Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Ekim '09

 
Kategori
Öykü
 

"Kızıl elma" iki nokta ve delikanlı

"Kızıl elma" iki nokta ve delikanlı
 

Ha elma,ha nar:İkisi de ateş/Ne farkı var?


(Bu hikâye Elma, Armut ve Delikanlı arasında geçmektedir. Aslında hikaye de değil anlatılacak/anlaşılacak… Bu, vukû bulamayan vukûata, eskide takılanlar “lugaz asma” demişler; yeniye saplananlar “kulak asma!” demişler. Ya “ân”a çakılanlar? (Yağma yok; lugazı bana tek başına çözdüremezsiniz, ne kadar güler yüzlü görünsem de!) Lugazın yanına gelip de, “elinizde kalem”, ”dilinizde kelam”, ”gönlünüzde alem” ve “gözünüzde elemle” kendiliğinizle kendinizden geçerek bağdaş kurup oturmalı, onun gözüne gözüne bakmalısınız… Aman dikkat edin; siz onu çözün, lugaz sizi asmasın; ya da ayaklarınızı bir yumak düğümüyle bağlamasın. Fakat, emin olun bir çözümü var:Yalnızca, cesaret hokkasına alamet divitini bandırabilenler için…

Lütfen, kırmızı mürekkebin sırları kurumadan ve etrafa damlaları sıçramadan “vakti zamanında” yazınız…)

Başlayayım mı, kırmızı damlam kurumadan? Bir şey daha fısıldayayım mı, sessizlik tülünü ancak bir defa aralama edepsizliği hakkımı kullanarak; çözümü var, görüyorum ama ben de tam finaline ulaşamadım dar ağacının? Fakat, inanın ya bağdaş kuruyorum lugazın yanında ya da hokkamı elimden kaptıklarında koşuyorum onun arkasından, olmayan ayaklarımı unutarak…

Son hatırlatma: Ne olur, dikkat edin; çözüme koşayım derken, yalın ayak dolanmayınız yollarda… Bu yeni çağda oturdukları yerden, bir işaret parmağıyla bomba düğmeleriyle oynayanlar da varmış… Maazallah, ben söyleyeyim de… Bereket, ben ancak bu bombaların resimlerini biliyorum… Biliyorum ya; gerisi için, Mevlâm Kadir…

…………………………

Delikanlıyı “Mahmudiye” diye çağırmaktaydılar… Çağırmakta mıydılar? Hoş, delikanlının kulağına bu ad bir kere bile değmemişti ama… Yok yok delikanlı sağır olduğundan değildi kendi adını duyamaması…Bir kere olsun ona adı söylenmemişti… Neden mi? Tek cevabı var bunun: ”Hiç”… Koskocaman bir hiç işte… Neyse, ama delikanlı, adının Mahmudiye olduğundan, göremediği bedeninin varlığı kadar emindi…

Bu delikanlı, “gün”ün ne demek olduğunu, henüz bilmediği günlerden bir gün, penceresinden dışarı yürüyerek çıktı. Bir iki adım atmıştı ki; parıl parıl parlayan, insanı ısıtan, çevreyi ışıtan, göğe yaydığı kuşağı ile uzandığı yeri sıkıca sarmalayan bir ışık huzmesiyle karşılaştı. İşte, kafasını uzattığı o ilk anda, o huzmeye takıldı ve o andan sonra sonsuzluk denizinde “o”ndan başka bir şey göremez oldu. Işığa doğru ilerledi. İlerledi. İlerledi. Ve ışığın yanındaydı işte: Elini uzattı ışığa. O da nesi? Dokunduğu her noktadan alevler yükseliyordu. Alevler, masmavi alevler… Alevlerin büyüsüne o kadar kaptırmıştı ki kendini; elinin içindeki ateşin sıcaklığı daha kurumadan ışık topunun kıpkırmızı kesildiğini ve olduğu yerde çakılıp kaldığını fark edemedi bile… Öylesine donakalmıştı ki, kor olan ellerine inat; belki de ışık topu ona bir an bile bakmadan sırtını dönüp gitmişti, başka başka göklere, bunu bile anlayamadı… İşte, öylece kalakalmıştı yerinde. İleri adım atmak istedi:Yok… Geri adım atmak istedi:Yok… Bir avuç volkanı kendine çekeledi:Yok… Avaz avaz bağırmaya başladı, sağa sola… Sanır mısınız ki, onu çevreleyen tek göğe, avazını duyurmak çırpınışındaydı tam da o demde; bulabildiği yüzlerce göğe bağırdı, kanat çırparak her dem. Bağırdı, bağırdı, bağırdı… Sesi tükenene kadar… Dinlemek, anlamak, anlatmak, uzanmak, sarmak, koşmak, kaçmak istedi, istedi, istedi, istedi…Yok, yok, yok….Eli yok olmuştu, dili yok olmuştu, ayağı kırılmıştı…Kalakaldı delikanlı…Ben diyeyim ki bir, siz deyin ki bin yıl…Öylece durdu… Gökyüzünde asılı kalakaldı… Karşıda ona bakan ateş topuyla beraber… O bakış da, delikanlının gözlerinin önünde sarı bir tül gibi asılı kalakaldı…

Ateş topunun Mahmudiyeyle bir anlık da olsa göz göze gelebildiğini size söylememiş miydim? Ateşim çıkmış da ondan unutmuş olmalıyım… Affedersiniz artık; böylesi kusurları yolumuz boyunca…

Aradan asırlar geçti… Gözünü ateş topundan ayırmadan asılı kaldığı yerde kendini dinledi Mahmudiye… Dinledi, dinledi, dinledi, dinledi… Bilinmez ki kaç vakit geçti?Hay Allah! O da nesi? Olmayan ellerini, olmayan ayaklarını saymazsanız bütün bedeni masmavi bir ışıktı, saçları alev alev ve allı pulluydu kanı delinin… Daha da muhteşemi; hep tam karşısında duran ve artık gözünden hiç kopmayacak bir rüya haline gelen ateş topunun, aynısının, bedeninin içine yerleştiğini duyumsadı içinin derinliklerinde… Ve bu muazzam kırmızılığın, her şeye rağmen, onu sonsuza dek yaşatacağını hayretler içinde fark etti. O an, tüm gücüyle karar verdi… Tüm renkleri; göremese de, tutamasa da; duyumsayarak kendinde yaşatacağına…

Başında paramparça takılı kalan hafızasını yokladı: Eskileri hayal meyal hatırladı yeniden…Ateşten yanan ellerinin tutabileceği ya da topal ayağının sekebileceği tek yeri anımsadı: Evim, evim, evim diye mırıldandı güçlükle… Kararı billurlaştı önünde, sessizce bir ses döküldü kalan yoluna: Evime geri döneyim, her daim baktığım ve beni saran sarı ışıkla, bedenimdeki mavi hareyle ve içimde beni yaşatan kırmızı noktayla hemhal olup, ”hiçlik denizi” için yaşayayım…

Tüm bombalara rağmen ayakta kalmayı başaran topal bir çocuktu artık Mahmudiye… Ama eski halinden çok daha fazla yaşam sevinci ve koşma arzusu vardı. Donduğu yerden, renk cümbüşünün enerjisiyle evine rücu etmekti niyeti… Evi? Evi? Evi? Aman Allahım, evi de yok olmuştu… Fakat, içindeki ateş; onun durmasına engel oluyordu artık… Hep bir yerlere koşmalıydı, yüzündeki sarı tülü çıkarmadan. Hiç durmamalıydı, topal ayağının topallığının sebebini topal ayağına asla sormadan…

Bir emeli vardı yanan içinde: Kendine bir bahçe bulmalı, içindeki kızıllığa eş olmasa da kıpkırmızı elmalar yetiştirmeliydi… Elma yetiştirmek… Evet, işte hayata tutunmak için alev saçlı, mavi bedenli, kor yürekli “delikanlının” yapabileceği tek şey buydu…Gözünün önünden gitmeyen ve içine ayan beyan yansıyıp da yaşattığı, içindeki için “içine benzer” kırmızı elmalar yetiştirecekti…O zaman, bir bahçe bulmalıydı… Bir daha hiç dışarı çıkamayacağı, kalan parçalarla bir dam yapabileceği, damın penceresini kazara açtığında bir daha, başka bir ateş topu görüp de yanamayacağı şekilde parmaklıklarla örülü bir bahçe bulmalıydı kalan kendine… Görevini biliyordu artık: ”bahçe bekçiliği”… Kendi gibi mavi renkte olmayanlar, onun dış bahçenin bekçisi olduğunu sanacaklar; o ise iç bahçesinin ebedî bekçisi olacaktı…

Yıllarca elma bahçesi aradı gözüyle, yıllardır bir ses bekledi göklerden; ikisini de bulamadı… Ama karar karardı; içindeki yüreğini hemen, şöyle sıkıca bir bohça yapıverdi… Bana bir parça su verir misin, diye seslenen (Acaba, gerçekten bir ses duyabilmiş miydi ki? Sorgulamadı galiba…) armutların bulunduğu bahçeye yöneldi. Armutlar onu çok sevdi ya da armutların onu sevdiği hissine sarılmak istedi, O.Armutların onu sevmelerini ya da onun bakıcılığının lezzetine hayran olmalarını sevdi zamansız ve mekansız alışkanlık acısıyla… Çaresiz, armut bahçesinin bekçiliğine razı oldu, ardına ve önüne bakmamaya kendini zorlayarak. Daha, bahçeye attığı ilk adımda görmüştü; armut bahçesinde fazladan ayak zincirleri de vardı ama… İçindeki kızıllık için katlanırdı buna. Katlanacaktı… Zaten, bir daha gökyüzüne sefer de yoktu aklınca… Gökyüzü seferleri iptal olmuştu süresiz , yolculuk resimleri dursa bile…

Sevindi armutlar… Yeşeren bereketin dilinden anlayan bir Bahçıvan buldular diye… (Bahçıvan, yeşilliği kimden almıştı ki?) Bahçıvansa, iç enerjisini nerden aldığını söylemeyen bir dilsizlikle armutlara iyi baktı; gökyüzünde ilk ve tek kez ona bulaşan sevgi yağmurunun onda kalan çiğleriyle… İyi bakması gerektiğine inandı armutlarına… Elinden başka ne gelirdi ki zaten? Üstelik, armutlar ona inanmıştı… Bu bahçede nice mevsimler geldi geçti…

Dilsiz (ama asla yüreksiz değil) delikanlının; geçen zaman içinde, kızıl elması rüyalarına sıkışmıştı… Armutları bile, can çekişen bu rüyadan haberdar değildi… Bu rüyalar, ona içten hem güç veriyordu; hem de aynı amanda, onun dışarıdaki bekçilik görevinde ona acımasız oluyorlardı… Öyle bir yerde sıkılmıştı ki, bağırsa bile kimse nerede sıkıştığını duyamazdı… Bağırmaya hakkı kalmış mıydı ki? Bağırsa ne derdi ki;hayal miydi düşleri, gerçek miydi terleri?

Yüreği her daraldığında, her nefes alışının kesileceğini anladığında; ya da tam tersi umutsuzlara umut olduğunu anladığı o mutluluk anlarında; yani soluduğu her anda, gökyüzüne bakmaktan bir an olsun vazgeçmedi aslında, kendinde sevdiği şu eşsiz inatçılığıyla…Değil mi ki, iç enerjisini ateş topuna borçluydu… O ateş, ateş olduğunu bilmese de…

O arada, zamanla armutlar, olabildiğince oldular… Hatta armutlar bir parça da ileri gittiler; bekçiye minnet dolu oldular… Oysa bekçi minnet istemiyordu, yalnızca bekçi olduğunu bilmekle yetinmesi yeterdi ona… Nerden bilecekti ki, işte bu bilmek her şeyden beterdi….

Bir gece… Gündüz işlerini layıkıyla bitirmesine rağmen, tüm renklerini kucağına toplayıp da “ay”ın karşısına geçip ışığı seyretme cesaretini buldu kendinde… Yooo, hayır olamaz… Torbasında tüm renkler olmasına karşılık, neden bu gece ateş topunun kaybolan rengi aklına geldi ki? Bu düşünce, bu duygu, bu dürtü, bu rüya, bu sefa, bu efsane, bu hayat, bu cesaret, bu acı, bu mutluluk? Ne ise “bu” denen; bir felaket olmalıydı. Felaket; zar zor ayakta duran yılların delikanlısı olan için felaket olmalıydı; asıl rengi aramak! Ne demekti şimdi bu: Sen tut da, havada tutulup kaldığın ateş topunu hatırla… Felaket… Felaket… Felaket…

Hem sonra o ateş, onu acaba hiç, bir bütün olarak, bir can olarak görmüş müydü? Tüm renkleri kucağında kalakalan delikanlı, sırf ay ışığına bakma gafletine bir anlık düşüşüyle; bir armut bahçesinin bekçisi sıfatıyla, haddini aşan düşlere düştü…Günlerce düşlerinden uyanamadı….Uyanamadı…Uyanamadı…Uyanamadı…İç ısısı günden güne artınca, bir gün ateşler içinde uyandı…Uyandı bir gün aniden…Uyan delikanlı felaket değil bu…Hayra yor…Felek etti, felek ekti sadece…

Bir gün… Bahçede düş gören Muradiye; geceden sabaha kadar uyuduğu yerinden, buz gibi taşın üstünden; doğruldu, uyandı… Sabahın ilk ışıklarıyla; elinde, avucunda, ayağında kalanı hiç düşünmeden; ama yüreğinde sarmaladığının tamamını sırtlayarak kuş olup gökyüzüne uçuverdi…Uçarken korkuyordu; titriyordu… Uçarken, korkmuyordu;ayağı sağlamdı… Uçarken, konuşuyordu; gülüyordu… Uçarken, susuyordu; ağlıyordu… Ama, ama, ama asırlar evvel ayrıldığı yerin tam o noktasında ateş topu ona bakarak duruyordu… Fakat, ikisi de cesurdular…Bakışı şimdi neye yormalıydı ki? Hangi renkti, bakışmışlıkta eksik olan? Yüzünde sarı tül öylesi bir perdeydi ki Mahmudiyeye; bakışı ve duruşu “o anın karesiyle” yoramadı… Uçuşu ve donuşu da elbette… En iyisi, “kimseyi” yormayalım, hiçbir “şeye” yormayalım dedi tamlığın içinde kalakalınan o yarımlıkla… Fakat, ikisi de sıcaktılar… Sarıldılar, baktılar ve sustular…

Ateş topu, delikanlıda ne gördü yeniden; Mahmudiye bıraktığından daha fazla ne buldu ateşte tazeden? O sarılmadan baki kalan bir gülümseyiş var onların elinde huzurla…Bu huzur, lugazın önemli bir yeri olmalı bizce…

Sonrası mı? Tekrar, başa dönemem….. Sonrası… Sonrası….Demedim mi ben size, bu bir lugaz diye…Bu lugaz beni astı; kuşu astı; kediyi, gemiyi, maviyi astı diye….Sonrası için, işin içinden yalnızlığımla sıyrılabilseydim, yardım diler miydim sizden? Dönün bir bakın da bir kelam edin diye bağırır mıydım tüm suskunluğumla…Bulaştırır mıydım arsızca divitimi kırmızı boyaya?

Ama gördüm ki; delikanlı, bir şeyden haberdar olamayan armutlarına dönmeyi diledi, tüm çaresiz isteksizliğiyle…Diledi mi, dilendi mi yoksa? Mahmudiye, ateşine dönemedi bütünün arzusuyla…Bütünün yanışı tam mıydı, sizce? Ateş topu, kim bilir; ne ezelden, delikanlının renklerine katkıda bulunduğunun farkındaydı, ne de Mahmudiyenin ne aradığını anlayabildi ona göre ilk, delikanlıya göre ikinci sandığımız karşılaşmada…Olanı ya da kalanı yaşadı cesaretle bizce, ateş de kendince? Ya da bilinmez; ateş her şeyi anladığı için sustu… Ateş, delikanlıdan hiçbir şey anlamadığı için sustu… Belki, delikanlı her şeyi anladığı için sustu ve bu anlayışla isteksiz zincire pustu.

Belki de, tüm ve tam arzu kızıl elmadaydı ellerle bütünleşen?… Sustular… Bu durumda da, armutların ne günahı vardı? Topal delikanlıya ne buyurulur, şimdi? Yakan ateşe ne demeli, her dem? Tutanlara, koşanlara, uçanlara, susanlara, yananlara ne demeli, ezelden? Ben çıkamadım bu lugazın içinden, hepten…

Ama içimdeki o ışık diyor ki; bunun bir mavi yolu var… Herkesi rahatlatacak bir çözüm… Lugazı kim çözerse, ”usta” o olacak…Usta ki; makul, mütevazı, mülayim…Çözmeye arzulu, çözüme cesur…Elbet, çözümü de mutedil olacak…

Ah ateş var ama bir de ayaklarım olsa, çözeceğim de…Ve tabii, er geç kızıl elma kazanacak….Elma, öyle söyledi…

Lütfen, söyler misiniz; lugazı asanın da lugaza girenlerin de bir günahı var mı? Lugazdan çıkmak isteyenlerin günahı olur mu? Ya da lugazı çözmeye uğraşanların acısı, cezası ne ola ki? Delikanlıca çıkıp, lugazı çözer misiniz?

Dillere sağlık, bereket olsun da; biz çıkalım kerevetine… Mahmud, tüm kanı delilerin yardımını beklemektedir…

İpucu:1.Lugazı çözüp de “ateşe” ve “kırmızıya” yardım etmek niyetinde olursanız tüm renklerinizle; unutmayın, Mahmud kel değildir; güneş, aslında yürüyebiliyor ve dilsizler çözmeye cesaret edemez.

2.Mahmudiyeyi birkaç şekilde düşünebilirsiniz.

(Ben, biraz denedim bu yolları; çözüm olacak da, sesimi duyuramadım, siz de deneyin: bağırın hele olacaklara:) Mahmudiye: · Mahmudu-ye · Mahmud-diye · Mm ah bu diye… · Mâh bu diye… · Mahmud bu be! · Mm âh bu dü-(ye-k) · Mâh bu duyy… eee · Mabud mu ne? · Ahh uhh bu be.. · Vaaah bu ne? Mahf bu diye? vah vah diye? · Miyau diye (aaa, bu olmadı galiba…neyse…düşersiniz….)

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..