Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Aralık '16

 
Kategori
Aile
 

Nasıl başarısız olursunuz

Blog başlığını iki anlamlı seçtim haklısınız. Fakat ne demek istediğim yazı okundukça ortaya çıkacak.

Muhtemelen kişisel gelişimle veya nasıl başarılı olunacağı ile ilgili binlerce kitap, internet sitesi vs. görmüşsünüzdür. Fakat bunların çoğu ne yazık ki teoride kalmaktadır.

Aslında uygulamaya geçmiş ve netice alınmış işler önemlidir. Bu itibarla şayet bir bilgi, bir analiz, tecrübe ve deneyime dayanıyorsa o çok değerlidir. O yüzden biyografi eserlerini çok severim. Bu, dışarıda herhangi bir insanın hayatı olsa bile.

Bu yazıda da çocuklukta ve gençliğin başlangıcında yaşanmış tecrübeleri bulacaksınız. Sadece başarı değil tecrübe edilmiş başarısızlıklar da çok değerlidir. Çünkü hayat kalp elektrosu gibi inişli-çıkışlıdır.

Öncelikle şunu belirteyim, öyle sefalet ve fakirlik içinde bir hayat sürmedim. Zengin de değildik tabi. Babam öğretmen annem de ev hanımıydı. Yani hayatı iktisatlı yaşamak zorundaydık.

İlkokula başladığım zaman ilk üç yıl nedendir bilmiyorum beni sınıf başkanı yaptılar. Başkanlık sorumluluk demekti ama o sorumluluğu hissettiğimi hiç hatırlamıyorum. Sadece, sandalyeden kopmuş bir tahta parçasıyla öğretmen masasına vurarak gürültüyü bir nebze azaltıyordum, tabi sonra yine aynı. Daha sonraki yıllar yine sebebini bilmiyorum başkanlığı kaybettim.

Öğrenciler kantinde her gün nöbetleşe satış yapardı. Bir nevi kasiyerlik gibi. Ben orada bir şeyler satabilmek için ölürdüm. Bir gün sıra bana geldiğinde öğrencilere sattığım şalgam ve simit inanılmaz haz vermişti. Hemen tahmin etmeyin şu an önemli bir iş adamı olmuş diye. Öyle bir şey yok. Dedim ya 'nasıl başarısız olursunuz'

İlkokul bitmeden sokaklarda simit satmaya başladım. Adana'nın kazan gevrek (hatta gazan gevrek) diye tabir edilen Türkiye'nin başka bir yerinde bulamadığım meşhur simiti. Hafta sonları sabah erkenden kalkıyor annemin alüminyum fırın tepsisini alıp simit fırınına gidiyordum. Her seferde yirmi tane alıyor öyle çıkıyordum. Belki de bereket olsun diye fırıncı fazladan bir tane daha veriyordu. Onları sattıktan sonra çok eğer çok geç olmamışsa aynı şekilde bir sefere daha çıkıyordum. Asla evimizin oralarda satış yapmazdım çünkü utanırdım.

Fırından fazla simit alamazdım çünkü korkardım. Hani şu tepsinin üstünü on beş yirmi kat simitle dolduranlar var ya, işte o kadar simit benim için çok büyük bir riskti. Ya satılmazsa! ya mallar elimde kalırsa. Simitlerin tamamını satardım. Bin beş yüzden alıp üç bine satıyor % 100 kâr ediyordum. Bir tane de fazladan oh mis:)

İlk hedef 'ana parayı' çıkarmaktı. Yani otuz bin lirayı bulduysam sonraki satışların hepsi kâr hanesine yazılıyordu ve iştahım daha da artıyordu. Öyle aman aman bir satış stratejim yoktu. Sadece sürekli farklı yerleri dolaşmak ve 'simit var simit' diye bağırmak. Hayır bu şekilde değil bu acemilerin satma şekliydi. Ağzını olabildiğine yayıp simiiidooğğğvaar! diye bağırmak işte böyle. (sizin de mırıldandığınızı duyar gibiyim:)

Şunu itiraf etmeliyim ki simit tepsisiyle sokaklarda dolaşırken arkadan simitçii! sesini duymak inanılmaz bir şeydi.

Bir gün benim başarımdan! etkilenen bir akrabam 'ben de satacağım' dedi, tamam dedim. Cumhuriyet bayramıydı. İkimiz de aldık simitleri gittik tören alanına. Dedim ki 'bak ayrılalım beraber satış yaparsak olmaz' neyse iki saat sonra aynı yerde buluşmak üzere anlaştık. Ben yarıdan fazlasını satmıştım bizim akrabayla tekrar buluştuk bir baktım simitleri öyle duruyor. Noldu, naptın? dedim tabi morali bozuk 'satamadım' dedi.

Başka bir gün babamın ortak olduğu kırtasiye dükkanından okula kartpostallar getirmiştim. Onları da sattım anında tükendi. Gerçi biraz ucuza vermiştim ama olsun müşterinin ayağı alışsın:) Sonra elmalı şeker, su derken ortaokul ve lise yılları.. Okulla özellikle sayısal derslerle yıldızım pek barışmadı. Daha çok oyun, sokak, gezmek, dolaşmak beni mutlu ediyordu.

Liseye başladığımda kısa bir bir muavinlik tecrübem oldu. Dayımın oğlunun Ceyhan-İmamoğlu arası çalışan bir minübüsü vardı. 'Gel hem para kazanırsın, hem de bana yardımcı olursun dedi. Başladık çalışmaya. Fakat bir süre sonra işler iyi gitmemeye başladı. Dayıoğlu -ki benden on-onbeş yaş büyüktü' bana 'çok pasifsin' diyordu. Ben pasifin ne demek olduğunu bilmiyordum.
Herhalde sinirlisin demek istiyordu çünkü bir-iki müşteriyle atışmıştım. Muavinlik işini sevmedim. Bu iş için çok kıvrak, çok girişken ve daima güler yüzlü olmalısınız. Yeri geldiğinde 'tamam güzel abim' 'hallederiz ablacığım' diyerek alttan girip üstten çıkan bitirim bir eleman olmalısınız ki işi yapabilesiniz. Malesef o da ben de yoktu. Zaten kısa süre sonra işi bıraktım.

Daha sonra farklı bir sektörde tuğla fabrikasında çalışmaya başladım. İşimiz kamyonlarla sipariş yerine giden tuğlaları indirmekti. Kamyondan tuğla indirmek bedeni yoran çok zor bir iştir. Tuğlalar yeni yüklendiği için çok sıcak olurdu.

Elimiz yanmasın diye bulaşık eldiveni takardık ama bu sefer de ısınan eldiven elimizi yakardı. İki saatlik indirmenin ardından fabrikaya dönerdik. Yemek yerken elimin titremesinden yemeği ağzıma zor götürürdüm. Ama işin hemen ardından ücretimizi aldığımız için bundan hiç şikayet etmezdim.

İlk başladığım zamanlarda bir olay oldu. Bizim paraları herkesin kaptan dediği kamyonun şoförü dağıtırdı. Paramı almak için gittiğimde herkese kırk bin lira verirken bana on beş ya da yirmi bin lira verdi 'neden abi' dedim. Aniden başını kaldırdı ve sert bir şekilde 'ben öyle istiyorum' dedi. Açık bir haksızlık yapılması çok zoruma gitmişti. Eve gittiğimde bir çocuk gibi hüngür hüngür ağlamıştım.

Bu sefer mutlu sonla biten fabrikada yaşadığım ikinci olay ise yine tuğla indirmeyle ilgili. Sipariş verilen yere gittik fakat indirilecek yer bir evin üstü. Tuğlayı kamyondan yukarı indirmek çok zordur ve ekstra ücretlidir. Bizim kaptan ev sahibiyle anlaşamadı ve 'ben indirmem isteyen çalışsın dedi' diğer iki arkadaş da çalışmayacaklarını söyleyince ben tek kaldım ama benim gönlüm çalışmaktan yanaydı. Ev sahibiyle beraber belki üç-dört saat çalışarak tuğlaları indirdik. Tabi ben tam anlamıyla ölmüştüm. Ev sahibi normalde hepimizin alacağı ücretin tamamını bana vermişti. Bu tecrübemi de hiç bir zaman unutmadım.

Arkadaşlar buraya kadar anlatılanlar 'büyük iş adamından hayat tecrübeleri' şeklinde işlenebilir:) Fakat ben hakkımda 'adam olamadı' 'bir üniversiteyi kazanamadı' demesinler diye çevrenin veya sistemin etkisiyle tercihimi üniversiteden yana kullandım. Nasıl ve ne şekilde kazandığım belki başka bir yazının konusu olabilir.

Buradaki 'iş' tecrübelerimden kendinize göre çeşitli sonuçlar çıkarmış olabilirsiniz. Ben de bir kaç maddede dersler çıkardım sizlerle paylaşmak istiyorum.

Eğer bir iş'te risk varsa o risk %90 gerçekleşmez. Ayrıca risk büyüdükçe getirisi de büyük olur. Aya ilk kez ayak basan Neil Armstrong ve arkadaşlarının başarı ihtimali %50 idi.
Bir işe başlarken elbette hesap-kitap yapılır, ihtimaller düşünülür. Fakat Ali Sabancının da dediği gibi para iş toplantısında değil, cephede kazanılır.
Senin vazifen sefere çıkmak işe koyulmak, başlamak çünkü sen zaferden değil seferden sorumlusun.
Eğer doğru nehirde olta atmışsan asla oltayı terketme.
En iyisi bile olsan -ki değilsin- yine eleştirileceksin, çünkü eleştirmek bizim ata sporumuzdur.
'Eğitimli insan' hep yanlış anlaşılıyor. Ne kadar hayatın içinde ve ne kadar insanlarla ilişki içindeysen o kadar eğitilirsin.
'Yapamam' diye yapmamak nasıl olsa öleceğim diye evde oturup beklemeye benzer.
Motivasyon kaynağını bulmak lazım. Bazılarını para motive eder, bazılarını başarı, bazılarını da kıskanç akrabalar.
Maksat bir şeyler satmaksa bu gün binlerce insan dışarıda sizden bir şeyler satın almayı bekliyor, fakat bundan ne onların haberi var ne de sizin.
Suya girmezsen yüzmeyi öğrenemezsin. 

 
Toplam blog
: 2
: 87
Kayıt tarihi
: 17.11.16
 
 

Eğitimciyim, anadolunun bir çok ilini dolaştım kimi yerlerinde de yaşadım. Yöresel yemeklerden hi..