Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Mayıs '22

 
Kategori
Anneler Günü
 

... gerisi yalan ağlar!

UÇUŞAN kar taneleri, silahın kızgın namlusuna her dokunuşta, askerlerin iç dünyasına ürperten öpücükler konduruyordu. Tipiden rengi görünmeyen parkasının geniş iç cebindeki kabarıklığı yoklayınca ‘karakolda unuttum’ dediği anasının ördüğü yün eldivenleri buluverdi. Sevincinden ağlayacaktı. Silahını ağaca yaslayıp, yenilerini koklayarak geçirdi ellerine. Asker ocağına gururla gelirken yuvasında bıraktığı bir başka ana daha vardı. Yeni doğan çocuğunun annesi ‘ eşi ’! On yedi yaşında evlendikten iki ay sonra da silahını kucaklamış asker olarak dağlarda buldu kendisini. Bir yerde köpekler havlıyordu. Yakınlarda köy olabilirdi. Doğduğu yer, kar tanelerinin arasında bir yıldız gibi parlayıp kayıp geçti gözünden. İçinde beslenen tek duygu vardı. Yoksa; ne tedirginlik taşıyordu onur yüklü kanında, ne de kızgınlık. Yalnızca özlem! Bir arkadaşı karlı toprakta, dirseklerinin üzerinde sürünerek yanına ulaştı. İkisinin de buharlı soluğu birbirlerinin yüzünü görmelerini engelliyordu. ‘Hey’ diyerek sırıttı ona: 

"Hiçbir süs ve makyaj bir kadını; ' Analık Sevgisi ' kadar güzelleştiremez. " Emile Zola

“SAKIN vurulayım deme. Evdeki iki anneyi de bir daha göremezsin. Benim için önemli değil. Ölürsem, nişanlıma kavuşacağım. Kimsesiz savaşçının nişanlısı ölümdür!’  Üç gün içinde on bir arkadaşlarını kaybetmişlerdi. Kısa gecenin bitiminde bir türlü derin uykuya dalamayan gökyüzü, umut dostu lila rengiyle yeniden canlanıyordu.‘BAK!’ dedi arkadaşı: ‘Ne dersen de, akşam karanlığı dünyada ne çeşit korku varsa toplayıp askerlerin yüreğine tıka basa dolduruverir. Sabahın aydınlığı ise, korkuları çok uzaklara kaçırır. Ama, ana-babaları, kardeşleri, çocukları veya bekarsa sevgilisi olanlar, yirmi dört saat hiç yalnız kalmazlar. İşte tam burada olurlar sevdikleriyle.’ Sol göğüs cebine dokunarak: ‘Yüreklerinde!’ dedi. Kahretsin, sigara da içemiyorlardı. Bırak ateşi, tertemiz havada iki kilometreden duman kokusu alınırdı çünkü. Tütünsüz söyleşi fısıltıyla sürdü: ‘Acı insanı öldürmez ki! Bedenin içinde taşınarak yaşanılacak bir güçtür belki de o. En karmaşık şey ne, biliyor musun?’ Göğe doğru bakarken karların gözlerine saplanmasına aldırmadı: 

"Bir anne yüreği, dibinde her zaman af bulunan bir uçurumdur." Honore De Balzac

‘BENCE ölümü düşünmek. Bak şu loşluğun ötesindeki uçurum, sessiz durmaya çalışan insan siluetlerini andıran ağaçlar, şu esmer beyazlık, bu yaşlı dağdaki tüm doğal şekiller… Ölüm hepsinde, her yerde be can dostum! Düşünebiliyor musun; aşk dışında, üzerine en çok kitap yazılan konu savaşmış.’ Eldivenli arkadaşı, parmaklarını oynatarak ellerini mutlulukla izlerken yetim askerin kullandığı ‘savaş’ sözcüğüne takıldı: ‘Bunun, o savaş olduğunu hiç sanmıyorum.’ dedi kararlılıkla. Ve itirazını genişletti: ‘Gerçek savaşta sürekli kaçan olmaz. Ayrıca görüyorsun; kovalayan kadar da yorulmuyor kalleşçe tuzak kuruyorlar.” YALNIZCA gülümsemeye çalıştılar. Sonra bir düşüncesini daha ekledi eldivenlisi: ‘Şu böğürtlen dalını görüyor musun? Hah işte! Yakında vereceği meyveler hem onların, hem de bizim. Ortağız! Ama gerçek savaşta böyle bir paylaşım ya da hukuk yoktur.’ Yetim asker arkadaşının alnına hafifçe dokunarak ‘Sen öyle san. O arkadaşlar böğürtlenlerin tamamının kendilerinin olduğunu söylüyor. Ve biz de o yüzden buradayız ya!’ diyerek söyleşiyi noktaladı. Ertesi gün birliğin öncelikli hamlesi, hemen karakola dönmek oldu.

"Koparılması mümkün olmayan tek bağ anne ile evlat arasındaki bağdır" Sokrates

KAYIPLARI, yaralıları ve ayrıca kendilerine pusu kurup; arkadaşlarını bulaştıkları çaresizliğin komutlarıyla acımasızca öldüren, cansız bir dizi teröristle… İki yoğun yaralı er ise şehirdeki hastaneye gönderilmişti. Kasaba karakolunun önü, çevre köylerden insanlarla doluydu. Araçlardan inerken, güvenlik nedeniyle binadan dışarı çıkması uygun görülmeyen bir kadının çığlıklarını işittiler. Kısa sürede yürek yırtan sesin henüz taşıdıkları şehit arkadaşlarından birisinin, sürpriz ziyaret yapan annesine ait olduğunu öğrenmişlerdi. Bu arada karakolun yanındaki boşluğa, beyaz spor ayakkabılı teröristlerin cesetleri yan yana dizilmekteydi. Alanı belki beş yüz köylü çevrelemiş, bir bölümü olduğu yerde belli belirsiz sıçrayarak, kilitli çeneleri arasından çıkardıkları hırıltılarla ağlıyordu. “Cesetler”e bakıp bakıp. Zıplaya zıplaya! Köylülerin sesleri, o asker annesinin feryatlarından daha farklıydı. Tepkileri karanlık, tehditkar bir güç tarafından, belli amaçla sansürlenmişti. Hem ağlıyor, hem ağlamıyorlardı. Yerdekiler; köylüleri ilgilendiriyor ama ilgilendirmiyordu. Askerden çekinir gibi bir tavırları ya da sözde ‘karşı taraf’ ın kayıplarını görme istekleri yoktu. Tek gerçek, oradaki çoğu insanın yerde yatan bir yakını olmasıydı.

“Anne kalbi, çocuğun okuludur” Henry Ford

ASLA ölülerini sahiplenemiyorlardı. Teşhis için sürekli anons yapılıyor, ama kimse yanaşmıyordu. Bu konuda yapacak bir şeyi olmayan asker de çaresiz, işin farkındaydı. Çırpına çırpına, hıçkırıklarla bir kahroluş vardı, bu kıpır kıpır ve tuhaf kalabalıkta. Şehit oğlunun arkadaşlarının kollarındaki, baygın asker anası ise yarı canlıydı sanki! Bekleme odasında çikolata, börek, şekerleme kutuları yerlere saçılmış, kadıncağız duvardaki personel tablosundaki fotoğrafı öpmeye çalışıyordu. Kargaşada kimse farkında değildi, o günün ‘Anneler’e ait olduğunun. Artık o şehit anasıydı.   Dışarıdaki kalabalık yerdekilerden birisine olsun sahip çıkmadan gönülsüz adımlarla dağılmaya başladı. Teşhis için üzerleri açılanların yüzleri teker teker yeniden örtülüyordu. İşte tam burada… Yöresel giysileriyle yalnız bir kadın kalmıştı. Dizlerini kırıp bir ağaç altına çömelmiş, bulanık bakışları cansız bedenlerden birisine kilitlenmişti. Onu ilk ağladığından, son gördüğü güne kadar belleğine bir kez daha kazımak ister gibiydi. Anasıydı çünkü. Eğildiği yerden, yıllarca önce ilk doğum sancılarına yakalandığı ağacı bile görebiliyordu. O ağaç da artık yaşamayan oğluna bakıyordu sanki!

Yerdekilerin üzerini örten asker, sıra kadının baktığı gence gelince onun yüzünü örtmeyip diğerine geçti. Sıranın en sonundan geri döndüğünde gencin yüzünün yöresel bir omuz örtüsü ile kaplandığını gördü. Başını kaldırıp baktığında, kadın kendisini sürüklercesine uzaklaşıyordu. Sırtında saçaklı örtüsü yoktu. / Levent Üsküdarlı

 

 
Toplam blog
: 86
: 39
Kayıt tarihi
: 09.12.08
 
 

1951 / İstanbul. Öğretmen bir ailenin tek çocuğu. Sade bir düzen içinde soluk alıp veren o "eski ..