Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Haziran '07

     
    Kategori
    Sinema
     

    "Hostel": Şiddet için şiddet

    "Hostel": Şiddet için şiddet
     

    Ölüm ve öldürmek anlamlarına gelen “snuff” üzerine yapılan filmlerin sonuncusu Eli Roth’ un ve Tarantino’ nun Hostel serisini oluşturacak 2. si ile tekrar karşımızda. İkinci filmi izlemeden önce ilkini hatırlatmak ve yorumlamak istedim. 1970’ lerde çıkan bu film türü, 90’ larda Amenabar’ ın Tez’ i, Schumacher’ in 8 mm ile yine gündeme gelmişti. Gerçek insanların gerçekten katledilirlerken filme çekilmesi. Bu tür filmlerin hem bu şiddete iştirak ederek hem de yapılanları seyrederek parçası olan müşterileri bekleneceği gibi gelişmiş kapitalist ülkelerden, kurbanları ise insan ticaretinin yolunun üzerindeki her ülkeden çıkıyor. İtalya, Rusya, Almanya, Belçika, İngiltere, Amerika gibi ülkelerde yapılan kimi polis operasyonlarında yakalanan insanlar ve ortaya çıkan örgütler bu yeni kapitalist iş sektörünün ciddiyeti ve gerçekliğini de ispatlıyor.

    Teknolojik silahlanma ve toplu katliama imkan sağlayan gelişmiş silahlarla yapılan savaşlardan öte, insanlığın tecrübe ettiği şiddetin bireysel ama örgütlü (şirketleşme) bazda kollektif boyutları ortaya yine bir film ile insanlığımıza dokunucu bir şekilde çıkıyor. Film bir yılda tamamlanmış. Eli Roth internette gördüğü Tayvan’daki bir “cinayet tatili” kampanyasının ilanı üzerine Tarantino’ya gitmiş ve film şekillenmeye başlamış. Sonradan birinin tez yazdığını, diğerinin ise baro sınavlarına hazırlanan avukat adayı olduğunu öğrendiğimiz, şiddeti zaten kendi toplumlarında kabullenip kanısaksamış sıradan iki Amerikalı gencin macera ve eğlence aramak için sırtlarında çantaları yeni dünya, Avrupa’yı gezmeye çıkmasıyla başlıyor hikaye. 80’li yılların gençleri. Gittikleri yerlerde kültürel ve coğrafi zenginliklerden ziyade eğlence sektörünün cazibesine kapılmış şekilde barları ve seks mekanlarını gezmeyi ve deneyim kazanmayı hedefleyen, kullandıkları argo jargon ve eğlence anlayışlarından altan alta yönetmenin kitle kültürü yergisini sezdiğimiz iki genç. Gençlerin yolculukları hikayeye katılan Roth’un çok önceleri bir film projesinde kendisiyle çalışmayı kafaya koyduğu İzlandalı sıradan bir adamın, yine sıradan ama oldukça başı bozuk, eğlence düşkünü bir İzlandalı’yı canlandırdığı karakterle renkleniyor. Oyuncuların çoğu, teknik ekip gibi yerel halk arasından seçilmiş. Filmin ilk bölümü cinselliğe, ikinci bölümü ise şiddete ayrılmış. Roth’un dediğine göre film aydınlık bir birinci bölüm, karanlık bir ikinci bölüm dengesi üzerine kurgulanmış yani siyah ve beyaz gibi, ya da binlerce yılın dinlere ve insan hayatına mirası olan, gerilimli ilişkileriyle hep de varolacak olan gece ve gündüz ekseninde bir cinsellik ve şiddet ikilisi gibi. Rene Girard’ın ifadesiyle cinsellikle şiddet arasındaki ilişki sürekli bir kozlarını paylaşma hali ve filmin kurgusunun eksenleri de bu gerilimli ilişkinin dayanak noktaları oluyor. Binlerce yıldır bu ilişki tüm dinlerden geçerek kabul alıp da gelmişken manidardır ki modern insan, bu tür bir ilişkiyi, aktüalite dergilerindeki psikoloji testleriyle veya tatmin edilemeyen bir cinselliğin kendisini şiddet olarak açığa vurmasının sonucu üçüncü sayfa gazete haberlerine düşen gündelik halleriyle normalleştirerek kanıksıyor görünse de, nihayetinde kabul etmek istemiyor. Filmde ise bu ilişki neden ve sonuç ilişkisi şeklinde kuruluyor ve bunu kabul etmek istemeyen insanın gözüne adeta sokuluyor. Sadece bu da değil. Modern toplumun tüketim kültüründe kadın bedenleri ve bedenlerin arzu nesnesi haline dönüştürülmesi de bir diğer konu.

    Yaşamak istedikleri deneyimler, vaadedilen hazların peşinde koşan gençlerin tuzağına dönüşüyor ve ikinci bölümde sahne alan şiddet, aradıkları şeyin dönüştüğü tuzakta ya da sınırsız eğlence, alkol ve bedava seksin bıraktığı yerde onları yakalayıp parçalara ayırıyor. Kısaca ilk bölüm, aydınlık kısım genç karakterlerimizin insana gına getirtecek kadar bir seks macerası, eğlence isteği ve bu doğrultudaki yapıp etmeleri ile geçiyor. Amsterdam’ın “red light district” i de bunun için en uygun mekan oluyor. Sonra seks için seks peşinde koşan gençler aldıkları bir tavsiye üzerine arayışlarını daha kolayca ve daha güzel bedenlerle tatmin etmek için Slovakya’ya doğru yola çıkıyorlar. İkinci bölümün karanlığı da kadın avına çıkmışken kadınların avı olmalarıyla başlıyor. Amsterdam’da onlara Slovakya’ya gitmeyi salık veren genç dahil, tavsiye edilen kadınların da işin içinde bulunduğu bir insan avlama çetesinin kurbanına dönüşen gençler sadistçe ve sadece şiddet uğruna şiddete maruz kalıyorlar. Burada da aslında Diyonisos şölenlerindeki gibi bir sarhoşluk hali üzerinden seks ve şiddet arasında bir ilişki kuruluyor. Kadınlara, eğlenceye ve içkilerine katılan maddelerden de kaynaklı bir sarhoşluk haliyle şiddete teslim olan bedenler. Burada gösterilen herşeyiyle saf, kutsal ve adli olmayan şiddet, bu filmi Deney, Küp ve Testere serilerinden farklı bir film yapıyor. Yani insanların içinde hep varolan ve önceden hazırlanmış koşullar altında çeşitli yönleriyle açığa çıkan psikolojik şiddet değil buradaki. Psikolojizme kaçmadan tüm gerçekliğiyle bireysel şiddet. Filmin senaryonun da kendisine ait olduğu yönetmene göre bu aslında Dick Cheney’nin yaptıklarından daha da az bir şiddet gösterisi.

    Evet, aynı zamanda bir gösteri çünkü gençleri avlayan kadınlardan biri, kaybolan arkadaşlarını arayan ve sağ kalmayı becerecek olan asıl kahraman karakter ona kayıp arkadaşlarının yerini sorduğunda, onlar şu an bir sanat gösterisinde, derken aslında bunun nasıl bir kapitalist beden ve şiddet politikasının sonucu olduğunu da düşündürtüyor ve ardından sordurtuyor:“Birey mi kollektif şiddetin kurucu öznesi, kollektif şiddet mi kendi bireylerini yaratıyor”. Kollektif şiddete yapılan tarihsel bir gönderme de Alman cerrahın parçalara ayırabilmek için seçtiği kurbanın özellikle Amerikalı bir genç yani sona kalan karakter Pax olması. Böylece filmdeki Yahudi Amerikalı bir önceki kurban Josh’un imge ikizi olarak sunulan Alman cerrah, geniş anlamlar diyarından seçilmiş bir antisemitizm eleştirisi ya da sulandırılmış bir yahudi katliamı ağıtına gönderme olmaktan çok onun birebir gönderme ikizi cerrah karakterinde sunuluyor. Aynanın iki yüzü gibi. Asıl burada bireysel ve kollektif şiddetin gerçekçi bir buluşması tamamlanmış oluyor. Tabi Alman ve Amerikan hesaplaşması da. Bu buluşmanın yeri ise özellikle seçilmiş gibi. Bireysel ve kollektif şiddetin buluşma mekanı, bodrum katında zindan odalarından oluşan insan mezbahası diye gösterilen bu yerler aslında Çek Cumhuriyeti’nde, 1910 da inşa edilmiş ve hala işleyen toplumsal tahakkümün örnek mekanlarından bir akıl hastanesinin 50 yıldır kullanılmayan bir kanadında yeralıyor. İnsanın sanat eserinin kendisi olduğu, sanat eserinin formunun gerçek anlamda bir yapıbozumuna uğratıldığı, fırçanın ya da spatulanın şiddet olduğu bir sanat gösterisi. Şiddete övgüye kaçabilecek bir dili var filmin. İnsanın içinde var olan birşey, sistemin kendisi gibi işleyen, eski ama kabul edilmek istenmeyip bu tip öteki yerlere sürülüp gözardı edilmiş ve unutulmuş. Bratislava’ya giderken trende karşılaştıkları Hollandalı işadamı eli ile yemek yerken hayrete düşen gençler medeniyet adına adama çatala ihtiyacın var mı dostum diye soruyorlar. Adam da özellikle böyle yemek istediğini, insanın kendi doğasıyla, çevresiyle olan birebir ilişkisini unuttuğunu söylüyor. Yemeğe saygı göstermelidir. Senin için ölen birşeye. Burada Rousseaucu anlamda insanın hem kendine hem doğaya karşı yabancılaşması akla geliyor hemen.

    Yemek ile insan arasına giren çatal, çok dişli medeniyet canavarı. İnsanın şiddeti ya da doğasını kandırmasına yarayacak aracı sistemler. Peki Rousseau gibi romantik bir felsefecinin böyle bir yorumda yeri nedir? Öncelikle Rousseau duyum ile yargı arasında ayrım yaparak başlar. Duyum, insanın dışarıdaki şeylerden pasif bir şekilde etkilenmesiyken yargı, duyumlar ve duyumlararası ilişkilerin kavranması olarak aktif bir eyleme tekabül eder. Bu sebeple insan yargıda bulunan kendi ile yargılanan dünya arasındaki ayrımı yapabilmelidir. İnsanlığın varoluşundan beri peşinde koştuğu gerçek de nesneler arasında varolan ilişkilerde bulunur ve gerçeğe, varoluşun gerçek nedenlerine-özgürlüğe ve bireysel bütünlüğe- insani yani dolayımlı ilişkilerden bağımsızca varolan ilişkilere dikkat edilerek, onları farkederek ve onlara önem vererek ulaşılır. Hatalar ise yargıda bulunanın kendi eyleminin sonucudur. Rousseau yargılara ne kadar az kendimi koyarsam (ki kendini yargıdan azade tutmak çok zordur) o kadar kesin gerçeğe yaklaşırım diyecektir. Vurgusu sağduyu ya da tedbire değil hareketlerin temel kaynağı ve siyasal koşullardaki açmazların kilit noktası olan iradenin eylemi üzerinedir. Böylelikle insan eşyayı, eşyanın bir diğeriyle ilişkisinden ziyade eşyaların kendisiyle ilişkileri doğrultusunda anlar ve değerlendirir. Kendiliğin bilinci insanın diğer insanların bilincinin nesnesi olma bilincini de içerir. Buradan da kendini beğenmişlik, kibir ve kendini sevmenin olanak ve olasılığına çıkılır. Bu durumun yol açacağı şey ise fikrin tiranlığıdır. Uç formunda bu durum yargılarımızın, yargılarımızın nesnelerinin aralarındaki ilişkilerden değil de kendimiz ve başkalarının ilişkilerinden doğması demektir. Bu sebeple başkalarının beklentileri benim doğru olduğuna inandığım iyi nedenlerden daha üstün gelecektir. Bu tiranlık sosyal ilişkilerin artmasıyla güçlenir. Çeşitlenen iş bölümü, üretim fazlasıyla artan zenginlik ve bunların sosyaldeki yansıması olan prestijde eşitsizlik insana istediğini söylettirir. İnsanın gerçek yargı ve ihtiyaçlarını gölgeler, bastırır. Gerçek ihtiyaç ve çıkarlarını bilmek olan kendini sevmek “self love” (İnsanda doğuştan gelen, tabiatında olan özgür irade -bilinçlilik, farkındalık, kendisi için iyinin unsurlarını anlamasına yardımcı olan öngörü, bilgi- ve mükemmeliyet -esneklik ve uyum sağlama kabiliyeti) ile yukarıda sayılanların ürünü olan siyasal bir yanılsamanın sonucu ben sevgisi amour propre’u (Toplumsallaştıkça prestij peşinde koşan insan, baskıcı ve tüketici olmak, güç arzusu, ötekini boyun eğmeye zorlama, aşağılama sayesinde zevk alma, kendi öneminin ispatını ve değerini üretme, tanınma, amansız rekabet ve çatışmanın tüm insani kurum ve ilişkileri işgal etmesi, aldatma, saldırganlık, yabancılaşma, kişisel çöküş, acı çekme) birbirinden ayırır. Bu Kant’tan beridir özne olmayı becerebilmiş ve Sade’in ekonomi politiğinin sermayesi olan bedenler üzerinde eyleyen insanın yaşattığı (kapitalist) şiddetin eleştirisidir.

    Naif karakter Josh filmin bir yerinde müstakbel katili, aslında hep cerrah olmayı istemiş ama bunu başaramamış Hollandalı işadamıyla ikinci kez bu sefer barda karşılaştıklarında Hollandalı işadamı onu sanki içinden Marquis de Sade konuşur gibi uyarır. Aslında arkadaşları kadar bu konularda rahat ve girişken olmayan, edebiyattan hoşlanan ama arkadaşlarının teşvikine gelen gence gerçekten doğru bildiğini yap der. Eğer sen kendinin ve bedeninin kıymetini bilmezsen, ben senden aldığım bu hakla bedenin üzerinde istediğimi yapma hakkını elde etmiş olurum. Nitekim adama göre, yanına gelip kendini dansa kaldıran kadınlarla birlikte olarak bu hakkı, kendi katiline kendi vermiş olur. Burada da arkaik toplumdakine benzer şekilde şiddetin ve cinsel arzunun yöneldiği nesne, kutsal kurban ayinleri ve meşru cinsellikteki gibi kurbanlarını birarada yaşayanlar arasından seçmez. Ailesinden ve evinden çok uzakta olduğu vurgulanan, buraya eğlenmek için gelmiş iki Amerikalı genç, Uzak Doğulu kızlar ya da macera arayan Avrupalılar. Herbirinin değeri ayrıdır. En fazla para da dünyanın genelinde oluşmuş bir tür Anti-Amerikancı duyguların ifadesi olarak Amerikalı avlara ödenmektedir. Eski rejimin kalıntıları üzerinde, kapitalizmin ilk önce şiddeti soktuğu geçiş aşamasındaki bir ülkede şizofrenik bir insani örgütlenme insanlara tuzak kurmaktadır. Kollektif başkalaşımlar, değişimler, yıkımlar ardından bu tür bir ara sosyalliğin ve siyasallığın kurucu ve yıkıcı edimleri. Henüz cüzdandaki olası üç kuruş para için değil sadece sakız peşindeki çocuk çetelerinin, istediklerini alamadıklarında insanın kafasını sopa ve taşlarla dağıtabildiği bir ara dönem. Özellikle Avrupa Birliği üyesi ülkelerinde övünülecek Guccilerin, Pradaların ve son model arabaların olduğunu söyleyen, ama filmde geri kalmış ve sorunlu bir ülke resmi çizildiği için filme sert eleştiriler getiren Slovakların tepki gösterdiği “eski rejimin yıkıntıları ve toplumsal sefil hal tablosu”nun sebebi, kurgunun, Slovakların iddialarının aksini söyleyen uluslararası raporlara da dayanarak bu iddiaların arasında gerçekliğe mesafeli durmak, şiddete daha bol ve vurucu bir yer ayırabilmek tercihi gibi anlaşılıyor. Bu sebeple filmde daha çok Rus etkisinin hala sürdüğü bir ülkedeymişsiniz havası yaratılıyor.

    Örneğin mekanlarda çalan pop müzikler 1982-1989 yılları arasındaki hit Çek pop müzikleri. Bu siyasi rejimlerin geçiş aralığında ise insani kurumlar da karşılıklı etkileşim içinde aynı çözülme ve yeniden yapılanmayı yaşarken şiddete yardakçılık yapıyorlar. Örneğin yerel polis bu örgütlü suç şirketiyle işbirliği içinde çalışıyor. Bu ara dönemde yeni yeni ülkeye nüfuz etmeye başlamış kapitalist sistemin kurucu dinamikleri, yasa ve yasadışını şiddetle beraber yeniden tanımlıyor. Derrida şiddet jestinin kurumsallaşması üzerine temellenen yasa, aslında itiraf edilmeyen bir yasadışılık içerir; yasa kendinden önce onu vareden bir şiddet üzerinde yükselirken kendisi aslında tanım gereği yasadışılaşır, der ve gövdesi artık kökensel bir suç ve yasadışılıktan ibaret olan bir yasadan bahseder. Bu bağlamda meşru bir şiddet tanımlamak bir o kadar da gayrı meşru şiddeti var eder. Bu şiddete maruz kalan ve hayatta kalmayı başaran Pax, işbirlikçi polislerden de kaçmayı becerir ama duyduğu hınç ile, seyirci gözünde meşrulaşabilecek bir neden olan hayatta kalmak için öldürme eylemi dışındaki her adımında şiddet halkasına yeniden bağlanır. Girard, nihayetinde şiddete son vermek için şiddetten vazgeçilememesi gerçeği bir yana konulacak olursa, arkaik toplumlarda belirleyici ilk şiddet halkasından sonra ikincisine bağlanmayacak bir sonlandırıcı, simetriyi kıran bir şiddet uygulamasından bahseder. Ama biz gelişmiş modern toplumlarda ise istenilen, şiddetin, karşılıklılık ilkesi doğrultusunda yargı sistemlerinde uygulandığı gibi bir cezalandırma ilkesiyle karşılanmasıdır. Aslında bu durumun yani öfke ve hınç duygularının tecrübe edilmesinin, karşılıklı şiddetten ya da şiddetin kendisini kullanan ve ona egemen olduğunu düşünene geri dönmesinden hiç farkı yoktur.

    Film, son kahraman Pax ölümden kurtulmuş seyirciyi rahat bir soluk almaya hazırlamış giderken bu gizli insan avı şirketinin amblemini dövme olarak taşıyan örgüt müşterisi ve arkadaşının katili Hollandalı işadamını kaçış yolunda farkedip de intikam almak istemesiyle son bulur. Filmin DVD’de çıkan son halinde ise Pax Hollandalı işadamının 5 yaşındaki kızını da öldürür, ama manidardir ki bu kadar meşru şiddeti ancak kabullenmiş insanların eski alışkanlıkları ve unutkanlıkları veya edindikleri medeni kazanımlar gereği kahramanın bu şekilde ileri gitmesinin oynadığı karakteri iyice kötüleştirdiği yorum ve eleştirileri doğrultusunda film bu sonla sinemada vizyona giremez. Ama sonuçta arda kalan kesilip, biçilip, dikilen insanlar, kopan kollar ve bacaklar, çıkarılan gözler karşısında ciddi anlamda terörize olmuş seyirci anlığı olur. Eli Roth’un da belki yapmak istediği sadece kendisi gibi sevenlerine bir şiddet filmiydi. Herhalükarda yapılana amaçlanandan ve taşıdığından fazla anlamlar yüklenmiş olma halini bir paranteze alıp baksak da, birçok Slovak’ın bizdeki Gece Yarısı Expresi vukuatı olarak değerlendirip isyan ettiği filmin çağrıştırdıkları itibariyle bir değeri olduğu kesin. Elbette bir kurgu olduğunu unutmamak gerek. Ama hayat da bir kurgu değil mi?

     
    Toplam blog
    : 1
    : 1891
    Kayıt tarihi
    : 25.06.07
     
     

    Bir darbeden önceki karışık zamanların birinde Limni ve Selanik'ten göçmüş iki kıyı memleketli ailen..