, tüm silah ve statüler kapı eşiğinde bırakılarak giriliyor. “Büyüğün içerisindeki küçüğü, küçüğün içerisindeki büyüğü” görme çabası bu içsel törenlerin hakimi oluyor. Mutlak otorite olan çay üstadı bu törenleri idare ediyor. Yani çay bir sanat eserine ve ayine dönüşüyor.

Dünya da sudan sonra en çok içilen içecek çaydır. Avrupa’ya 13.yy’da gelmiş. Ancak bu konuda toplumlar ikiye ayrılıyorlar: Güne çay içerek başlayan toplumlar ve kahve içerek başlayan toplumlar. Türkiye hızlı bir değişim ile 1917’den sonra güne çay ile başlayan toplumlar arasına geçmiş. Bundan önce kahve başlıca içeceğimizmiş. Bu nedenle adı hala “Kahvehane” olan mekanlarımız mevcuttur. Zira II.Viyana kuşatması sırasına Merzifonlu Kara Mustafa Paşa sayesinde kahve ile tanışan Avusturya ve sonrasında Avrupa halkı, hala güne kahve ile başlayan toplumlardandır.

Türk toplumu ne yazık ki henüz Rize çayının dışında bir çay ile tanışamamıştır. İlave olarak son zamanlarda bir furyadır alıp başını giden yeşil çay var hayatımızda, ama o kadar.

Siyah çay ve yeşil çayın farkı ise üretiminden gelmektedir. Toplanan yapraklar soldurulup kıvrıldıktan sonra mayalandırılırsa siyah çay oluyor. Mayalandırılmazsa yeşil çay olarak fincanlarımızda yerini alıyor.

Türkiye’de üretilen çay bitkisinin daha odunsu oluşundan mıdır bilemiyorum, ama uzun süre demlendirilmeden tavşan kanı ve buruk tadı oluşmuyor, ki bu da halkımızın damak tadıdır. Diğer toplumlar tadı burulmuş, hafif acılaşmış çayı içmiyorlar. 2-3 bilemediniz 5 dakika demlendirilen çay hemen içiliyor.

Benim ise ofisimde kendime fincanımda demlediği çay 3-5 dakikalık demlenme ile kıvamını bulan yaprak yeşil çaydır. Her yudumundan sonra ayrı bir zindelik hissediyorum ve her içişimde bu altın sıvının tarihini, dünya üzerindeki önemini düşünmeden edemiyorum.

Bir çay üstadının yine bir çay töreni sırasında söylediği sözler ise tıpkı Sayın Mustafa Seçkin’in dersi bitirişi gibi , bu yazının da son sözü olmalı:

“Kendi içlerindeki büyük şeylerin küçüklüğünü duyumsamayanlar, başkalarının içindeki küçük şeylerin büyüklüğünü asla göremezler.”

Kaynaklar:

Deniz Gürsoy, Demlikten Süzülen Kültür: Çay

http://www.greenisland.com.tr/caytarih.htm

Mustafa Seçkin, „Ficandaki Altın“ sunumu

 
Toplam blog
: 12
: 1618
Kayıt tarihi
: 11.08.06
 
 

Yazılacakların en zoru kendi hakkında yazılacak olanıdır. Halihazırda otomotiv sektöründe satış dep..