Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Kasım '14

 
Kategori
Söyleşi
 

Süreyya Berfe ile ...

Süreyya Berfe ile ...
 

Süreyya Berfe…Kimine göre İkinci Yeni, kimine göre Toplumcu Gerçekçi olarak nitelendirilse de onun şiirlerini okuyan herkes bunun yanıtını kendisi verebilir. Özellikle ilk şiir kitabı GÜN OLA bunun belgesi gibidir. Aşk, toprak, insan, acı, dost… şiirlerinde yerini kendi üslubunca bulur.

İskeledeyiz… Masanın üzerinde gazeteleri, çayı ve elinde bırakmayı ümit ettiğini öğrendiğimiz sigarası vardı. Sohbetin de demli olacağını bilmiyorduk çayları söylerken…

Arada kulağımıza gelen Fransızca şarkılar, çayın buğusu, denizin kokusu derken sohbet bir yerlerden başlamıştı bile…

Anadolu, Anadolu insanı, toprak, şiirinizde öylesine kuvvetli ki oralarda yaşamadan, oraları görmeden kaleme düşmez bunlar. İstanbul’la sınırlı değil miydi yaşadığınız yerler?

“Babam öğretmendi. O yüzden Afyon’dan Erzurum’a pek çok yerde bulunduk. Çocukluğum o topraklarda geçti. İstanbul’a geldiğimizde on yedi yaşlarındaydım. Anadolu’yla ilgili ilk gözlemlerim Kayseri’de asker öğretmen olduğum dönemlere rastlar. O dönem ya yedek subay olarak yapacağım askerliğimi ya da öğretmen olarak. Ben öğretmen olmayı tercih ettim. Askerlik şubesindeki komutan yedek subay olarak başvurmam için ısrar ettikçe ben öğretmenlikte direttim. Anlam veremiyordu inadıma. “Görev yapacağın yeri biliyor musun? Görsen de vaz geçmeyecek misin?” dedi.Sonra duvarındaki haritaya dönüp, parmağını Kayseri’nin üzerinde tuttu. “Burası değil, buranın Akkışla ilçesinin, haritada bile görünmeyen bir köyü.Gömürgen… Razı mısın yine de?” dedi. Sakince “Evet” dedim. Ve yolculuk başladı.”

Tam yirmi iki saat süren tren yolculuğundan sonra Kayseri’ye ulaşıyor. İşte tam bu sırada aklıma Faruk Nafiz ÇAMLIBEL geliyor. Elbette HAN DUVARLARI’yla birlikte. Şiirin birkaç mısraını okuyoruz birlikte. Kayseri’den sonra Çamlıbel kervansaraylara kendini teslim ediyor, Berfe köhne bir otele… Ertesi gün de Gömürgen Köyü’ne yola çıkıyor. Köy arabasında Berfe’nin öğretmen olduğunu öğrenenler hürmette kusur etmiyorlar. Köye vardığında ise tanımış olmaktan mutlu olacağı muhtar karşılayacaktır onu.

Sadece belli partiler bilinip, İşçi Partisinin adı bile geçmezken, askerlik şubesindeki komutanın kulaklarını çınlatırcasına,Süreyya Berfe’ninorada olduğu yıl (1969) köyde İşçi Partisi birinci oluyor. Berfe bunun için yargılanıp, ceza alıyor. Cezası seçenek olarak sunuluyor, ya ordu evinde duracak ve sadece akşamları bir iki saat dışarıda dolaşabilecek. Yeme içme her şey karşılanacak. Ya da ayda yetmiş beş lirayı altı ay boyu ödeyecek. Elbette ikincisini tercih ediyor. Askerlik bittiğinde cezasını da ödüyor.

Köydeki en acı hatırası ise yirmi sekiz öğrencisini kızamıktan kaybetmesi oluyor. İstanbul’a gidip ilaçlar alıp gelse de yavrucakları ölümün pençesinden alamıyor. (Telefonunu eline aldı ve şu an elli dört yaşındaki öğrencisi Oğuz Eraslan’ı aradı.)

***

- Belki de anlatmaktan bıktıklarınızın başındadır ama soracağım. Nüfustaki isminiz HİKMET SÜREYYA KANIPAK. “Berfe”nin hikayesini ben de duymak isterim.

    “O zaman en başa dönelim. YÖN DERGİSİnin kültür-sanat sayfasını NACİ ABİ (Fethi Naci) yönetiyor. Benim için “iyi şiir yazıyor” falan diyorlar. Naci Abi’de ısrar kıyamet. Şiir istiyor benden. Göreceğim diyor. Evet şiir yazıyorum kendimce ama belki sonra yazmayacağım, belki bir heves… Kim bilir? Yani daha kendim bile bilmiyorum ne yaptığımı. Oralı olmadım. Geçiştirmeye çalıştım ama nafile… Öyle bir yerden girdi ki şiirleri götürmek zorunda kaldım. Ama en vasatlarını, beğenmeyeceğini tahmin ettiklerimi seçip götürdüm. “Bunlar mıydı” deyip, kenara atsın, beni rahat bıraksın istedim. İlk şiirimi götürdüm. Kaynağı Afyon’daki çocukluğuma dayanan bir şiirdi. “Yoksul Bir Aile Dedi Ki”… Beğendi. Dergide çıkacak diye tutturdu bu kez. Karşı çıktıysam da olmadı. Dedim ya hassas bir yerden yakalamıştı.”

- Nedir Fethi Naci sizi nasıl ikna etti?

 Naci Abi, babamın, Erzurum’dan öğrencisiydi.

- Bu nasıl bir tesadüftür. Şahane…

- O kadar da şahane değil. Çünkü babam eğitimci (Fransızca öğretmeni) olmasına rağmen, siyasi korkuları yüzünden kitap okumama kızardı. Edebiyatla uğraşmamı da isteyeceğini hiç sanmam. Naci Abi, gidip babana “bak senin oğlan şiir yazıyor. Aklı fikri bu işlerde.” derim diye şiirleri almıştı.

- Ohhh ne iyi yapmış Fethi Naci…

-Şiir dergide çıktı. Çıktı çıkmasına ama soy isimle ilgili bir memnuniyetsizliğim vardı. Ne yani benim kanım pak da başkalarınınki ..k mu! Hoşuma gitmiyordu. Cemal de (Süreya) biliyordu bu hissimi.“Arabın Yeri” vardı o zamanlar. Şahane lezzette yemekler yapardı. Orada yemeğine maç yapardık kimi zaman. O gün de yazar-çizer takımı olarak, Gülriz Sururi- Engin CezzarTiyatrosu oyuncularıyla oynadık. Ne alakası var dersen o vakitler tiyatroda müdürlük yapıyorum. Yemekte Cemal “Haydi herkes bir kağıda Süreyya’ya soy isim yazsın. Hangisini beğenirsek, onu kullansın.” Dedi. Neler çıktı neler. Kağıtları açtıkça güldük. Hatta biri “şenşiir” yazmıştı. Sonuçta hiçbirini beğenmedik. Cemal, “BERFE” olsun dedi. Meğer Ahmet Abi (ARİF), birgün evlenirsem ve oğlum olursa adını Berfe koyacağım der dururmuş. Ahmet Abi’den isteyelim ismi dedi. Birkaç kere “Süreyya Berfe, Süreyya Berfe…” diye tekrarladım. Hoşuma gitmişti. İş Ahmet Abi’yi aramaya kalmıştı. Aradım, anlattım derdimi. Bana, ”Bir şartım var” dedi. “Bu ismi temiz tutacaksın, yalakalık yapmayacaksın” dedi. Ben de “Yaparsam gel bul beni” dedim. Ve 1965’ten beri başım dik taşıyorum bu ismi. Ha bu arada Ahmet Abi’nin oğlu oldu ve adını FİLİNTA koydu.

***

Ot Dergi bu ayki sayısında (Mart 2014), Sıddık Akbayır’ın anlatımıyla, İLHAMİ BEKİR TEZ’i konu aldı. SEK(Seçilmiş El Kitapları)’ te imzası olanlar arasında isminiz geçiyordu. Ve İlhami Bekir Tez’in tek romanı olan “TaşlıtarladakiEv”in başında şöyle yazıyo

 “…Romanın yeni baskısının yapılması konusunda Süreyya Berfe’ye dileğini ileten yazar, kitabı dizgiye verdiğimiz sırada aramızdan ayrıldı…”

Görünenden derin bir dostluk olduğu herhalden belli oluyor.

Sorma, sorma… Adam gibi adamdı. Ahhh! Bana Mareşal derdi ben de ona Kuvva-i Seyyare Komutanı derdim. Kızının sırf maddi çıkarları gözeterek evlenmesini isteyen eşine kızıp, bir bavulla terk etti evi barkı. Otelde kalırdı. Zaten bahsedilen dergide bunlar söylenmiş. Eksik tabii. Ama bunca yıl sonra dile getirilmiş olması beni çok duygulandırdı. Öyle internet falan anlamam ben. Yazan arkadaşa telefonlarla ulaşmaya çalıştım, olmadı. Ali’yi (ÖZGENTÜRK) aradım. Benim adıma teşekkür etsin istedim.

Arada otele gider zorla bize getirirdim. Önce ayak direrdi. Kızar bırakırdım. Bir bakmışsın arkamdan çıkar gelirdi eve. Nazımızı çekerdik birbirimizin. Madem bulmuşsun oku o romanı mutlaka okunmalı çünkü. Harp yıllarını iyi anlatır. Bak ne derdi hep şimdi aklıma geldi

“Ne han ne konak ne koyun,

Alma canımı Allahım meraktayım

Nasıl bitecek bu oyun…”

Şiirlerimi okuduğu zaman bir tepkisi vardı ki unutamam. “Bütün ödülleri sana vermeliler. Hatta şimdiden şerh düşüp ileride verilecek ödüller de Süreyya Berfe’nin diye belirtmeleri lazım.” Derdi.

TOMRİS UYAR’LA KİTAP ATIŞMASI

-Ödülleriniz… Hepsi de insanın ağzını doldura doldura söyleyebileceği ödüller. Behçet Necatigil, Cemal Süreya, Melih Cevdet Anday, Orhon Murat Arıburnu, C.Atuf Kansu Ödülleri ve dahası. Ancak ilk ödülünüzden konuşalım istiyorum.

-Tomris’in (UYAR) işiydi o. 1965’te Türkiye Milli Talebe Federasyonu Kültür Yarışması’na “Kasaba” şiirimi yazıp yolladı. Yapma, etme desem de dinlemedi. Birinci oldum o yarışmada.İkinci Ataol Behramoğlu (Bir Gün Mutlaka); üçüncü ise Şerif Gönültaş oldu.Melih Abi (M.Cevdet Anday) bana bir gün “Sizin kuşakta tematik şiir yazan neden yok?” diye sormuştu.Ben de “Tembellikten. Söz vermeyeyim ama denemek isterim. Sizden sonra tematik şiir yazmak çok zor.” Demiştim. Yıllar sonra, demek ki söz vermişim, Seferis yazıldı ve onun adına verilen ödülü aldı.

Tomris Uyardemişken, etrafınızda ona hayranlık taşımayan var mıydı? Hadi lütfen biraz eksik yönlerinden bahsedin de kendimizi biraz iyi hissedelim. Öylesine mükemmel ki bir noksanı rahatlatacak.

(Gülüyor. Uzaklara bakıyor yine.) Tomris muhteşem bir insandı. Muhteşem… Evlerinde kalmışlığım çoktur. Hatta taşınacakları evi Cemal’le beraber boyadık. Yarım saatte öyle muazzam bir sofra hazırlardı ki şaşarsın. Her konuda çok maharetliydi. Çevirilerdeki ustalığı bambaşka. Kimse ona istemediği ya da beğenmediği bir çeviriyi yaptıramazdı. Hatta nerede ilginç, keşfedilmemiş bir şey var ilk o bulur, çevirirdi. Uğraştığı şey kesinlikle sevdiği şeydir.

Onunla aramızda gizli bir kitap atışması vardı. Birbirimize, dokunacağını düşündüğümüz kitapları bulur, yollardık. Kim kimi daha perişan ederse o galip olurdu. Bir keresinde ona, okur okumaz “tamam bunu okuyunca toparlanamaz” diye düşündüğüm bir kitabı gönderdim. Göndermeden önce de aradım ki evden çıkmasın. Heyecandan çatlasın diye de ne yazarın, ne kitabın adını söyledim. Alınca görürsün dedim. Tatile çıkacaklarmış, eşya topluyormuş. Demek ki tatil dönüşü okuyacak dedim içimden. Ama iki gün sonra telefonum çaldı. Basıyordu kalayı. Bana ne yaptın böyle diye bağırıyordu. Biliyordum Şeker Portakalı’ndaki ZEZE perişan edecekti onu. Yanılmamıştım. Galibiyet bendeydi.Amaaa, intikamı acı oldu. Bir adam, bir yayınevine, bir kitap gönderir. Yayınevi kitaba bayılır. Hemen basmak ister ama ortada yazar falan yok. Kitabı basınca belki yazarı da ortaya çıkar diye düşünüp basıyorlar kitabı. Yine kimse yok. İşte Tomris, o kitabı bulup çeviriyor ve telaşla beni arıyor. “sakın iş yerinden ayrılma bir şey yolluyorum” dediğinde anladım ne olduğunu. Bulmuştu bir kitap demek ki… Dosya elime geçince, saatlerce hiç kıpırdamadan okudum da okudum. Bitirdiğimde hemen Tomris’i aradım. Dedim ki “Pes Ediyorum”. Bundan ötesi olamazdı. (Yüzüme bakıp) Sıkı dur şimdi kitabın adını söylüyorum, okumadıysan hemen oku ve sen de dağıl. SENİ İÇİME GÖMDÜM –Andrew Jolly

***

Onu yorduğumu düşündüğüm anda “Haydi Pazar yerinde yemek yiyelim.” Dedi. Tahta masa üzerinde tam bir ziyafet vardı. Bir yanda pazarın yeşili, bir yanda denizin mavisi…Ama kimin umurunda. Enginarlar, sarmalar gözümün başka bir şey görmesine izin vermedi. Berfe’nin gözü korkmuştu iştahımdan. Önündeki tabakları da bana doğru uzatıp, “Bunları da ye bari!” dedi. Hiç alınmadım. Bizim için yaptıkları helvayı da yedim. Gülecek ne çok şey varmış diye düşündüm bir an. Sohbete kaldığımız yerden devam edelim diye bahar, ağaçlar, güneş, otların yenilenmiş kokusu eşliğinde eski yerimize doğru yürümeye başladık. Yürürken de Gezi Parkı olaylarında sıkça aklıma gelen Süreyya Berfe dizelerini okuyor

“ Oraya da otopark yapılacakmış

Korkudan her gün meyve veriyor ağaçlar”

***

Matematik Kitabı yazdınız. Şairin matematik kitabı yazmasını yadırgadığım için ayıplanmalı mıyım?

Ya hu sorma… Bir arkadaşın kızı matematikten nefret ediyor. Notları da düşük. Konuşayım dedim, matematiğin adı geçsin istemiyor. Beraber çalışalım dedim. Bakalım neden sevmiyor. Bütün kitaplarını topladım önce ben bakayım diye. Yetmedi, gittim o sınıf düzeyinde olan çıkmış bütün matematik kitaplarını da aldım. Anlamak imkansız. Bu çocuklar matematiği nasıl sevsin! Neredeyse anlaşılmasın diye yazılmış kitaplar. Matematik kitabı yazacağım dedim. Kendimi bir kapattım, kitap bitinceye kadar. İyi de baskı yaptı. Hatta ilk baskı parası da fena değildi. Onunla gidip hemen bir çalışma masası, komodin, dolap aldım. Daktilo da aldım. Elime de para kaldı.

***

- Turgut Uyar’ın arkasından şiir yazdınız sadece…

Sigarasından derin bir nefes çekti. Gözleri yine denize saklandı. Öğrenmiştim artık, zamanda yolculuk yaparken ya da sığınacak yer aradığında yapıyordu bunu. Döndü;

-Senin de arkadaşın kollarında can verse sen de yazardın.

Sustu. Metin Altıok’la ilgili soru sormaktan vazgeçtim. Sivas’a giderken Berfe’yi de götürmek istemişti yanında. Soramadım. Yüzünün düşmesine üzülmüştüm. Bu bahsi hemen kapattı

***

GÜLTEN AKIN’LA TANIŞMA

-“Bir dost bulamadım, gün akşam oldu” şiiriniz ve Gülten Akın bağlantısını sorsam;

- Gülten Akın benim şiire başlama nedenimdir. Onu okumamış olanları anlayamıyorum. Benimle görüşmeye gelen edebiyat öğretmenleri oluyor bazen… Gülten Akın’dan haberleri yok düşünün. Hemen kalkıyorum yanlarından.

“Bir Dost Bulamadım, Gün Akşam Oldu” şiirimi okuduktan sonra benimle tanışmaya geldi. Nasıl heyecanlandığımı anlatamam. Konuştuk. Bana “Keşke o şiiri ben yazmış olsaydım” dedi. Mutluluğumu anlatamam. Ben de ona “İzin verin kitabın sonraki baskısında bu şiiri size ithaf edeyim” dedim. Öyle de oldu.

***

- Sormazsam çatlayacağım, aklımda kalmasın. Şu şiir… Çok da seviliyor. Acaba bir arkadaşınız için miydi?

SEVGİLİ ARKADAŞIM

…..

“Sevgili arkadaşım benim

Sana “sevgili arkadaşım” diyorum

Budur bizim anladığımız sevdanın tanımı

İşte sana bir aşk şiiri

İçinde “sevgilim” sözcüğü geçmiyorsa

Suçun yarısı senin

Çünkü ben de bize yaraşanların sözcüğünü değil

Kendisini seviyorum senin gibi.”

- Yok, kesinlikle değil. Kimseye yazmadım. Ama bu şiirle ilgili şöyle bir şey oldu; genç bir adam gelip buldu beni ve dedi ki “Sevgilime sizin bu şiirinizi yazıp, farzet ki şiirin her sözcüğünü ben söylüyorum dedim. Ve sonrasında da evlenme teklif ettim bu şiirle. Kabul etti. Size minnettarım”

Cemal Süreya, Turgut Uyar, Tomris Uyar, Ülkü Tamer ve niceleriyle iyi dostluklarınız oldu. Aranızda yazmaya dair kıskançlıklar olur muydu.

Yoook. Birbirimizin mısraları için sancı çeken insanlardık biz. Mesela, Cemal “KURT” şiirini yazmış. Bir sözcükte takılmış. Çıkmıyor. “Köpek diliyle içer suyu, kurt ?” Kurt ne ile içecekti?Dedi ki ikimiz de birbirimizi görmeden oraya yakışacak sözcükleri yazalım bakalım ne çıkacak. Odanın iki köşesine çekildik. Ben yazıyormuş gibi yapıyorum yazmıyorum ama biliyorum ki sözcük onda doğum noktasına gelmiş bu yüzden sancı çekiyor. Sözcüğü oraya onun koyması lazım ve bunu yapacak biliyorum. Ve sonunda buldu o sözcüğü

“Köpek diliyle içer suyu

Kurt soluğuyla” …

Şuraya bak !  Soluğuyla… Kimin aklına gelir

“KEŞKE YALNIZ BUNUN İÇİN SEVSEYDİM SENİ”

Bir hikaye daha; o sıralar sevgilimden ayrılmıştım. Cemal’le konuşuyoruz. Kızı da sevmişlerdi. Tekrar devam edelim diye beni ikna etmeye çalışıyordu. Bak şöyle şöyle de huyu vardı diye güzel yönlerini sayıyordu kızın. Ben de her seferinde “Keşke bunun için sevseydim onu”, “Sadece bunun için sevseydim onu”,”Yalnız bunun için sevseydim onu” deyip duruyorum. Masaya vurdu, “Bunu bana sat! Ne istersen veririm, sat bunu !” dedi heyecanla. Hangi söz anlamamıştım ne dediğini. “Yalnız bunun için sevseydim…” dedi tekrar. Güldüm. “Al senin olsun, bir kadeh rakını alırım.” Dedim. Sonra ekledim, “Haa bir şartım daha var, ben göreceğim bitince mutlaka.” Dedim. Birkaç gün sonra aradı beni buluşmak istiyordu. Telaşlıydı. Anlamıştım sesinden şiirin bitmiş olduğunu.

Okuduğumda şiiri, dilim tutulmuştu resmen. Duygulanmıştım fazlasıyla. “Bırak bir kadeh rakıyı, ben sana bir şişe rakı ısmarlayayım!” dedim. O şiirin bende yeri ayrıdır.

Doyamadık sohbete. Zaman az gelmişti. Zamanda bir gittik bir geldik. Sanki masanın diğer sandalyeleri de arkadaşlarıyla dolmuştu. Ayrılırken kendisine hafiften utanarak yazdığım kitabı bıraktım. Okuyacağını düşünmeden… Kalabalık bir trafik bizi bekliyordu. Vedalaştık tekrar görüşme sözü ile… Henüz yoldayken telefonuma bir mesaj geldi. “YÜZÜNÜN SEMAsını sat bana ne istersen veririm” diyordu. Bu kitabımın ilk sayfalarında yer alan bir sözdü. Yanıt yazdım “Bu kitabımdan bir söz” dedim. Yanıtı şöyleydi, “Ağzını topla söz diyemezsin ona” Böyle bir iltifat, üstelik eskiye gönderme yapan bir iltifat fazlasıyla mutlu etti beni. Elbette feda olsundu. Tek şartım şiiri görmekti…

* Süreyya Berfe’nin  YKY’danToplu Şiirlerinin (KALFA) yeni baskısı geçtiğimiz aylarda çıktı. Onun tek derdi bu kitabın oldukça kalın olduğu ve okurun okumakta ve yanında taşımakta zorlanacağı üzerineydi. Benimse fikrim; okur olarak, bir şairin, birçok şiirini aynı kitapta görmenin ayrı bir tat olduğuydu…

 

 

  

 
Toplam blog
: 19
: 3619
Kayıt tarihi
: 16.01.09
 
 

..