Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Ağustos '10

 
Kategori
İzmir
 

Bir Ortaya Karışık Daha…

Bir Ortaya Karışık Daha…
 

Kaynak: İnternet


Ben yaptım oldu...

İzmirli araştırma şirketi İntegral, Temmuz başında 11 metropol ilçede 910 kişiyle ilgili bir araştırma yapmış.

Hem Aziz Kocaoğlu hem de referandumla ilgili. Referandum kısmına hiç değinmeyeceğim çünkü İzmirli içeriği her ne olursa olsun hükümetin yaptığı her şeye "hayır" demeyi kendine sorumluluk olarak aldığı için buna da yüksek oranda "hayır" diyecektir.

Kocaoğlu konusunda ise durum vahim. Ocak ayında aynı şirketin yaptığı araştırmada İzmirli sorulan sorularda her şeye rağmen Kocaoğlu derken şimdi Kocaoğlu’na güvenmiyor. Bunun son dönemde yaşanan olaylar ve metronun yarattığı sıkıntılar olduğunu zaten biliyoruz. Ama sorular değiştirilerek sorulsaydı eminim ki İzmirli, hükümete karşı yine Kocaoğlu derdi. Bu yüzden istatistiklerin üç çeşit yalandan biri olduğunu düşünenlerdenim.:))

Her ne yaşanırsa yaşansın İzmir’de kendisine güvenmediği, yaptıklarını eleştiren halk bugün seçim olsa AKP gelmesin diye yine Kocaoğlu derdi. AKP İzmirlinin karışsına ciddi argümanlarla gelmediği sürece de bunun tersi mümkün değildir.

İşte bu düşünülmesi gereken ciddi bir durumdur. Çünkü İzmirli AKP ve CHP arasında sıkıştırılmıştır. Bu yüzden de bile bile kasaba olarak kalmayı AKP’ye tercih etmektedir.

CHP’li yönetim de bunun farkında olduğu için bildiğini okumaktadır. "Ben yaptım oldu" mantığı ile belediyeyi ticari bir kurum olarak görmekte, hizmet anlayışlarını da buna göre sergilemektedir.

Olan bitenler İzmir’in hak etmediği şeylerken ne yazık ki bu sıkışmadan dolayı İzmir, hem CHP’li yöneticiler hem de AKP tarafından cezalandırılmaktadır.

AKP “Gavur İzmir” söylemiyle İzmirlinin zaten yaşam şeklini değiştirmesinden korktuğu bir partiyken, bu söylemle İzmirli tarafından tamamen kara listeye alınmıştır. Bunu da koz olarak kullanan İzmir de -ki CHP yönetimi her başarısızlığını hükümetle ilişkilendirme yolunu seçmiş nasılsa- İzmirlinin tek tercihiyim istediğimi yaparım mantığına gitmiştir.

CHP söylemlerinde hükümetin 'çoğunluk oylarıyla azınlığı yok saydığı'nı ileri sürerken ne yazık ki kendileri de aynı durumu İzmir’de İzmirliye uygulamaktan hiç çekinmemişlerdir.

İzmirli elbette bunun farkında ama söylediğim gibi bu sıkışmışlık ve korkuları karşında tercihinden ödün vermemektedir.

Yalnız ortada farklı bir gerçek daha var ki CHP’nin İzmir’de güçlü olmasının bir diğer sebebi de varoşların oylarının büyük bir çoğunluğunun kendi memleketlerinde oy kullanmasıdır. Bunu neye dayanarak söylüyorum: Nisan-Mayıs aylarında yapılan araştırmaya tabiî ki.

Şimdi aktaracaklarımı paylaşmak ne kadar doğru bilemiyorum ama sanırım isim vermeden aktarmam sorun yaratmayacaktır.

Nisan-Mayıs döneminde Türkiye’nin önde gelen araştırma şirketlerinden birinin birçok ilde yaptığı bir araştırmanın parçası olan çalışma İzmir’de de yapıldı. Bu çalışmaya yakından şahit olduğum için o zaman dikkatimi çeken iki konuyu sizlerle paylaşacağım.

Biri CHP genel başkanı Deniz Baykal’ın devrilmesiyle araştırmanın yapıldığı tarihin ve soruların içeriğinin ilişikliği, diğeri ise İzmir’de seçim olsa hem genel hem yerelde kimi seçeceklerine yönelikti. Soruların arasında geçen seçimlerde oyunuzu nerede kullandığınız sorusu ise biraz önce belirttiğim varoşlar oylarının kendi memleketlerinde kullanılması gerçeğini doğrulayan oranda olmasıydı.

Tabii anketin bütünlüğünden çıkan sonuçları karşılaştırma şansım olmadığından gördüğüm bölgeler için bunu söylüyorum.

Deniz Baykal’ın devrilmesi konusuyla ilişikliği ise çok açık ve net bir şekilde mesleki tecrübelerimle soruların ve zamanlamanın bire bir örtüşmesinden dolayı kesin olarak ilintili olduğunu düşünüyorum. Zira anketin tamamlanmasının hemen ardından kaset piyasaya sürüldü ve hemen akabinde yeni bir lider ismi ortaya atıldı. Bugün ki iddialarla Deniz Baykal’ın suçlanması da bu sürecin bir parçasıdır. Bu arada kaset skandalları sadece bir başlangıçtır; önümüzdeki zaman diliminde yeni kasetlerinin de ortaya sürüleceğini düşünmekteyim. Yani özetle Türkiye’de olan hiçbir şey tesadüf değildir.

Birilerinden yorulursunuz, birilerini istersiniz ve icraata geç emrini aldığınızda emri yerine getirirsiniz. Hani halk iradesi denir ya külliyen yalan.

Çok daha çarpıcı bir örnek vermek gerekirse yıllar önce Güneydoğu’da şahit olduğum bir genel seçimde yaşanan gerçeği aktarayım. İstanbul’da yaşayan bir iş adamı o dönemde Güneydoğu’da oldukça güçlü bir partiye ana listesini sundu ve "bunlar bu bölgenin milletvekili adaylarıdır" dedi. Ve onlar o bölgenin hem adayları hem vekilleri oldu. Ağanın kulları sandığa geldi, ağanın gösterdiği gibi oyunu attı ve çıktı. İşte halk iradesi.:)) Bu yüzden eğitim şart, dağdaki çobanın oylarıyla mı hareket edeceğiz söylemlerinde bulunmak bu ülke ve seçim gerçeklerini görmezden gelmek, bu ülke gerçeklerinden bihaber olmaktan başka bir şey değildir bana göre.

Konumuz İzmirken çenemi tutamadım yine.:)) Kaldığım yerden devam edeyim en iyisi.

İzmir de Türkiye gerçeğinden ayrı tutulamaz. İster yerel, ister genel seçim olsun kendi istediğimiz adayları seçmedikten sonra halkın iradesi demek kandırmacadan başka bir şey değildir.

Genel başkanların daha doğrusu genel başkanlara iş adamlarınca sunulan adayların bizlere dayatmasıyla önümüze sürülen adayları seçmekse demokrasi olarak nitelendiriliyorsa böyle demokrasinin varlığına da gerekliliğine de inanmıyorum açıkçası.

İşte bu dayatmalar sonucu gelenlerde halka değil aday gösterene çalışırlar. İzmir; kasaba, İstanbul da megaköy olma kimliğinden kurtulamaz. Yapılan istatistikler de üç yalandan öteye gitmez. Daha doğrusu tetikleyici yönlendirmenin bir parçası olmaktan öteye gitmez.

Bu yüzden referandum da hikâye eğer anayasa birilerince değiştirilmeye karar verilmişse ya da değiştirilmesi istenmiyorsa gündemi değiştirmenin en kolay yolu topu halka atmaktır. Hani "her şeyde halk iradesi" var ya o bakımdan. Kısacası Türkiye’de var olan seçim sisteminin de sonuçta çıkan tablonun da belirleyicileri belli olduğu için vicdanınızı rahatlatmak adına oy atarsınız hepsi bu.


Ben yapmadım o yaptı?

İzmir'de komik bir durumda, her başarısızlığın ardından çocukların yaptığı gibi suç başkalarına yıkılmaktadır.

Hatırlayacaksınızdır İzmir’de ESHOT şoförünün iki kişinin ölümüne sebebiyet vermesinden sonra gelişen olaylar zincirini. Alkollü araç kullandığı için ehliyeti alınan şoförün ve kendisi gibi 17 şoföründe aynı durumda olmasına karşı belediyenin hiçbir işlem yapmaması eleştirilmiş belediye bu eleştiriler karşısında akla yatmayan bahaneler sıralamıştı. Ardından görev başında alkollü olduğu tespit edilen başka bir şoförün skandalı patlak vermiş ESHOT yetkilileri bu duruma da bir dizi bahaneler sıralamıştı.

Bunlardan bir tanesi ise gerçekten benim aklımın almayacağı türden bir iddia. Alkollü yakalan ve iki kişinin ölümüne sebebiyet veren belediye şoförü hakkında ortaya atılan iddiayı aynen veriyorum.

“KAZAYA karışan belediye otobüs şoförünün, ehliyetine el konulduğu gece, amiri ve şoför arkadaşlarıyla birlikte saat 02.00’ye kadar alkol aldığını ve sabah 06.00’da işyerinde alkol muayenesinden kaçırıldığını tespit ettik. Rapor hazırladık, yetkililere ilettik.”

Bunun ardından suçlanan amir bir açıklama yapıyor söylenen birimle alakası olmadığını, şahsı tanımadığını başka bir birimde çalıştığını belirterek bu suçlamaya karşı yargıya başvurduğunu belirtiyor.

Bu açıklamaları neresinden tutarsanız tutun sorumsuzlukları kendi ağızlarından dilleniyor. Suçu bir birbirlerinin üzerine atarak sıyrılmaya çalışmaları da profesyonelliğin yanından bile geçmiyor.

Peki, olan iki durumda belediye ne yapıyor, 17 şoförü işten çıkararak sorunu kökünden hal ediyor daha doğrusu ettiğini sanıyor.

Sorunun burada temeli şoförlerin alkollü olmasından ziyade o şoförleri buna sürükleyen nedenlerin araştırılarak çözümlenmemesi ve bu alkol kontrollerinin ilgili birimlerce atlanmasıdır. Bu nedenlerin sorgulanması gerekirken yapılan yok etme hareketinin birilerini korumaktan başka hiçbir izahı yoktur…

Kazaya sebebiyet veren iki kişinin ölümüne neden olan şoför ve sonrasında görev anında alkollü yakalanan şoför mü tek başına suçludur yoksa bu muayeneyi atlayan, olayların bu noktaya gelmesine bir yerde göz yuman birimler mi? Odasından hiç çıkmayan o birimin en tepesinde ki bürokratın hiç mi suçu yoktur? İşte bu yüzden birilerinin korunduğunu düşünüyorum.

Çünkü gezici alkol muayene ekipleriyle bunu gün içerisinde yapmadıklarının, atladıklarının hiçbir açıklaması olamaz. Yok, kaçırıldı, yok şu yok bu demekse profesyonellikten uzak bir yönetimle yönetildiğimiz gerçeğidir ki bu geri dönüşümü olmayan birçok olaya sebebiyet verecektir. O zamanda ben yapmadım o yaptı denilerek işin içinden çıkabilecekler mi çok merak ediyorum doğrusu.

Bir patlamanın ardından ortaya saçılanlar…

İzmir’deki Metro inşaatında yaşanan patlama ve ardındaki ölümlerden bahsediyorum.

Oradaki ölümlerin sorumlusu sadece yüklenici firma mı?

Bile bile ölüme sebebiyetin adına kaza diyerek çıkabilir miyiz?

İlk bilirkişi değerlendirmelerinde patlayan hava tankının teknik olarak uygunsuzluğu ortada. Ve yine ne yazık ki bu tespit ancak kaza olduktan sonra bilirkişi heyetince gerçekleştiriliyor. Oysa işyerinde bir iş güvenliği mühendisi olsa ve görevini yapsa bu tespit çok daha önceden yapılıp önlem alınabilirdi.

Ya da Türkiye’de İş Teftiş Grup Başkanlığı’nda görev yapan müfettişlerin sayısı yeterli olsa bu işyerinde sıklıkla denetim gerçekleşir ve o hava tankının kullanılması engellenebilirdi.

Makine Mühendisleri Odası İzmir Şube Başkanı Özsakarya’nın yaptığı inceleme sonucundaki şu cümleleri ise çok düşündürücü.

25 yılın deneyimine rağmen gördüğü manzara karşısında şok yaşadığını söylüyor ve “İnsan bu kadar bilinçsizce nasıl öldürülür. Bırakın bir mühendisi, biraz eğitimli bir kişi bile o tankın kullanılamaz olduğunu anlar”.

Elbette sorumluluk öncelikle yüklenici firmaya ait denebilir. Ama gelin görün ki, yaptırdığı her çalışmada çok titiz olması gereken belediye de olayın vicdan sahası içine giriyor.
Peki ya çalışma yaşamını bütünüyle düzenlemekten sorumlu hükümet tarafı toplumsal vicdanımızda derin yaralar açan iş kazalarına ilişkin yıllardır uzman kuruluşları görmezden, duymazdan gelmenin yarattığı bu sonuçlara ne diyecek?!

Sonuçta hava tankı patladı. Nasılsa, yitirilen işçilerin adlarını kimse hatırlamayacak, yakınlarının ağıtlarını yetkililerden kimse duymayacak, bu ayrıntıları atlayanlar da hayatlarına vicdan sorgulaması yapmadan devam edecek.

Bugün yarına dünle beslenerek yol alır

Geçenlerde EGE yerel televizyonu canlı yayınına İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu konuktu. Kendisi hakkında basında yayınlanan haberler karşısında suskunluğunu koruyan ve bürokratlarının yanlışlarına karşı kendisini siper etmesi sorulduğunda başkan bir yöneticinin yapması gerekeni yaparak "kimseye harcatmam bürokratlarımı" demişti.

Bir yöneticinin yapması gereken elbette ki bu. Ama ortada ölümler varsa, kötü yönetim varsa o kurumun bürokratı da bugüne kadar o birimde olmayan, halkla karşı karşıya kalmayan bir birimin bugün halkla arasına uçurumlar sokuyor, kötü yönetildiği de bu kadar açıkça ortada ise hâlâ korumak ve onların aktarımlarına inanmak, İzmir belediyesinin yıpranmasına bile bile göz yummaktan başka bir şey değildir.

Başkanımız aynı programda tüm yazılanların basının şişirmesi ve siyasi bir yıpratma olduğunu da dile getirdi. Şimdi ben de soruyorum; ortada iki ölüm var ve görev başında alkollü yakalanan bir personel ve ardından metroda yaşanan patlamada oluşan ölümler var, bunun neresi siyasi, bunun neresi basın şişirmesi?

Tüm bunları basının şişirmesi olarak algıladınız, tüm bunların siyasi oyunların parçası olduğuna inandınız çünkü bürokratlarınızın her sözü sizi etkiliyor, çünkü bürokratlarınız ne derse doğrudur.

Peki, hayatında hiç belediye otobüsüne binmediğini her fırsatta dile getiren ve bununla övünen bir bürokratın emrinde çalışan bu memurları içmeye iten nedenleri ortadan kaldırmış mı oluyorsunuz, ya da 17 şoför işten çıkınca bu sorun çözülmüş mü oluyor?

ESHOT zarar ediyor ya kendi memurlarınızın bile pasolarını kaldırdınız. Yetmedi öğrencilerin 10 kuruşuna göz diktiniz, yetmedi yasaların verdiği haklarla otobüslere ücretsiz binen engellilere günde iki kere binersiniz dediniz. Tüm bunları ESHOT zarar ediyor diye sizin önünüze koyan bürokratınız, bürokratlarınıza inanmak varken neden basına inanasınız, tabii ki basın şişirdi, siyasi oyun dersiniz.

Peki ya bizim vergilerimizle aldığınız, hiç kullanılmayan garajda yatan yepyeni arızalı otobüsleri de mi basın şişirdi?

3 milyon 750 bin dolarlık yatırımla İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından kurulan “Ulaşım Filo Takip, Kontrol ve Yönetim Merkezi” ne işe yarıyor?

Her gün 1 milyon yolcu potansiyeli olan ESHOT’un sürekli zarar ettiğini her fırsatta dile getiriyorsunuz.

Peki, bu verileri nasıl açıklayacaksınız?

2009 yılının Ocak-Haziran döneminde ESHOT Genel Müdürlüğünün bütçe gideri, toplam 295.827.031.91 TL olarak açıklanmış. İşin en ilginç yanı bunun 9.416.366.97 lirasının banka faizlerine gitmiş olmasıdır.

2008 yılının da aynı döneme ait 601.967.431.00 liralık gider bütçesinin yaklaşık 11.207.105.00 tutarı banka faizlerine akmış bulunmakta. Bu yılın verilerini de bir ara açıklarım.

Bunlar çok ama çok büyük rakamlar.

İzmirlinin parası bankaları zengin ediyor.

Belediye yönetimi ise her fırsatta şuna vurgu yapıyor.

"Zarar ediyoruz ama İzmirli de ucuz taşınıyor"’

İzmirlinin ucuz taşındığı da külliyen yalan. Tam bilet 1.550 iken İstanbul’da tam bilet 1.500. Şimdi bunun neresi ucuz diye soruyorum.

İstanbul’da bir yerden bir yere gitme mesafeleriyle İzmir’i karşılaştırınca ucuz halkı taşıyoruz diyerek kimi kandırıyorlar.

İzmir’de bir gün içinde tüm şehri dolaşırsınız ya İstanbul’da?

Ha bir de 90 dakika kandırmacası var. Bu kararın yarın kalkmayacağını kim garanti edebilir?

ESHOT zarar ediyorsa bu halka değil korudukları bürokratlara sorulmalı.

Yine aynı koruduğu bürokratlarının almış olduğu bir kararla; eskiden ağır bakım işçilerinin zehirlenmelere karşı verilen yoğurtları artık verilmiyor. Yemekse hiç verilmiyor. İşçilerse işlerinden çıkarılma korkusu içerisinde susuyorlar.

Nasıl susmasınlar ki Ünibel işçilerini greve gittikleri için azarlayan başkan onlara da bürokratlarını korumak için bir şeyler düşünür elbet.

Aziz Kocaoğlu, yalan yanlış bilgilerle kendisini bilgilendiren bürokratlarını dinlemeye devam eder, her yapılan yanlışa uydurulan politik ve komik bahanelerle yoluna devam ederse emin olsun ki kendisini de Tatı gibi genel merkeze şikâyet eden biri, birileri çıkar. Herkesle kavgalı olmak, sırf ufku dar kadrosunu korumak içinse o kadro da, koltuklarda bugün vardır yarın geldiğinde kendisine zarar veren o kadro ne Kocaoğluna, ne de kendilerine yarar sağlayacaktır.

Her yapılan yanlışta "ben yapmadım o yaptı" demek, ne yazık ki o gün geldiğinde hiçbir işe yaramayacaktır.

İzmir Büyükşehir taklidi yapan bir kasaba…

Böyle söylenince kızılıyor, oysa utanmak gerek buna.

Son günlerde körüklenen “farklılık fanatizmi” rüzgârıyla, garip bir ayrıcalıklar övüncü tutturmuş gidiyoruz. Körü körüne İzmir fanatizmini bırakalım artık...

İzmir’in boyozu varmış, kızları güzelmiş, çekirdeğe çiğdem dermişiz, simide de gevrek... Boyozumuzun tadı değişeli, çiğdemimizin tuzu azalalı çok oldu. Bunun farkında mıyız?

Bir de bir slogandır gidiyor, “İzmir’in denizi kız, kızı deniz, sokakları hem kız, hem deniz kokar.”

Kızlarımız mis kokar, bir bakan döner bir daha bakar ama ya sokaklarımız? Balkona çıkmamız yeter. Lağım kokuyor yahu lağım! Çiğli- Aliağa arası da çöp kokuyor.

Pisliği geçtik. Kentin ekonomik gelişmesindeki kısırlığına değinelim. Büyütebiliyor muyuz İzmir’in sanayi ağını? Hangi işadamına dönseniz, “İzmir’den bir şey olmaz” yanıtı alıyorsunuz. Zira ya birbirlerini yemekten, ya da Çeşme’de tembellik etmekten yatırıma fırsat bulamıyorlar.

Yapılmak istenen yatırımlar da ne yazık ki davalık.

Diyelim ki bir yağmur bastırdı, ertesi gün gazetelerdeki manzaraya bir göz atalım. Mavişehir’le Venedik arasındaki 7 farkı bulabilecek miyiz acaba.

Opera Bale ve Devlet Tiyatrosu’nun salonları yangın yerinden hallice...

Sonrada İzmir’e Büyükşehir taklidi yapan bir kasaba denilince kızıyorsunuz Sayın Başkan.

Kültür- Sanat adına peş peşe projeler getirdik, İzmir’i Kültür Sanat Kenti yapacağız diyorsunuz ama kimin fikriyle kültür sanat politikası yürütülüyor?

Bu konuda yetkililerin seviyesi nedir?

Büyükşehir'in kültür politikasını yöneten, bu konuda kararlar aldıran yetkililer kim? Bunu dürüstçe açıklayın.

Metronun planını mühendise hazırlatıyorsun; sanatın planını, programını kim yapıyor kentte?

İzmir'in bu alandaki ihtiyaçları nasıl belirleniyor?

Onca yardımcıları, daire müdürleri, bürokratları var Büyükşehir'in. Hangisi sanattan anlıyor?

Bunu bilmek herkesin hakkı.

Bu tür planlamaları yaparken önce “dünya insanı” gibi düşünmek lazım. İşte Fuar'ın durumu. Kültürpark dediğimiz yer böyle mi olmalıydı? Başkanımız gazino kültürü bitti derken haklı olabilir ama bu Kültürpark’ın gazino kültürü bittiği için hayatını sürdüremediği anlamına gelmez.

Bugün böyle bir alan yabancıların elinde olsa ya da İstanbul’da; açık hava tiyatroları, oyun, bale, müzik ve kukla salonları, nezih kafe ve restoranlar, sergi alanları yapılırdı orada. İzmir’in kültür yaşamını canlandıracak en önemli alanı ölü halde olmazdı.

Fuar dışına çıkalım Kordon ve Kıbrıs Şehitlerine. İzmir'in en güzel yerleri birahanelerle, barlarla, kötü müzik yapan yerlerle dolu. Bir caz kulübü yok kentte. Doğru düzgün caz dinleyeceğin, klasikleri dinleyeceğin, rock dinleyeceğin, kaliteli sanat müziği ya da türkü dinleyeceğin, misafirini götüreceğin bir mekân yok.

Kıbrıs Şehitleri İtalya'da olsa, her köşe başında Vivaldi, Bach çalınırdı. Avrupa'da küçük bir kasaba meydanında bile kukla gösterilerine, pandomime rastlıyorsunuz. Çünkü sanatın 7'den 70'e herkesin hayatında önemli bir yeri var.

İzmir halkını, sanatı yaşamak için evinden çıkaracak projeler üretilmeli. Sanat sadece belli bir merkezde yaşanıyor. Oysa her semtte insanlar dışarıya çıktığı anda 10-15 dakika içinde bir etkinliğe katılabilmeli. Ya da onlar gidemiyorsa sen ayağına götürebilmelisin. Mavişehir'de, Bayraklı'da, İnciraltı'nda oturanlar sokağa çıktığında gidebilecekleri bir salon var mı?

Ankara ve İstanbul'dan İzmir nasıl görünüyor biliyor musunuz? Ne yazık ki, ya Çeşme'de tatil yapılacak, ya da Kordon'da balık yiyip rakı içilecek yer gözüyle bakılıyor İzmir'e.

“Yiyelim, içelim, Kordon keyfi yapalım” demekten başka kendine özgü bir sosyal kimliği var mı İzmir'in?

Ama turisti bununla kandıramazsın sanatı sanat diliyle anlayanları da.

Geldikleri zaman, etkinliklerin yıllık programını soruyorlar. Nerede, hangi faaliyet var onu öğrenmek istiyorlar. Bir vatandaş olarak ben de öğrenmek istiyorum.

Bırakın yıllık programı aylık programı bile alamıyorsunuz.

Piriştina döneminde evime aylık etkinlik ve faaliyet raporu yollanırdı. Bir de derginin her ay gönderilen sayısının içine eski İzmir resimleri eklenirdi. Bu vesile ile her şeyden haberdar olurdum. O resimlerle de nostalji yaşardım. Bu yönetim iş başına geldiği gün o dergide tarihe gömüldü.

Tamam. “Gâvur İzmir” yakıştırmasıyla övünelim. Ama “Türkiye’nin en büyük köyüsünüz” denilince de utanalım. Biraz da hayatımızı sınırladığımız alanın olumsuz taraflarını görmeyi ve tepki koymayı bilelim. Bunları dile getirmek, İzmir’den ve İzmirlilikten bir şey eksiltmez ki...”

Avrupa Kültür Başkenti mi (!) ????

Ay içerisinde İstanbul’daydım. Gördüklerim İstanbul’da şaşırtıcı olmayan manzaralar, alışık olduğumuz şeyler belki ama ben ayrıldığım zamanla bugünü kıyasladığım da ve zaman aralıklarında gelip gittiğim için bu sefer gördüğüm manzarayı geçmişe yakıştıramadım. Hele de bugüne hiç yakıştıramadım. Neden mi?

Yerli yabancı turistin ilk ayak bastığı alanların pislik içinde olmasından dolayı. Esenler oto garajı ve Atatürk Hava Alanı hem iç hem dış mekânlarıyla pislik içindeydi. Oysa daha önceleri her iki alanda da sürekli çalışan temizlik firmaları elemanları bu görüntüyü gözlerden uzaklaştırıyordu. Şimdiyse ortada temizlik elemanları olmasına rağmen kapı önü sigara molasında ya da tuvalet arası çene muhabbeti içinde olduklarında mıdır bilmiyorum ama o eski hızlı temizlik çalışma görüntülerini görmedim.

Hem Atatürk Havaalanı, hem Esenler garajındaki görüntüler insanların şehre ilk ayak bastıkları mekânlar. Yoksa temizlik kültürden sayılmıyor mu? Bir şehrin temizlik kültürü yoksa o şehre ne kadar kültür başkenti unvanı verebilirsiniz?

Düşünün bir eve konuk oluyorsunuz. İlk adım attığınızda her yer dağınık, hijyen sıfır o evle alakalı ilk izleminizle ikramlara dokunur musunuz? Her şey mükemmel olsa bile ilk izlenimleriniz sizin için yeterlidir. İşte İstanbul’a bu yüzden kültür başkenti demek bu manzara karşısında kültüre haksızlık etmekten başka bir anlama gelmiyor bana göre.

Temizlik kültürü yerleşmemiş bir şehrin sorumlularının ne yaptığını ise açıkçası çok merak ediyorum.

“Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler”

İstanbul’daydım dedim ya gezerken gözüme batan o kadar şey oldu ki. Birkaçını hızlıca paylaşmak istiyorum.

Şehirde engellilere yapılan ciddi bir ayrımcılığı gördüm. Bu ayrımcılığı da yapan belediyenin (İBB’nin) kendisi.

Mimari açıdan metro konusunda ilk engelli asansörlerini yapan belediyenin bugün o asansörleri kullandırmamasını anlayamadım. Metrobüslerde ki mimari eksikliklerde cabası.

Esenler otogarında engelli asansörü olmadığı, çalışmadığı için tekerlekli sandalye ile metroyu kullanmaya çalışan bir engellinin yaşadıklarına şahit oldum. Ben asansörü ararken bir anda güvenlik görevlisi tarafından yürüyen merdivenle indirilen engelliyi görünce o zaman durumun vahametini anladım.

O güvenlik görevlisinin görevi engelli arkadaşı taşımak değil, o güvenlik görevlisinin teknik olarak bu konuda bilgisi bile yok. Yürüyen merdivenden düşürseydi o engelliyi sorumlu sadece yardımcı olmak isteyen görevli olurdu. Oysa her fırsatta İstanbul’un çehresini değiştirdik diyen belediye asansör hizmeti sağlamadığı için suçludur ve en az onun kadar sorumlu otogar yönetimidir.

Metrobüslerde ise durum daha vahim. Gördüğüm durakların birçoğunda engelliler için rampa, asansör, yönlendirici yer döşemeleri, uyarıcı zemin dokuları ve ses sistemleri yoktu.

Bu konuda yanılıp yanılmadığımı anlamak için küçük bir araştırma yapınca konunun İstanbul’daki engelli dernekleri tarafından belediyeye iletildiğini, sonuç alınamayınca da yargıya taşındığını öğrendim.

Peki, belediye kendini nasıl savunmuş biliyor musunuz?

İBB avukatları “Özürlü vatandaşlarımızın sadece metrobüsü kullanma zorunluluğu varmış gibi algılanması doğru değildir. Londra metrosunda bile her durağın engelli kullanımına müsait olmadığını” iddia etmişler. Yani bir çeşit ekmek bulamıyorlarsa, pasta yesinler demeye getirmişler.

Açıkçası her yıl 1-2 milyon dolar verip lale alan belediye, iş planlama ve halkın ihtiyaçlarına gelince aynı cömertliği göstermemiş.

Pasta yesinler diye işin içinden çıkmaya çalışmışsınız ama pasta da o kadar ucuz değil ki başkan.:))

İzmir ve İstanbul’da engelliler için durum bu kadar çıkmazdayken Gaziantep’te olaylar nasıl işliyor biliyor musunuz?

Belediye mimari düzenlemeleri empatiyle yapıyor.

Gaziantep merkez ilçe Şahinbey Belediyesi ekipleri, engelliler için düzenledikleri kaldırımları ve park giriş ve çıkışlarını tekerlekli sandalyeye binerek uygulamalı olarak kontrol ediyor.

Park ve kaldırım çalışması yürüten ekipler, toplam 15 tekerlekli sandalyeyle çalışıyor.

Belediye çalışanları, park giriş ve çıkışları ile kaldırımlarda engelliler için yapılan düzenlemeleri kontrol etmek için tekerlekli sandalyeye biniyor, kaldırıma çıkıp iniyor, parka girip yine tekerlekli sandalyeyle çıkmaya çalışıyor. Ekiplerin başarılı olamaması halinde yeniden düzenleme yapılıyor.

Şimdi soruyorum hem İstanbul belediyesine hem de İzmir belediyesine empati kurmak mı zor geliyor size yoksa empatiden zaten hiç nasiplenmediğiniz için mi bu kadar zor yürüyor işler?

Engellilere engelli diyerek işin içinden çıktıklarını sanan bu yönetimler onları asıl engelleyenlerin kendileri olduğunu ne zaman anlayacaklar? Onların bunu anladığı zamanı ben görecek bilecek miyim diye çok merak ediyorum.

Eğer sizler görürseniz bana diğer tarafa mektup atında gözüm açık gitmesin olur mu?

Ülkemden trajikomik hizmet dedikoduları

Benim ülkemde her an her yerde ilginç bir şeyle karşılamak mümkündür. Bu hepimizin başına geliyordur muhakkak. Mesele başımıza gelmesi değil bunun için ne yaptığımız, daha doğrusu tekrarını yaşamamak adına nasıl davrandığımız.

Devlet dairelerinde memur kriteri yıllardır hepimizin dilinde. “Yan gel yat aylık al”. Durum böyle olunca da ne yazık ki doğarken tembel doğan vücutlar memur olmak için kırk takla atarlar. Tabii sözüm her memur olana değil. Yalnız genel böyle olunca arada kalanlara da bakış ne yazık ki değişmiyor. Aynı sekreterlerin kötü şöhreti gibi.

Geçenlerde resmi bir kurumda işim vardı. İşlem yaptıracağım bankoya sıram yanınca geldim. Hayatı kolaylaştırmak adına makineler aracılığıyla verilen sıra numaranız yansa da memur sizinle ilgilenmek için elindeki işi bitirmemişse ne kadar sıra numaranız yansa da nafile. İşte benimkisi de öyle oldu.

İşlemimi yapacak olan görevli elinde telefon konuşuyor. Cep telefonunda konuşma yapıyor ve siz bankoya çok yakın olduğunuz için konuşmanın özel olduğunu duyuyorsunuz. Sizin gözünüzün içine bakarak devam ediyor. Dakika tuttum hemen. Ve beklemeye devam ederken gözüne bakmaya, gözle taciz ederek “hadi işlemimi yap” demeye getirdim. Ama nafile. Görevli ile iletişim kurmak ne mümkün.

Özel cep görüşmesine mesai saatleri içerisinde devam. Bu muameleye artık bir son verme zamanı gelmişti. Ve ben de öyle yaptım.

Bankodan ayrıldım, direk şef yazan kapıya yönlendim. Durumu kısaca özetleyen bir konuşma yaptım. Benim zamanımdan çalmaya kimsenin hakkı olmadığını bu durumu üst yetkililere bir dilekçe ile bildireceğimi de sözlerime ekledim. Anında görünen tabloya şahit olan şef olaya müdahale etti, benden durumu üst kurumlara bir kez daha yaşanması halinde dilekçeyle bildirmemi rica etti.

İşte burada benim tavrım, yapmam gereken önemli. Daha doğrusu benzeri bir durumla karşılaştığımızda tavrımız, ne yaptığımız önemli.

Bu işlemin tekrar yaşanmaması adına yapmam gereken durumu üst kurumlara iletmek olmalıyken ben şefin ricasıyla mı hareket etmeliydim yoksa hem şefin hem görevli memurun ceza alması için mi adım atmalıydım, atmalıydık?

Açıkçası her ikisini de yapmadım. Fakat duygusalca da davranmadım. Kurumlarına bir durum tespit mektubu yazdım. Özel sektörde şirket telefonlarının dışında özel telefonların mesai bitimine kadar kapatıldığını, böylece başkasına ait zamandan çalınmadığını, oysaki devlet kurumlarında bu uygulamanın olmayışının olumsuzluklar yaratabileceğini anlatan birçok örneklemelerle konuyu aktaran bir mektupla öneriler sundum.

Nasıl bir değerlendirilmeye alındı şu an için bilmiyorum ama durumun peşini de bırakmayı düşünmüyorum. Yani memurun cezalandırılmasına ve bu durumda şeflerine laf gelmesine sebep vermek yerine konudan farklı bir yöntemle haberdar ettim. Yaptığım pratikte ne kadar doğru bilmiyorum ama oluşan durumlara serzeniş etmek yerine tepkilerimizi anında doğru şekilde vermeliyiz, diye düşünülerdenim.

Tabii “Oya Hanım işiniz yok mu sizin” diyenleri de duyuyorum evet işim var: yaşam alanlarıma yansıyan her olumsuzluğa tepki koymak.

Diğer taraftan iki ayrı devlet dairesinde yasak olduğu halde memurların sigara içmesine şahit olurken tepki koymadım. Şimdi diyeceksiniz ki “bu ne perhiz ne lahana turşusu”.

Açıkçası bunu yaparak memurun dışarıda sigara molası vermesiyle kaytarması yerine bulunduğu yerde içerek işimi yapmasını tercih ettiğim için şikâyet etmedim, tepki koymadım. Hem onu denetlemek benim görevim değil amirinin yasayı koyup da uygulayamayanın görevi. Kaldı ki memur sigarasını gözümün içine baka baka içerken benim işimi zamanında yapıyor. Bana yansıyan yanı olsaydı tepkisiz kalmazdım elbet.:))

İşte ülkemin ortaya karışık halleri. Biter mi? Kesinlikle bitmez. Bitmedikçe bizde yazarız.

Şu an yaz olduğu için İzmir’e evime kısa aralıklarla geliyorum bu durum Kasım ortalarına kadar da sürer sanırım. Ege de yaşayınca bu kaçınılmaz oluyor.:)) Böyle olduğu için geldiğim aralarda yazabilirsem yazıyorum. Şimdi de öyle bir anda topladığım karışıklıkları ortaya serptim. Yaz süresince İzmir dışında olduğum için açıkçası e-maillerime bile bakmıyorum. Bu yüzden uzun bir ara yazamazsam ya da gelen yorumları cevaplayamazsam diye bunu notu düşme gereği duydum.

Yeni bir karışıkta buluşmak üzere herkese iyi yazlar…

oyatekin@gmail.com

Not: Burada yazılan tüm yazılarım elektronik imza ve zaman damgası güvencesi altında yasal hakları korunmaktadır. Hiçbir şekilde basılı ya da elektronik bir ortamda (CD, Internet vs.) kaynak gösterilse bile izin alınmadan kullanılamaz.

 
Toplam blog
: 295
: 3718
Kayıt tarihi
: 01.10.06
 
 

Milliyet Bloğa nasıl geldim ve nasıl yerimi aldım bilmiyorum. Sanırım uzun yıllar okuduğum bölüml..