Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Aralık '13

 
Kategori
Öykü
 

"Unutabilirim her şeyi"

"Unutabilirim her şeyi"
 

‘’Unutabilirim her şeyi.

Her şeyi unutabilirim hiç yaşanmamış gibi.

Dünyaya hiç gelmemiş, bu dünyada hiç nefes almamış gibi.

Hatta annemin, babamın üzerine titrediği ay parçası bile olmayabilirim.’’

Son zamanlarını iyice yazıya vermişti artık kendini. O an gelmeden bir şeyler yazmak, o an geldiğinde hatırlayabilmek için belki de yazmayı çok önemsiyordu. Yalnız mı karşılamalıydı yoksa birilerinin yanına mı sığınmalıydı. Sığınmak kelimesine belki de lise yıllarında nefret etmeye başlamıştı. Öyle diyordu ya babası. Hayatta bir kızın yapacağı son şeydir birilerine sığınmak. Çünkü toplum o ihtiyacı giderecek kadar insan değildi artık. Toplum ve yargıları değişmişti. İnsanlar her ne kadar Müslüman görünse de dininden bir o kadar uzaklaşmıştı. Her şeyden çıkar umar bekliyorlardı. Ve içine kapandıkça insanlar daha çok içlerinde bastırdıkları duyguların esiri oluyorlardı. Dışından gördüğün insanlığın içinde uyuyan şeytan, insanların zaaf gösterecekleri anı kolluyordu. Kime güven duyacağını önceden kestirmek zorundaydın yaşarken. Eğer yaşamın içinde bir yerlere geleceksen çok iyi bir yaşam savaşçısı olmak zorundaydın.

Böyle büyümüştü Nesrin. Güçlü büyümek için ailesi tarafından yönlendirilmişti. Doğru kararlarında her zaman ailesinin desteği arkasında hissetmiş, yanlış kararlarında ise sessizce dikkati çekilmişti. Şimdi geldiği noktaya baktığında onların yönlendirmelerinin payını görebiliyordu. Ama işte hayat yirmi sekiz yaşına geldiğinde çelmesini takmıştı. Annesi geliyordu hemen gözünün önüne.

-Bak kaç oldu kapına geleli, kalkacaksan kalk yoksa uyuyup kalacaksın yatağında. Benden günah gitti.

Sonra babası geldi.

-Benim kızım hiç kimseye kendini ezdirmeyecek kadar güçlüdür.

Sonra kardeşi geldi.

-Abla, rahat bırak beni.

Her zaman yuvasındaki içtenliği tadını alarak büyümüştü. Ve babasının dediği gibi, kimseye kendini ezdirmemişti işte. Evet, sevdaya benzer duygular yaşamıştı ama içtenliğinden dürüstlüğünden emin olmadığı tuzaklara da düşmemişti. Ama tam birini sevmeye başlamışken… Olmamıştı işte, dünyanın en anlamlı duygusunun tadına varmadan gidecekti. O bunları düşünürken telefonu çaldı. Ekranda doktor’um yazıyordu.

-Buyurun, Çiğdem Hanım; ben Nesrin.

-Ah, Nesrin Hanım; merhaba, nasılsınız?

-Teşekkür ederim, iyiyim; ya siz?

-Şey ben pekiyi değilim Nesrin Hanım.

-Boş verin sadece ne kadar kaldı söyleyin desem?

-Ben böyle yapmak istemiyorum aslında biliyorsunuz. Gelin hastanemizde kontrol altına alalım sizi. Ne dersiniz?

-Bunu daha önce konuşmuştuk biliyorsunuz.

-Evet, konuşmuştuk biliyorum. Ama daha güzel bir veda için bir yanınızdayız unutmayın.

-Biliyorum Nesrin Hanım, teşekkür ederim.

-Sanırım bir altı ayımız var Çiğdem Hanım. Son günleriniz için acılarınızın ölçüsü ne yazık ki biraz kaçacak. O aralar için size reçete yazacağız. Ancak unutmayın birkaç ay sonra çevrenizdeki insanları tanımamaya başlayacaksınız. Sonra hatıralarınız silinecek ne yazık ki. Bu sıralarda yanınızda mutlaka bir yardımcınız olmalı veya bir akrabanız. Yinede umudunuzu yitirmenizi istemiyorum. Tıp çok hızlı gelişip değişiyor. Ben tekrar söylüyorum, lütfen hastanemize gelip size yardımcı olmamıza yardım edin.

-Teşekkür ederim ilginize ama ben son veda mı tek başıma karşılayacak kadar güçlüyüm inanın. Yardımlarınız için teşekkür ederim.

-Uğrar mısınız reçeteniz için?

-Evet, bir ara gelir alırım merak etmeyin.

-Hoşcakalın.

-Siz de.

Sonra oturduğu yerden kanepeye uzandı. Senaryosunu kendi yazdığı hayatının belirli bölümlerini canlandırdı gözünde. Dik durduğu gençliği geldi gözünün önüne. Polise taş atmalar, yan yana sokaklarda slogan attığı arkadaşları, ifadesi alınırken ki polis memurlarının dik ve acıyan bakışları, her şey gözünün önünün silinecek miydi birkaç ay sonra. İçimde hiçbir şey uhde kalmamalı diyordu kendince. Bir ya da birkaç eylem yapabilecek kadar ömrü var mıydı acaba? Ne kadar zaman sonra uzun uyumalar başlayacaktı. İnsanın memleketi için demokrasi savaşı yapabilirken bedeni için savaşamayacak durumlara düşmesi içini yakıyordu. Ağlamayı yasakladığı gözlerinden ilk defa istemsiz birkaç damla gözyaşı yanaklarına doğru ilerlerken birden irkildi. Aceleyle lavaboya koştu. Gözlerinden damlayan gözyaşlarını görmemek için telaşla yüzüne su çarptı hemen. İki eliyle lavabonun kenarlarından düşmemek için tutundu. Ama dayanamadı koyuverdi kendini. Üstelik burnu da kanamaya başlamıştı. Akan suyla lavabo pembe renge büründü.

Hastaneden çıktığında gece yarısını çoktan geçmişti. Burnunda hâlâ yanan burun damarının kokusu hoşnutsuzluğuna bir de somurtkanlık eklemişti işte. Eve gelip doğruca yatağına uzandı. Kim bilir uyandığında belki de tüm yaşadıklarının bir rüyadan ibaret olması ihtimali…

Sabah uyandı, her zaman ki gibi hazırlandı. Önce duş, sonra makyaj, sonra özenle giyindi. Dışarı çıkıp, park yerindeki arabasına baktı. Yanına kadar gelip arabanın tavanını okşadı elleriyle, sonra başını kaldırıp oturduğu daireye baktı. Lüks bir arabası vardı ve oldukça pahalı bir dairesi. Çantasındaki banka cüzdanı da kabarıktı. Arabasına binmedi, sokağa çıkıp bir taksi çevirdi. Adresi söyleyip taksinin camından dışarı seyretmeye başladı. Sabahın ilk saatlerinde sokaklarda telaşla koşuşan insanlar vardı. Nesrin aslında ne yapması gerektiğini bilmiyordu. İşin kötüsü ne yapması gerektiğini de kendisine söyleyecek yanında anne ve babası yoktu. Üstelik kardeşi de askerdeydi. Düşünceler içinden taksinin durmasıyla uyandı. Parayı uzattı. Taksiden çıkıp bankanın merkez binasından içeri girdi. Onu gören herkes bir an duraklayıp gülümsüyordu. Asansöre binip, müdürlük katına çıktı. Ceo yazan kapının hemen yanındaki sekreterin karşısına dikildi.

-Umarım geç kalmadım?

-Hayır, Yılmaz Bey sizi bekliyor efendim. Buyurun, girebilirsiniz.

Kapıyı aralayıp içeri baktı. Yılmaz Bey çok katlı binanın camından dışarı bakıyordu. Döndü, gülümsedi ona.

-Buyurun Nesrin Hanım. Hoş geldiniz. Ya da yanıma gelin camdan Ankara’yı birlikte seyredelim.

-Tamam, karmaşanın ağa babası Ankara’yı birlikte seyredelim.

Camın önünden Ankara’ya birlikte baktılar. Yılmaz Bey’in yanına dikildi Nesrin.

-Seviyorsunuz değil mi Ankara’yı?

-Sadece Anıttepeden dolayı severim Ankara’yı. Sadece kurtuluş savaşı zamanında hak ettiği değeri bulmuş bir şehir Ankara. Sonra, Gazinin yaşadığı şehir. Sokaklarında yeni bir devlet kurma düşüncesinin hayata geçtiği şehir burası. Ve, biliyorsunuz işte; ondan sonra hiç iyi yönetilemedi.

-Ama, Melih Bey bir şeyler yapmaya çalışıyor bakın.

-Hah ha, yüzyılın komedisinde birkaç cümleniz olacaktır mutlaka değil mi?

-Sizi güldürdüm mü?

-Melih Bey vasıtası ile evet. Melih Bey Ankara’nın çaresizliğidir. Hep düşünmüşümdür nasıl yıllardır hâlâ Başkan olabiliyor diye. Sanırım sürekli göç alan bir şehrin eğitim seviyesi ile alâkalı olsa gerek.

-Belki?

-Neyse, Nesrin Hanım. Sanırım istifa ettiniz? Birlikte daha uzun yıllar çalışmayı çok isterdik. Bankamız istifanızı araştırdı ve bir takım bulgulara ulaştı. Tabi, siz ne kadar belirtmeseniz de. Sağlık probleminizin ne olduğunu öğrendik ve sağlık sigortanızı devreye soktuk. Siz istemediğiniz halde.

-Ben, istememiştim Yılmaz Bey.

-Biliyorum Nesrin Hanım. Yine de bankamız bunu size bir vefa borcu telâki etmiş ve sigorta sorumluluğu daha yerine gelmeden beş yüz bin Türk lirasını hesabınıza aktarmıştır. Sanırım tedaviniz için hiçbir zaman yetmeyecek ama geride kalan yaşam süreniz için rahat bir yaşam sürmenize olanak sağlayacaktır.

-Teşekkür ederim.

-Ayrıca daireniz ve arabanız için belirlediğiniz miktarlarda bankamız içinde müşteriniz var. Sekreterime uğrarsanız müşteri isimlerini öğrenip satış işlemlerine başlayabilirsiniz.

-Peki, uğrarım Yılmaz Bey.

-Yardımcı olabileceğim başka bir şey varsa lütfen söylemekten çekinmeyin.

-Teşekkür ederim, daha ne yapacaksınız? Elinizden gelenleri fazlasıyla yaptınız zaten.

Dışarı çıktı, sekretere yeniden uğrayıp satış işlemleri için acelesi olduğunu ve gün içinde halletmesi gerektiğini söyleyip son defa büroya uğradı. Masasını boşalttı. Bir kutu içine özel eşyalarını doldurup, çalışma arkadaşlarına veda etti. Öğleden sonra arabası ve evini de satmıştı. Evi boşaltmak için bir gün süre istedi. Çok yorgundu, akşamdan büyük koltukta uyuyakalmıştı. Gece yarısı uyandı, evde bir süre gezindi. Sonra annesini ve babasını aramak aklına geldi. Onları da telâşlandırmak istemiyordu ama sabahtan yola çıkmak bir an önce bu şehri terk etmek istiyordu. Telefonu eline alıp evini aradı. Babası çıktı,

-Merhaba baba, uyumuş muydunuz yoksa?

-E, herhalde yavrum. Hayırdır bu saatte?

-Sadece yarın geleceğimi söylemek için aradım baba.

-Vay, işte bu habere sevinilir kızım. Buyur gel. Bir yaramazlık yok değil mi?

-Hayır, yok baba; merak etme. Yarın bol bol konuşuruz oldu mu?

-Tamam, yavrum; bekliyoruz. Annen ne çok sevinecek bilemezsin. En iyisi sabah söyleyeyim ona bu güzel haberi.

-Tamam, babacığım yarın görüşmek üzere iyi geceler.

-İyi geceler kızım.

Ertesi gün uyandığında vakit neredeyse öğleni bulmuştu. Yatağından kalkmakta çok zorlanmıştı. Bavullarını doldurdu, telefonla bir taksi çağırdı. Son defa eve baktı. Hüzünlendi biraz. Geriye dönüp sehpanın üzerine iki yüz lira ve bir not bıraktı. Elektrik faturası için, yeni evinizde mutluluklar dilerim. Hoşcakalın.

Taksici bütün bavulları taksiye doldurup, nereye deyince biraz sorun yaşar gibi oldular. Ama ücreti biraz fazla verince anlaştılar hemen. Yolda bir simitçinin önünde durup birkaç simit aldı. Kahvaltı yapmamıştı ve simit iyi gelmişti doğrusu. Bir ara taksici dönüp,

-Özür dilerim solgun görünüyorsunuz hanımefendi.

-Ben biraz rahatsızım. Merak etmeyin arabanızda ölmem ama.

-O nasıl söz efendim, ağzınızdan yel alsın.

-Önemli değil ama ölüm de hayatın en acı gerçeğidir.

Doğrusu taksici biraz korkmuştu. Biraz sonra taksiciden trt 3’ü açmasını istedi. Hafif müzik çalıyordu, uyuyakaldı öylece. Öğleden sonra varmışlardı beldeye. Evi tarif etti. Taksi evlerinin önünde durunca, pencereden taksiyi gören babası evi telâşa verdi. Anne ve babası koşarak evden bahçe kapısına çıktılar sarıldılar kızlarına. Bavullar taşındı, taksicinin parası ödendi. Sonra pencere dibinde sorgular başladı. Nesrin en sonunda dayanamayıp,

-Sizlerle açık konuşmak istiyorum. Ben sözümü bitirinceye kadar eğer sözümü kesmezseniz çok sevinirim. Ben rahatsızım önce bunu en baştan söyleyeyim. Bir anne ve baba olarak böyle bir acıyı sizlere yaşatacağım için çok üzgünüm. Beni anlamanızı ve yanımda yer almanızı istiyorum. Önce hastalığımın tedavisi şu an için yok. Söylemesi zor, yaşanması daha da bir başka zor. Ama sizler eğer yanımda dik durabilirseniz benim için daha kolay olacak. Ben kan kanseriyim, yaklaşık altı ay sürem var görünüyor. İlaçlarım hastalığımı daha acısız geçiştirmek için yardımcı olacak. Arada bir hastaneye gidip kan nakli yapacağız. Ancak bir süre sonra sanırım hafızamı kaybetmeye başlayacağım. O kimliksiz anlarımda bana kim olduğumu hatırlatmanızı istiyorum. Eğer yanımda bana ağlarsanız beni çok üzeceğinizi bilmenizi istiyorum.

Cümlesi biter bitmez annesi odadan çıktı. Babasının gözünde biriken iki damla gözyaşı camdan odaya dolan güneş ışığıyla parladı neredeyse odayı ateşe verdi. Nesrin bakışlarını babasından alıp pencereden dışarı verdi. Dışarıda akşam olmak üzereydi. Akşam güneşinin tam toprağı kızıla boyama vaktiydi. Hatta dağların yamacındaki çam ağaçları nasıl bir renge bürüneceğini şaşırmış adeta suçlu bir çocuk gibi renkten renge giriyordu. Evlerinin önünden ara ara geçen insanlara baktı bir süre. Sonra yerinden kalkıp üçlü koltuğa uzandı yavaşça. Babası aynı yerindeydi, hâlâ aynı yerde dikiliyordu. Yastığı başının altına koydu. Derin bir nefes çekti içine. Neler yoktu ki o nefesin içinde. Okul dönüşü sarınılan ana, okul çantasına sığmayan kitaplar hatta cin Ali hatta Ayşegül sayfalarının kokusunu alıp ciğerlerine dolmuşlardı. Pencereden onu eve çağıran annesinin öfkesi, babasının şefkatli elinin sıcaklığı, hatta komşunun söz dinlemez arsız köpeği yine kümeslerinin çevresinde dolanmaya başlamıştı. Bunlar hafızasından silinmemek için çırpınırken birden yanında Erdal belirdi. Sınıf arkadaşıydı Erdal, beraber gidip gelirdi okula. Onunla yan yana yürürken kendini nedense büyük hissederdi. Hatta olanca terbiyesini takınır yaşından beklenmeyecek bir olgunlukla onunla yürümeyi zevklendirirdi. O hayaller hafızasında canlanırken birden gözlerini araladı. Babası hâlâ aynı yerdeydi. Bu sefer göz pınarlarında bekleyen gözyaşları yanaklarından boynuna yol almıştı bile. Tiz bir sesle.

-Baba, hani benim bir arkadaşım vardı. Okula beraber giderdik. Adı Erdal’dı değil mi?

Babası bir an silkindi, kızına baktı biraz şaşkın.

-Evet, kızım adı Erdal’dı.

-Nerde şimdi baba?

-Sokaklardadır herhalde. Bilemiyorum, epeydir görünmüyor ortalarda. Nerden aklına geldi kızım Erdal?

-Bilmem, belki onu da unutmaktan korkuyorum. Uyanınca anlat onu bana olur mu?

-Tamam, kızım, şimdi uyu; uyanınca anlatırım onu ben sana.

-Baba bir şey daha söyleyeceğim ama kızmayacaksın.

-Neymiş o kızım?

-Bu Erdal var ya, ben Üniversiteye giderken bana ne dedi biliyor musun?

-Ne dedi kızım.

-Beni çok sevdiğini hatta bana âşık olduğunu söyledi. Hani belki bilmen gerekir diye söyledim.

-Söylemen iyi oldu yavrum. Ama biz biliyorduk zaten, merak etme.

-Ya, öyle mi?

Sonra uykuya yenilen göz kapakları hafifçe kapandı.

Ertesi gün sabah ezanıyla uyandı Nesrin. Yeni doğan güneş odaya dolmaya, eşyalar arkasına saklanan karanlığı uzaklaştırmaya başlamıştı bile. Karnı zil çalıyordu. Koltukta doğruldu etrafına bakındı. Babası tek kişilik koltukta üzerinde bir battaniye örtülmüş uyuyordu. Annesi odada yoktu. Ayağa kalktı. Yatak odasının kapısını açınca annesini yatağında uyurken buldu. Gözleri şişmiş, yanaklarından akan gözyaşları güzel yüzünde izler bırakmıştı. Yavaşça yatağın yanına oturdu, bir süre annesini izledi. Sonra annesini belinden salladı. Az sonra annesi gözlerini açtı.

-Anne namazı bıraktın mı yoksa?

-Ah, ezanı duymamışım kızım. Bırakmadım tabi. Hemen bir çay koyayım bu arada namazımı kılarım. Baban uyandı mı?

-Yok, anne uyuyor.

-Ah yine geç kaldı desene namaza, camiye giderdi o her sabah. Gitmediği zamanlar arkadaşları onunla dalga geçiyorlarmış. Neyse evde kılsın artık. Hem, dur bir dakika; sen yavrum.

Sonra göz pınarlarında kalan son damlalar da akmaya başladı. Elleriyle gözyaşlarını sildi. Kızının yüzüne şöyle bir baktı. Ne kadar da güzel gülümsüyordu kızı. Kızını bir an beyaz harenin içinde görür gibi oldu. Onu öyle görünce bir gülümseme geldi yüzüne. Oysa hiçte gülümseyecek durumda değildi ruh hali. Sonra dudakları bükük etrafa bakındı, başını önüne eğdi. Nesrin yüzünde kalan o güzel gülümsemeyle yataktan kalktı salona yönlendi.

Mutfağın her yerini deli gibi dolanan suskunluğu kovalamak için üçü birden adeta savaşıyorlardı. Ne zaman sessiz bir an yaşansa istenmeyen o hastalık hemen hatırlanıyor hüzün yüzlerinde gezinmekten zevk alıyordu. Mutfaktan ilk babası çıktı, giderken de geriye dönüp;

-Kahvemi biraz şekerli yap hatun, ağzımın hiç tadı yok bugün.

Salona girince pencereye yöneldi. Pencerenin önüne geldiğinde bahçe kapısında dikilen Erdal’ı gördü. Yine elinde bir tutam çiçekle bahçe kapısında bekliyordu. Eşref Bey bir an ne yapacağını şaşırdı. Duymuştu demek Nesrin’in geldiğini. Hemen aceleyle kapıdan dışarı çıkarken mutfaktan Melihat Hanım seslendi,

-Efendi nereye, kahven hazır kızın getiriyor. Özlemişsindir kızının elinden kahve içmeyi.

-Hemen geliyorum Melihat, az beklesin cezvede.

Koşarak bahçe kapısına kadar geldi. Erdal onu görünce kaçar gibi yaptı ama kaçmadı. Durdu kaşlarını çattı, ciğerlerini horoz gibi şişirip hırsla Eşref Beye baktı. Eşref Bey baktı Erdal’ın yüzüne anladı durumu. Bahçeden dışarı çıkıp Erdal’ın koluna girdi. Onu bir yandan evin önünden uzaklaştırmaya çalışırken bir yandan da konuşmaya başladı.

-Bak Erdal, yavrum beni iyi dinle. İnan ki seninle hiç uğraşacak zamanım yok. Üstüne bir de moralim çok bozuk.

-Niye bozuk olsun Eşref Baba, bak ay parçan gelmiş. Sevin bayram yap, şarkılar söyle. Hem Melihat Anam kızım geldi diye yaprak sarma yapmıştır. Kapama pilav yapmıştır. Başına oyalı yazmalarından da örtümü Eşref Baba? Ha örttü mü Eşref Baba? Ne güzel olur ay parçan oyalı yazma ile bilmez misin?

-Erdal yavrum, yapma etme.

-Ama öyle Eşref Baba. Nesrin buraların en güzel kızı değil mi? Bilmez misin benim canım yanar kızına, içim akar; uçurtma olurum onu görünce Eşref Baba. Kuş olur kanatlanırım. Çiçek olur açarım.

-Erdal bilmez miyim oğlum? Bilirim, bugün zamanı değil ama. Bak sana para vereyim kahveye git bir kahve iç benden olur mu?

-Olmaz mı hiç Baba, senin elinden zehir olsa içmez miyim?

-Tamam, al bakalım parayı. Hadi oğlum kahveni iç sen.

-Babam benim. Eşref Baba bir şey sorsam olur mu?

-Sor bakalım neymiş?

-Baba, benim hafiften sıyırdığımı bilmiyor değil mi?

-Yok, bilmiyor oğlum, merak etme; söylemeyiz zaten.

-Hem ilaçlarımı yutuyorum ben. Annem her sabah yutturuyor merak etme sen emi? Artık akıllandım ben. Doktor da zaten son muayenede ne kadar akıllanmışsın sen, aferin dedi bana. Anlıyorsun değil mi Baba, akıllandım ben artık.

-Anladım Erdal, anladım oğlum merak etme. Ben zaten biliyorum senin ne kadar akıllı uslu bir çocuk olduğunu. Hadi kahveye git sen, öğleye doğru bir de çay ısmarlayacağım sana kahvede; tamam mı? Hatta belki bir çorba bile içeriz seninle lokantada.

-Tamam, Eşref Baba. Geleceksin ama değil mi?

-Geleceğim dedim ya oğlum, haydi.

Eve geri döndü, salondaki tek kişilik koltuğa oturdu. Nefes almakta zorlandığını hisseder gibi oldu. Ne düşüneceğini kestiremez bir durumdaydı. Üstelik ne yapacağını da bilemiyordu. Elinin kolunun bağlanmış ve bir köşede esir tutulduğunu düşünüyordu. Bu arada Nesrin olanca sevecenliği ile kapıdan içeri girdi. Elindeki tepsinin üzerinde kahve fincanı yanında küçük bir bardak su ve küçücük bir tabağın içinde kavrulmuş lokum vardı. Kızı karşısına gelip hafifçe eğildi,

-Babacığım kahven.

-Teşekkür ederim kızım. Ne de güzel koktu ama. E, annen biliyor bu işi hani.

-Aşk olsun baba, benim kahvem daha iyiydi hani?

-Evet, evet haklısın kızım. Senin kahven daha güzel anneninkinden inan bana.

Nesrin elindeki kahve tepsisini sehpanın üzerine koyup pencereden dışarı baktı. Güzel bir gündü. Güneş parlak ışıklarıyla adeta her yeri her şeyi pırıl-pırıl ışıldatıyordu. Bel hizasındaki taş duvarların arasında ev halkını ahşabın asaletiyle bekleyen tahta kapı, hemen duvar diplerine bu sene gelişigüzel yayılan çiçekler; çiçeklerin arasına arada bir dut döken dut ağacı, ne güzeldi bu evde yaşamış olmak. Her şey eskiyi çocukluğunu, genç kızlık dönemlerini anlatır gibi her zamanki yerlerinde bekliyorlardı. Ne kadarda uzaklaşmıştı yaşama ilk adımını attığı evlerindeki geçmişinden. Ruhunu içinden çekip alan şehir hayatı o hangame ve karmaşa, kavgaya hazır insanların çoğunluğu. Burada insan farklı, şehirde farklı bir karakter oluyordu. Oysa beden aynıydı. İnsan yaşadığı ortama ayak uydurmak zorunda kalıyordu işte. Ne için, para, servet, daha iyi yaşam şartlarının peşinden koştukça bedelini insanlıklarından vererek ödüyorlardı fark etmeden. Bir ara babasına döndü.

-Dut ağacı diyorum baba. Hala dutlarının tadı aynı mı?

-O nasıl soru kızım, bildiğin dut ağacımız işte. Hani tepesinden kelebek gibi düşmüştün ya küçükken.

-Ya, ben düşmüş müydüm sahiden onun tepesinden?

Eşref bey durakladı birden. Hemen bir gün sonra mı başlayacaktı. Neydi acelesi bu hastalığın. Ayağa kalkıp kızının yanına geldi. Eliyle gösterip.

-İşte şu doğuya bakan dal var ya işte oradan düşmüştün kızım.

-Ah evet, evet hatırladım baba. Tam da kıçımın üzerine düşmüştüm.

-İlaçlarını aldın mı Nesrin?

-Ah, sanırım unuttum baba. Dur hemen alıp geliyorum ben.

Eşref Bey pencereden dışarı bakarken kafası allak bullaktı. Dayanabilecek miydi gerçekten yaşanacaklara. Emin değildi, kendinde şüphe duydu bir an.

Ertesi gün sabahtan fenalaştı Nesrin. Yataktan zor kalktı. Sürekli uyumak istiyordu. Öğleyin hastaneden telefon geldi. Hastaneden bekleniyorlardı. Nesrin’in o uyuşuk hali kanı değiştikten sonra geçti. Bir gece hastanede yattılar. Sabahında hastaneden çıkıp taksiye binerken birden Erdal beliriverdi taksinin yanında. Cama vurdu, Nesrin camı açıp gülümsedi ona.

-Hayırdır Erdal?

-Ben bu gülü sana getirdim. İyileştin değil mi?

-İyiyim Erdal, çiçekler için teşekkür ederim. Nereden buluyorsun bu gülleri böyle hem de kan kırmızı?

-Parklardan bir tane koparıyorum. Günde bir tane koparıyorum ama. Fazla alınca Reis kızıyor. Bende sadece bir tane koparıyorum. Sonra biliyor musun?

-Neyi?

-İki tane fakir kız var. Yetimler. Anaları çalışıyor ama kış geldi. Marabaların işi kışın çok zor nesrin. Ne dersin birkaç liran var mı? Onlara yardım etsen ha. Sevaba girersin. Allah çok sever seni bak.

-Tamam, Erdal yardım edelim ama bugün çok yorgunum. Yarın öğleyin gel beraber gideriz evlerine olur mu?

-Tamam, yarın öğlen gelirim. Hem gül getiririm sana. Seversin gülleri değil mi? Gülleri seversen bir daha gitmezsin değil mi?

-Söz Erdal, bir daha gitmeyeceğim.

-Hah oldu işte. Eşref Baba duydun mu? Bak ay parçan bir daha gitmeyecekmiş.

-Duydum oğlum, duydum. Hadi bize müsaade et, gidelim artık.

-Tamam, hoşcakalın.

Sonra biraz çekildi taksiden. O sırada hastane bahçesine herkesin kolundan tutup.

-Duydunuz mu, Nesrin artık bir daha buralardan gitmeyecekmiş…

……

İlkbahar tüm güzelliği ile ilçede kol geziyordu. Bahçeli evlerin bahçelerindeki hanım elleri sokakları kokuya boğuyordu. Serçe kuşlarının şımarık halleri dallardan dallara uçuşmalarından belliydi. Üstelik güller bu sene çok daha farklı mı açacaktı ne?

Eşref Bey kızı Nesrin’i kucağına alıp bahçedeki koltuğa itinayla yerleştirdi. Sonra yanına oturdu. Birkaç ay içinde iyice yaşlanmıştı sanki. Yüzünde yeni çizgiler oluşmuş üstelikte hiç neşesi yoktu. Nesrin son günlerde artık hiç kimseyi tanımıyordu. Bir tek Erdal vardı hatırladığı. Onu görünce belli belirsiz bir gülümseme yüzüne gelip gidiyordu. Birkaç dakikalık sadece sonra göçüp gidiyordu o gülümseme gül yüzünden.

Geçen birkaç ay boyunca Nesrin ve Erdal yetim kızların annelerine iki katlı bir ev almış evi gönüllerine göre eşyalarla yerleştirmişlerdi. Sonra kışın yağan ilk karda birlikte sokakta kartopu oynamışlar ama bu neşeli halleri Nesrin’in burnunun kanaması ve kendinden geçmesiyle tatsız bir hal almıştı. O kar yağan günden sonra çok değişti Nesrin. Bir daha düzelemedi.

Eşref Bey yan gözle kızına baktı. Can parçası, ay parçası; yoksa babasını anasını umursamadan göçüp gidecek miydi?. Arkasını dönüp evin camına baktı, eşi camın dibinde onları izliyordu. Önüne döndüğünde tahta bahçe kapısının önünde Erdal’ı gördü. Yine elinde güllerle gelmişti. Üstelikte çocuksu bir gülümseme vardı yüzünde. Nesrin bir süre baktı kapı önünde duran Erdal’a. Gülümsemedi her zaman ki gibi. Boş boş bakıyordu sadece. Görmemiş olmalı diye geçirdi içinden.

-Bak gördün mü, Erdal gelmiş?

Nesrin yan dönüp babasının yüzüne baktı. İfade yoktu yüzünde, gözlerinde derinlikte yoktu.

-İçeri gidelim mi kızım?

Nesrin sadece önüne bakıyordu. Ne konuşuyor ne gülümsüyordu. Yavaşça gözlerini kapadı, başı arkaya yaslandı. Eşref Bey dayanamayıp parmağını ıslatıp Nesrin’in burnuna uzattı. Nefes alıyordu Nesrin. O sırada bahçe kapısı açıldı. Erdal gülleri korkarak Nesrin’in kucağına koydu.

-Eşref Baba, Nesrin’e bir şey oluyor. Yine hastaneye götürsek mi ne dersin?

-Yok, artık götürmeyeceğiz Erdal. Hep bizimle bu evde kalacak bundan sonra.

-Sanki götürsek daha iyi olacak baba.

-Haydi, Erdal sen okula gidip yetimleri evlerine getir. Az sonra okul dağılacak. Araba falan çarpmasın çocukları, olmaz mı?

-Tamam, baba gidiyorum.

……

O günün üzerinden tam beş yıl geçti. Erdal yanında iki kızla birlikte okuldan geliyordu. Mahalleye geldiklerine, her zaman yaptıkları gibi tahta kapıdan bahçeye koştular. Eşref Bey kolunda Melihat Hanımla onları bekliyorlardı. Çocuklar koşup ikisine de sarıldı. Az sonra hepsinin elinde çiçekler ve güller yola düştüler. Yolda çocuklar Melihat Hanım ve Eşref Bey’e şaka yapıp onları güldürmeye çalışırken arada Erdal onlara kızıyordu. Kemerli bir kapıdan içeri girip bir mezarın başında durdular. Hepsinin gözünde birikmiş hain birer damla gözyaşı o an yanaklarından toprağa düştü…

Güller, güllere baktılar.

Güller çok güzeldi..

Yaşamak kadar, Nesrin kadar güzeldi güller…

Mehmet Özcan

 
Toplam blog
: 57
: 222
Kayıt tarihi
: 18.01.13
 
 

Emekliyim, köpekleri çok severim. Fotoğraf ama anlam saklayan fotoğraflara bayılırım. Yazmak uzun..