Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Ekim '13

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Benim İran günlüğüm 2

02.06.2013

Yaz ayının ilk günlerine İran’da girdim bu kez. Yolum Kazvin’e düştü. İran’ın 165 km kuzeybatısında yer alan bir şehir. Henüz tanıma fırsatı bulamadım ama havası pek hoşuma gitti. Tahran hafif cayırtılarla yanar iken burada âb u heva mutedil, hatta akşamları serin sayılır. İlk geldiğimde gökten koca koca dolu yağdığına şahit olduğumdan bu yana birkaç defa da yağmur yağdı, havayı epey serinletti.

Tam 13 gün olmuş geleli İran’a. 20 Mayıs gecesi uçakla indim İmam Humeyni Havaalanı’na. Bizim bölümde yüksek lisansına devam eden Sedat’ı da yanıma katarak bu sefer. Sabaha karşı indiğimiz için (burada saatler Türkiye’den 1,5 saat ileri) taksi tuttuk Tahran’a gitmek için. Farsça konuşmam ezelden beri iyi olmadığından, halihazırda da epey unutmuş olmamdan naşi taksiciye kısa kısa sorular sorarak ve sorularına “evet, hayır, hıhı, ahaaa, hmm” cinsinden cevaplar vererek 35 kilometrelik yolu kat ettik. Ama hakkımı yemeyelim, İran’da neden bu kadar çok Türk olduğu hakkında ufak bir sohbet bile yaptım Fars olan taksicimizle. Ona göre Türkler (İran Türklerinden bahsediyorum) kendi imkânlarını/imkânsızlıklarını göz ardı edip o kadar çok çocuk yapıyorlar ki bu, bir süre sonra her yerden fışkırmalarına sebep oluyor haliyle. Bu ifadeler tanıdık geliyor mu size?

Her neyse, Tahran’da iki günümüzü çok ama çok sevdiğim ve ilişkilerini çok beğendiğim Hüseyin ve Efsane çiftinin evinde misafir olarak geçirdik. (Bu çift hakkında daha fazla bilgi için bkz. Benim İran Günlüğüm 1 ) Hüseyin bizi Tahran’a 165 km kadar uzakta olan Kazvin’e otobüsle getirdi. Çünkü burada bulunan İmam Humeyni Üniversitesi’ne bağlı bir merkezde yabancı öğrenciler için üçer aylık dönemler halinde Farsça kursları veriliyor. Bir dönem 450 euro ve kalacak yer (yurt) da dahil. Her neyse benim ve Sedat’ın işlemleri Hüseyin sayesinde halledildi, kayıtlar yapıldı. Ertesi gün de yurda (habgah) girişimizi yaptııık..

Evet.. İşte yine habgah. Daha önce facebook sayesinde tanıştığım ve yaklaşık 1,5 yıldır burada derslere devam eden Arzu sayesinde içinde bir Türk ve bir Suriyeli tazenin barındığı bir odaya dahil oldum. Habgah daha önce Tahran’da kaldığım habgahın bir benzeri ama bu sefer beni o zaman ettiğinden daha çok rahatsız ediyor burada kalacak olmak. Belki biraz daha uzun kalacak olmam, belki bir önceki gelişimde ev ortamında misler gibi yaşama fırsatı bulmuş olmam, belki de artık bu işler için yaşlandığımı düşünmem sebep oldu buna, bilmiyorum. Ranzanın bana ayrılan alt katında uzanıp bu üç ayı burada nasıl geçireceğimi, bu insanlarla nasıl anlaşacağımı, bu bilmem kaç kişinin kullandığı mutfak benzeri pis ortamda nasıl yemek yapacağımı, her gün saatlerce derse girecek olmamı en önemlisi de daha 3 yaşına bile gelmemiş oğlumu görmeden, onu koklamadan, beni özlemediğine ve aramadığına emin olmadan nasıl yaşayacağımı düşündüm, çaresiz hissettim kendimi. Buraya gelmem herkes için manalı değildi, biliyorum. Hatta baştan beri bu İran’a gidiş gelişlerimin gerekçesini benim bulduğum kadar kuvvetli bulmadıklarını belirtmişti hayatımdaki birçok insan.. İran’a gitmek zorunda mıydım mesela Farsça öğrenmek için. Yaz tatili geçirilir miydi oralarda bu sıcakta? Bu sefer bir de oğlum Çınar’ı bırakıp gidiyorum üstelik. Bu anlaşılabilir bir şey mi? Bazıları ise bu çılgın projemi hayata geçirmemde bana destek olduğu için Çağlar’ı takdir ettiklerini söylediler sık sık. Bravoydu valla ona! Sabır isterdi böyle bir iş. Ne kadar sabırlı bir eşti. Ne iyi bir babaydı… Yani İRAN’a giden ben olduğum halde oturduğu yerde alkışları hep o aldı. Kimse anlam veremese de benim için bu işin çok önemli olduğunu ve bunu neticelendirmenin benim ödeyeceğim bir bedeli olduğunu anlayan çok az kimse oldu. Oysa benim motivasyona ihtiyacım var dostlar. Hakikaten zor burada olmak. Biraz da beni takdir edin olmaz mı?

Dersler başladığı ilk hafta benim sınıfım belli değildi. Yani aslında bugün belli oldu daha. Yeterlilik sınavına soktular seviye belirlemek için. 75 euro da ona verdim. Bugün de kesin kayıt yaptırdım 450 euroya.

Hafta sonu Tahran’a gittik Sedat’la. Kurs müdürlüğünden aldığım, kursa kabul edildiğimi bildiren bir mektubu tercüme ettirip göndermeliydim bizim fakültede bölüme.( İznim 5 Temmuz’da bitiyor, oysa Ağustos ortasına kadar kalmalıyım en az. Görevli izinli sayılmamı talep ediyorum.) Bir tercüme bürosu buldum. Tercüman İranlı bir Türk, yaparım ben 55 bin tümene dedi. Ama önce bilmem nereye götürüp teyit ettirin. Tarif ettiği yere giderken şeytan dürttü yolda gördüğüm başka bir tercüme bürosuna girdim. Ona sordum 35 bin  tümen (18 lira)dedi. Tamam öbürü de bize göre ucuz ama aradaki bu kadar fark olur mu? Nedir bu Türk’ün Türk’e çektirdiği?

Tercüme işi birkaç gün sürermiş. Tercümanın işi bittikten sonra, adliyeye ve dış işleri bakanlığına gider öyle teslim edilirmiş bana. Oradan da T.C sefaretine, mühüre . Sefaret de 20 dolar alırmış benden. 30 liranın üzerinde yani değil mi? Hiçbir şey yaptığı  yok sadece mühür vuracak. Nedir bu Türk’ün Türk’e çektirdiği?

Sonra Abbas’la buluştuk (bkz. İlk yazımız) ve bi yere gitmek için hattında giden bir taksi durdurduk. Şoför daracık yolun neredeyse ortasında durdu.  Ben taksinin arka sağ kapısından taksiye girerken Sedat da sol kapıya yöneldi, açtı ve küt! Arkadan başka bir taksi geçirdi bizim arabanın kapısına. Hafif yamuldu kapı. Adam feryat figan. Bizim Sedat’ı suçluyor. Niye açmış kapıyı? Ben dedim ki “Kapı, açılır. Özelliği budur.” Niye soldaki kapıyı açmışmış, taksiye sağdan binilirmiş, çocuk muymuş bunu bilmeyecek. Vuran ve orada sakin sakin duran şoföre kızmıyor ille de bizimkinin tepesine binecek. Abbas sakin, Sedat korkmuş, adam manyak, bizi göndermiyor, ille de ödeyin parasını. Trafik memuru geldi, adama dedi, “Yolcu mesul değildir, o da kapıyı açar, şoför de açar. Suçlu vurandır. “Hayır adam kabul etmiyor. Delirdi adam ve birden Türkçe konuşmaya başladı!  Ah nasıl anlamadık, bu hal, bu tavır, bu asabiyet ve bu yabancının tepesine binme iştiyakı?!. Sedat da 100 bin tümen vererek susturdu adamı sonunda. Nedir bu Türk’ün Türk’e çektirdiği?

07.06. 2013

4 gün tatil yaptık. Ayın 4’ü Humeyni’nin ölüm yıldönümü olduğu için resmi tatillerle hafta sonu tatili birleşti. Biz de Efsane ve Hüseyin’le Şiraz’a gideriz diye düşünmüştük ama olmadı. Tahran’da 3 gün geçirdik yine. Geçen hafta Derbent’e gitmiştik bu hafta da Dereke’ye gidip galyon  (nargile)çektik. Dereke, Derbent gibi şehir merkezinden biraz uzakta yeşillik ve dağlık bir mesire yeri. Hoş bir yer. Taksiyle gidip geldik. Taksi demişken daha önce İran’daki taksiciler hakkında ufak bir bilgi verdiğimi hatırladım; ne zaman bir taksiye binsem sadece yüreğim değil batnımda yer alan muhtelif organlarım ağzıma geliyor. Korkumu bastırabilmek için lunaparkta heyecan verici tabir edilen oyuncaklardan birine bindiğimi tasavvur edip hayal gücümü harekete geçiriyorum. Dün akşam Dereke’den dönerken yine bir taksiye bindik. Sadece bir buçuk taksinin geçebileceğini öngördüğüm ama karşılıklı iki taksiye ek olarak bir yayanın geçebildiğine şaşarak şahit olduğum bir yolda (siz ona patika, keçiyolu falan deyin) benim şehirlerarasında seyrederken yaptığım hızla ve akıl uçuran manevralarla giden taksicimiz de Türk’tü. 15 dakikalık yolu 3,5 dakikada almaya ahdetmiş bu Çılgın Türk’e biraz yavaşlamasını “Aga men beççei darem (Beyefendi benim bi çocuğum var)” şeklinde bir gerekçeyle rica (!) ettim. Sedat’ın da Türkçe olarak “Ağa benim yaşanmamış aşklarım var.” dediğini duydum. Hüseyin ve Efsane bu durumdan hiç etkilenmemiş görünüyorlardı. Son olarak Çılgın Türk’e  Türkçe “Ağa ensene kusarsam kusura bakmazsın dimi?” dediğimi hatırlıyorum. Nedir bu Türk’ün Türk’e çektirdiği?

 Sonra bir baktım eve gelmişiz.

Kazvin’le Tahran arasında yolculuk yapan otobüsler de oldukça hızlı. Hele bir çeşit olanı var ki muhtemelen geçen yüzyılın başında üretilmiş olmasına ve emekliliğinden yarım asır geçmesine rağmen yollarda hızla seyrediyor. Kliması yok tabii ama açılıp kapanabilen pencereleri var aracın. Başka bir araç bulamadığımız için bunlardan birine bindik Sedat’la. İki saatlik mesafe için yaklaşık 1.25 lira verdiğimiz bu otobüste sadece tekerlek üstünde yer bulduk. Oturduğum koltuk yamuktu, pencereden pofur pofur rahatsız edici rüzgâr geliyordu. Kapatınca da pişiyorduk. Otobüs iki saat boyunca bas bas bağırarak ilerledi. Menzile vardığımız da son sözü Sedat söyledi: “Duran bi araca göre iyi geldik.”

Biraz hayvanlardan bahsetmek istiyorum. Sokaklarda köpek yok denecek kadar az. Tahran’da sadece 3 köpek gördüm sanırım. Ama kedi oldukça fazla. Bir pastanede kahve içerken kapının önüne gelen kediyi görüp yazık, aç kalıyordur buralarda, kim bakar doğuda sokak hayvanının yüzüne, diye düşündüm. Pastaneden çıktığımda ise kedinin, önüne konmuş süt dolu bir kaptan beslendiğini gördüm. Şaşırdım tabii. Aynı şaşkınlığı yine Tahran’da bir parkta kedileri tavuk etiyle doyuran ve onları sahiplenmiş olduğunu düşündüğüm görevlileri gördüğümde de yaşadım. Derbent’e gittiğimizde bir kadının terier cinsi köpeğini gezdirdiğini gördüm. Daha önce böyle sahneler gördüğümü hatırlamıyorum. Fakat o terier sahibinin yanında yürürken ergen bir delikanlı durup dururken ve sahibinin görmeyeceği şekilde ufak bir tekme konduruverdi hayvancağıza, iş olsun diye. Kadın görmedi ama ben gördüm.  Ve durup Türkçe olarak ağzıma geleni söyledim. Kadını da durdurdum ve bu delikanlıyı şikâyet ettim. Çocuk cevap vermedi hatta biraz da olsa korktuğu hissettim. Yanındaki arkadaşı da onu epey azarladı. Bizde olsa karşılarındaki kim olursa olsun “Sana ne, sevmiyorum kardeşim zorla mı?” diye kavga çıkarırlar.

Burada dikkatimi çeken bir diğer husus resmi kurumlarda terlik giyme âdeti. Koskoca üniversitenin dil öğretim merkezinde, önümüzden terlikleriyle geçen, halı kaplattıkları odalarına terlikleriyle giren koca koca adamlar, kısa paçalı memurlar görmemiz işten bile olmuyor.  Binada vesikalık fotoğraf çektirmek için girdiğim bir odada ayakkabılarımı çıkarmak zorunda kaldım.

Yeterlilik sınavımız bitti. Başarılıydım yine.. Şimdi hem pişrefteye devam edeceğim, hem de pişdanişgahtan bazı dersleri izleyeceğim. Biraz ders çalışmalıyım…

10.07.2013

Ah bu Arap kızları!! Bu kızlar yurt odalarında ve bahçede yüz elektrik süpürgesi gücünde gürültücü oluyorlar. Özellikle genç olanlarından gece yarısından sonra içlerinde onları yakan ateşin feryatları duyuluyor. Geçenlerde hem kız hem erkek yurdunda hamam böcekleri için ilaçlama yapıldı. Bizi başka bir binaya taşıdılar. Daha doğrusu biz yatağımızı battaniyemizi ve iki gün kullanacağımı bilumum eşyamızı alıp kendimizi taşıdık. Saat 9.30’da kapılar kapanınca bahçeye de çıkamayan Arap dilberleri koridorlarda şarkı söylemeye dans etmeye başladılar. Saat 1.30’a kadar bu durum sürünce Merve onları uyarmaya gitti yazık. Demişler ki bizim kıza” gel sen de raks et bizimle.” Kızcağız yüzsüzlüklerine  şaşırmış bir vaziyette geri dönünce ben zıpladım ranzadan kızlarla beraber ellerimizi vura vura bağırmaya başladık : “Atım Arap’tır benim vay vay, aman yüküm şaaaraaptır benim var  vay!!” Sustular…

Ertesi gün bunların elebaşısını yakaladım merkezde. Gencecik bir kız. Çarşaflı. Tıp okuyacak. Dedim “Sen güzel raks ediyormuşsun. Ben de bilirim. Hafta sonunu bekle, beraber raks edelim.” Sıkılıyormuş görgüsüz yavrucak.

11. 07. 2013

Bir ay olmuş günlüğe bakmayalı. Yazmak için fırsat bulamıyorum ya da derslerim çok yoğun gibi bahaneler bulabilirim ama bunların hiçbir doğru değil. Doğrusu yazacak pek bir şey bulamıyorum ve sanırım biraz da üşeniyorum. İran’a daha önceki gelişlerimde görüp yaşadıklarıma eklenecek ilginç anılar biriktiremedim ne yazık ki. Burayı daha önce görmeyenleri şaşırtacak ayrıntılar benim için sıradan oldu sanırım.

Dersler iyi gidiyor, fena değil. Farsçada her zaman konuşma konusunda sıkıntı yaşamıştım. Düzgün olmayacağını düşündüğüm cümlelerin kafasını gözünü yarmak suretiyle sarfından imtina ediyordum. Bu yüzden çoğu zaman ya susuyor ya da yanımdaki bir Türk’ü tercüman olarak kullanıyordum. Bu sefer sanırım biraz aştım onu. Oda arkadaşım İbtisam Suriyeli bir Arap kızı. O da konuşma konusunda epey çekingen. Yine de bazen konuşmaya çalışıyoruz. Türk olan oda arkadaşım Betül, konuşmasını geliştirebilmek için Farsçası iyi olan Endonezyalı bir kızcağızın yanına çıktı. Şu an odada iki kişiyiz. İbtisam sessiz sakin iyi bir kızcağız ama bazen diğer odalardan onu çeşitli sebeplerden ziyarete gelen arkadaşlarından illallah diyorum. Hele biri var ki yurt odalarına şenlik. Buzdolabımızı açıp açıp içinden beğendiklerini alıp götürüyor. Bunlar genelde benim malzemelerim oluyor. Çarşıya pazara çıkıp poşetleri doldurduğum domatesler salatalıklar bir gün sonra sadece kokularını bırakmış olarak kayboluyorlar. İbtisam alışveriş yapmayı hiç sevmiyor.  Bana aylarca yetecek olan kahvem, çayım, zeytinyağım, bulaşık ve çamaşır deterjanım…. bitti. Bu vesileyle Suriye’deki savaştan etkilenen halka, en azından küçük bir kısmına şahsi ve gayri ihtiyari yardımlarda bulunduğumu söyleyebilirim sanıyorum.  Bu konuda ahkam kesmek isteyen birine de “Sen ne yaptın Suriye için? Ben en azından iki ay boyunca birkaç Suriyeli besledim!”  diye höykürebilirim.

Burada İranlılardan çok Arap’larla beraber olduğumuz için daha çok onları tanıma fırsatını yakalıyoruz. Sedat erkek öğrencilerin kaldığı yurtta Çinlilerden sonra en pis olan öğrencilerin Arap olduğunu söylüyor. Benim bulunduğum blokta da birkaç kişi dışında sanırım herkes Arap. Son derece gürültücüler. Akşama kadar sesleri çıkmıyor, tam yatma vakti geldiğinde bahçeye çıkıp nerdeyse anırarak şarkı söylüyor ve kahkaha atıyorlar. En serin günlerde bile (burda geceleri serin oluyor, evet) bir düğmeyle birkaç odaya soğuk hava veren “kuler (bkz. İlk yazımız)” i açıyor odaları buz gibi yapıyorlar. Aşağıya inip kapatıyorum, tekrar açıyorlar. Sabaha kadar gürültüyle çalışan kuler yüzünden  yaz ortasında uzun kollu kıyafet giymek zorunda kaldığım zamanlar oluyor.

Sınıfımızda da çoğunluğu Araplar oluşturuyor. Ama son derece akıllı, sakin ve zeki insanlar. Hemen hepsi üniversite hocası. Fakat hiçbiri yüksek lisansını bitirmemiş. Suriye’de bazı bölümlerde hoca olabilmek için lisans mezunu olman yeterliymiş. Zaten buraya da yüksek lisans için gelmişler.

Bir hafta kadar önce Edirne’den arkadaşım Nursel geldi. Kendisi Türk Dili hocası ve doçentliğe hazırlanıyor. “Belki İran’da kaynak bulurum” bahanesiyle yola çıkmasına rağmen ikimizde biliyoruz ki  asıl amacı gezmekti ve biz de imkanlar elverdiği ölçüde oldukça iyi gezdik. Neredeyse bir hafta kaldı İran’da ve ben bu süre boyunca derslere katılmadım. Burada epey bunalmış, burada oluşumun manalı olup olmadığını sorgulamaya başlamıştım: Benim yaşımda, benim pozisyonumda biri için aylarını burada geçirmek ne getirirdi, ne götürürdü? Kaç anne üç yaşına ulaşmamış yavrusunu, üstelik tam konuşmaya başlamışken, hızla büyüyorken babaannesine bırakıp böyle bir amaç uğruna buralara gelirdi? Üstelik amaca ulaşmak için ödediğim bedeli istese de anlayamayacak, olaya sadece “İran, Çocuk, Yaz tatili” başlıkları altında bakan basit insanların yanında, fikirlerine güvendiğim, ilim insanı saydığım zevatın da “Senin orada işin yok!” mealli “Senin orada ne işin var?”  sualleri iyice motivasyonumu düşürmüştü.  Oğlum ve eşim dışında Edirne’deki işler de beni bekliyordu. Bu sıkıntılarla boğuşurken (param da kalmamışken) Nursel geldi, bana biraz eğlence, biraz da para, bir paken mercimek (sarı), biraz tarhana, birkaç çorap getirdi.

Nursel’in geldiği gece 5 kişi trenle Isfahan’a yola çıktık. Bizimle beraber Gülseren’in (bkz. İlk yazımız) İstanbul’dan gelen ve tarih okuyan iki öğrencisi Zeynep ve Merve, Fars Dili Edebiyatı öğrencisi Erkin de vardı. Oldukça kısa saydığım (6 saat) yolculuktan sonra gece 3.00 olmadan Isfahan’a vardık ve gardaki mescitte biraz uyumaya çalıştık. Sabah olunca 6. kişi olan Şule de bize katıldı. Nakş-ı Cihan’da oldukça uygun apart tuttuk. Bir oda bir salon, mutfak, banyo vs. Geceliği 140 bin tümen; Yaklaşık 80 lira yani. Hemen yatakların içine ve çarşaflara baktık, kirliydiler. Hemen  değiştirmelerini istedik. Sonra tekrar baktım ve temzilikten sorumlu bayanı çağırdım:

-Çarşafları ve yastık kılıflarını değiştirdiniz mi?

-Evet.

- Peki bu kıl, bu kıl, bu kıl, tüm bunlar çarşafın aslında mı var?

-Battaniyeye yapışmış olmalılar.

-Battaniyeleri hiç değiştirmiyor musunuz?

-Yoo..

Bir gün boyunca Si o Se Pol senin, Cihil Sütun benim gezdik durduk. Akşam olunca Si o Se Pol köprüsüsünün altından Zayenderud adlı nehire ayaklarımızı sokalım dedik ve birden kendimizi nehirde karşıya geçerken bulduk. Paçalarımız sırılsıklam oldu. Ben dizime kadar sıyırdım pantolonumu. Hatta bu yüzden sevgilisinin elini tutmuş genç bir kız arkasını dönüp dönüp bana baktı .“Sen kendine bak bacım, utanmıyor musun erkek elini tutmaya?” diye bağıdım kızcağıza. O anlamadı ama biz kahkahalarla güldük.   Isfahan’ın Emo gençleri bir araya gelince çoğu şehirli- kırsallı gibi bize bazen laf atıyorlar diye ben de ahdetmiştim, “tenhada sıkıştırıcam bunlardan birini!”. İşte o tenha  da oradaydı. Nehirde kaymadan, düşmeden karşıya geçmeye çalışan yalnız bir genç görüp yanına kadar yaklaştım ve kelimenin tam anlamıyla böğürdüm çocuğun yüzüne. “Roaaarrr!” Çocukcağız kaymamak için daha özel bir çaba sarf etmek zorunda kaldı.  Senin arkadaşların bizi gariban mı sandı, al işte cezası...

Ertesi gün Cuma olduğu için birçok yer kapalıydı. Nakş-ı Cihan’da son derece otantik (bu kelimenin ne anlama geldiğini tam çözemedim ama kullanmaktan çekinmiyorum) bir çayhane bulup birkaç saat oturduk. Kadınlar fosur fosur nargile içiyorlardı hatta birisi 5-6 yaşlarındaki çocuğuna bile içiriyordu. Biz olsak çocuğumuzu bu ortama bile sokmayız.

Akşam Şiraz’a doğru yola çıktık ve gece vardık. Abbas arkadaşını arayıp önceden bize bir daire ayarlamıştı. Biraz daha büyük oldukça güzel ve çarşafları kirli bu daire için de 150 bin tümen verdik. Sabah erkenden Persepolis’e gittik. Öğleden sonra da bağları ve pazarları dolaştık. Açıkçası ben yorulmuştum ve Sadi’nin ve Hafız’ın kabrine gitmeye üşendim. Zaten bir önceki gelişimde görmüştüm. Üstelik zaman da yoktu.

Persepolis’e gidip gelmek için 50 bin tümene (30 lira) taksi tuttuk. Gidiş-geliş 90 km kadar. Bir saat de bizi bekledi orada.  Persepolise giriş turistler için 15 bin tümen. Bizim için 2’şer bin tümene bilet aldı. Biz de vatandaş gibi çaktırmadan girdik. Bir otelin sekreteri olduğunu söyleyen taksicimize (burada taksici olmayan bile taksi gibi çalışabiliyor, hatırlayın) Tahran’a dönüş biletlerimizi, evde yemek için domates salatalık, yumurta ve ekmeğimizi bile aldırdık. Taksiden inmedik bile. Çok kibar adamdı.

O gece de Tahran’a yola çıktık.  Royal Sefer’den son derece lüks bir otobüstü bizimki. Biletler için 40’ar bin tümen ( 25 lira kadar) verdik. Akşam yemeğini de onlar verdiler. Fakat Tahran’a gelirken otobüs bozuldu ve bir saat tamirini bekledik. Yeni otobüs göndermediler. 14 saat sürdü yol. Ne yapayım böyle lüksü?

Tahran’da da iki gece kaldıktan sonra Nursel’i evine yolladım ve ben de habgahıma döndüm. Bizim çocuklar benim için pasta aldılar ve doğum günümü kutladık bir parkta. İstediğim bir termos vardı onu almışlar bana. Bende harika bir partiydi. Son derece sadeydi ama maytap bile patlattık.

Yorulmuşum. Hala kendime gelmeye çalışıyorum.

Abbas dönüş bileti ayarlayacaktı. Bir aydır bekliyorum. Ah Abbas!!

01.08.2013

Bu İranlı taksiciler bir âlem. Biner binmez sohbete başlıyorlar ve Türk olduğumuz öğrenir öğrenmez hemen Türkçe sözlü bir şarkı çalmaya başlıyorlar. Arabesk Sanki bütün Türkler bu müzikleri severmiş, sanki bize jest yapıyormuş hissediyorlar kendilerini. Ben Türkiye’de bile bu kadar İbo dinlemedim!

Geçenlerde Tahran’dan Kazvin’e taksiyle geldik. Benim hoca olduğumu öğrenen şoför bana ikide bir matematik zekâsı gerektiren bulmacalar bilmeceler sordu. Bilemeyince de azarladı nerdeyse. Hele bir galon kaç litredir sorusuna cevap veremeyince beni arabadan atacak sandım :” Nasıl bilmezsiniz? Bir de hocayım diyorsunuz? İran’da bunu herkes bilir. Bu soruları benim ilkokuldaki çocuğum bile yapıyor! Türkiye de eğitim böyle mi?” En sonunda ben de kızdım “Niye beni imtihan etmeye çalışıyorsunuz ki? Bununla Türk zekâsını mı ölçeceksiniz? Ben pek zeki bir Türk değilim ve tamam, siz pek süpersiniz.”

09. 08.2013

Dönüşüme az kaldı. Burada oldukça iyi arkadaşlar edindim. Ben gidiyorum diye sınıftakilerle iki akşam iftara çıktık. İlkinde Suriyeli yemekler yapılan bir yere gittik. İkincisinde güzel bir İran restoranına. Çok ama çok keyifliydi. Benim Türk arkadaşlarımdan ve Pakistanlı Fatima’dan başka bize katılan 30 küsur kişinin çoğu Arap’tı. Kızlar benim için biblolar almışlar.  Filistinli Sair de üzerinde oğlum Çınar’ın ve benim fotoğraflarımın bulunan bir bardak yaptırmış. Daha önce benden hatıra olsun diye almıştı fotoğrafları. O kadar hoş vakit geçirdim ki. Dışarıda kalabalık bir güruh halinde dolaştık. Yurda son derece geç girdik. Biz Türk kızları olarak sokakta sigara bile içtik. İran’da sigaraya başladım neredeyse. Yasak çünkü..

Fatima bir sabah ben uyurken yatağıma geldi, bana sarıldı bir mektup bıraktı. Bir de hediyelik çorap… Sonra gözleri dolu gitti. Sürekli patlayacakmış gibi asabi duran, aşırı dindar bu kızı o gün son kez gördüm. Daha önce bir erkekle konuşmamış, yan yana oturmamıştı Fatima. Hayatında ilk defa benim peşime takılarak erkeklerle aynı ortama girmişti.  Mektupta beni çok sevdiğini, benim çok şefkatli ve çok iyi biri olduğumu yazmış. Hediye olarak elinde bulunan en yeni şeyi verebilmiş bana. Pembe bir çorap. O kadar duygulandım ve seviliyor olmanın keyfine öylesine vardım ki…

Kazvin’deki son sabahımda Arap arkadaşlarla parka gittik. Ramazanın ramazan a bittiği için çimenlere serilip çay içtik. Erkin Koray’ın diye bildiğimiz “Şaşkın” şarkısının Arapça Türkçe versiyonlarını seslendirdik. Videoya bile aldım ama kamerayı ben tuttuğum için en çok benim bed sesim duyulmuş facebook ta paylaşmaya çekindim.

16.08.2013

Türkiye’ye döndüm. Evimdeyim. Günlüğüme buradan devam edeyim.

Söz konusu Abbas  söz  konusu  bilet için  beni  bir  ay  kadar daha bekletti. Burada insanlar asla bizim kadar tez canlı değiller. Ben bir ay boyunca benim bilet noldu, diye endişe ile neredeyse inler hale gelmişken o .”Yaa sen bana güven. Ben hallettim.”dedi. Sonra bir gün aradı, biletimi aldığını söyledi ama benim söylediğim tarihe ve saate değil. Üstelik bana söylediği bilet ücretine de değil. Çok kızdım. Hatta arkadaşıma yüksek sesle biraz söylendim. Biraz sinirli mesajlar da atmış olabilirim. Başka bir bilet aldı bu sefer. Biraz daha pahalı ama saati uygun. Bir ay önce yapmış olması gereken işlemi son dakikaya bıraktı ve ben boşu boşuna stres yaşadım. O bunu hiç anlayamadı.

Evimdeyim. Hala alışmaya çalışıyorum burada olmaya. Bana sorulan sorulara Farsça cevap vermeye çalıştığım, gece yarısı irkilerek uyanıp “Çınar kojast (Çınar nerede)?” dediğim oluyor. Tekrar gitmek istiyorum oraya. Bu sefer ailemle.

 

 

  

 
Toplam blog
: 3
: 3512
Kayıt tarihi
: 01.03.08
 
 

Eski türk edb. alanında doktora yaptım. ..