Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Nisan '08

 
Kategori
Felsefe
 

"Materyalist yansıma ve otoriter zihniyet" 2

"Materyalist yansıma ve otoriter zihniyet" 2
 

Dışımızdaki gerçeklik ile zihnimiz arasındaki ilişkinin temel kalıbı olarak yansımacı bir yaklaşım izleyen ikinci çizgi ise materyalist yansımacı görüştür. Gene ontolojinin epistemolojiye öncelikli olduğu bu yaklaşım, idealist yansımanın aksine maddeyi belirleyici töz olarak kabul etmekte ve zihinsel olan her şeyi maddesel olanın izdüşümüne indirgemektedir.

Materyalist yansımacılık idealizmin reddinden güç alarak algılanmayan hiç bir şeyi gerçeklik kategorisine sokmaz. Tanrı ya da "üst zihin" kavramını ret ederek bilgi sorunsalını somut maddesel nesneler ile zihnimiz arasında yer alan "yatay" bir düzlemde ele almaya çalışır. Bunu yaparken de somut maddesel nesnelere ortak niteliğini kazandıran bir "Maddeden" bahseder zorunlu olarak. Bu "madde" adı altında "bilinçsiz bir tanrı" yaratılmaktadır: çevremizdeki nesneler maddenin çeşitli biçimler almış şekilleridir ve o nesnenin özünü temsil edemezler. Bu nedenle bu biçimleri aşan bir "değişmeyen" gerekmektedir. İdealist yansımaya benzer şekilde materyalist yansımada da gerçekliğin esası olan bir belirleyici töz diğer tözün özelliklerini doğrudan ya da dolaylı olarak tanımlamaktadır. Aralarındaki temel fark, idealizmdeki bilinçli, amaçlı ve irade sahibi üst zihnin yerini; materyalist olanda bilinçsiz, amaçsız ve iradesiz bir maddi çerçevenin almış olmasıdır. Ontolojik öncelik zihinden maddeye geçerken, materyalist yansımacılık bilinci de sıradan insanların zihninde ve eyleminde aramak zorunda kalmıştır.
Democritos'un atomculuğundan bu yana birçok düşünürde gözlemlenebilen materyalist fikirler, bilgi kavramı bağlamında yansımacı biçimiyle ancak yakın zamanlarda net bir şekilde ortaya konmuştur.,

18. yüzyıla gelindiğinde genel anlayış, evrenin mekanik bir sistem olduğu ve zamanın başlangıcında yaratılmış olsa bile yaratıldıktan itibaren bir yaratana ihtiyacı olmadığı şeklindeydi. Bilgi bu mekanik sistem ile zihnimiz arasındaki ilişkinin irdelenmesine dönüşmüştü.

Feuerbach için dış gerçeklik mutlak olarak vardı ve doğrudan bir yansımayla insanın bilgisini bire bir belirliyordu, bu belirlenme bir nesnenin aynadaki aksi gibi esas gerçekliği aynen yansıtıyordu. Maddenin kategorik önceliği mutlak bir yansımayla birleşince, zihin tamamen edilgen bir konuma indirgenmektedir. Edilgen materyalist yansımacılık olarak adlandırılan bu yaklaşım, Engels'le devam etmiş nihai şeklini Lenin'de bulmuştur. Engels için de zihnimiz hassas ancak edilgen bir yapıdadır ve bu nedenle duyumlarımız gerçeğin doğru kopyalarıdır. Bu önerme ispatlamak istediği şeyi varsayan bir totolojidir. Çünkü duyumlarımızın gerçeğin kopyası olduğunu görebilmemiz için duyumlarımızı ve gerçeği ayrı ayrı algılayıp mukayese etmemiz gerekir. Oysa bizim elimizde sadece duyumlarımız var.

Duyumlardan hareket eden bir epistemolojinin insanı rölativizme götüreceğinin bilincinde olan, ancak insan bilgisi için nesnel bir ölçüt arayışını sürdüren Lenin ise materyalist yansımayı mantıksal sonucuna götürmüştür. Lenin'e göre gerçeklik dışımızda tüm detay ve boyutlarıyla kendi iç deviniminin yasalarına tabi olarak vardır. Biz ise zaman içinde algılarımızı genişletmekte ve adım adım o gerçekliğe kavuşmaktayız. Dolayısıyla insan için bilinemeyecek hiç bir şey yoktur; sadece şu an için bilmediklerimiz vardır. Lenin bilgiyi, insan zihnini temel gerçeklik olan maddi dünyaya yaklaştıran bir taşıyıcı haline getirmektedir. Ancak bilgimizin bizi yanıltıcı noktalara sürüklemeyeceğinden emin olmamız gerekmektedir. Aksi halde bilgi dediğimiz şey sahte bir bilinç yaratacak ve bizleri gerçeklikten uzaklaştıracaktır. Bu nedenle Lenin ikinci adım olarak yansıma ilişkisini duyuların ötesine taşımakta ve dış gerçekliğin zihnimize doğrudan yansıdığını ileri sürmektedir. Böylece hem bilgimizin doğru yönde olması garanti altına alınmakta; hem de gerçek ile fenomenal dünya arasındaki niteliksel sınır kaldırıldığı için duyumlar "nesnelleşmektedir". Gelinen noktada gerçek ile fenomenal dünya arasında olduğu gibi, fenomenal dünya ile insan zihni arasında da nesnel bağlar kurulmuş olmaktadır. Ne var ki dış gerçekliğin zihnimize yansıması ve kendi kopyasını yaratması, ancak bizatihi maddenin kendi gücü ile mümkündür. Dolayısıyla Lenin "Maddeye" idealist yansımacılıktaki tanrının rolünü vermiş olmaktadır. Aradaki fark, idealist yansımada "üst zihnin" hem maddi gerçekliğe hem insan zihnine yansıyor olması; oysa materyalist yansımada ""Madde" ile fenomenal dünya arasında yansımadan ziyade bir geçişliliğin bulunmasıdır.

Bu anlamda fenomenal dünya maddi gerçekliğin dış yüzüdür. Yaptığı varsayımlarla zihnimizdeki kopyaların dış gerçeklikle bire bir uyumluluk içinde olmasını sağlayan Lenin, insanlar arsındaki algılama farklılığının yarattığı klasik sorunla karşı karşıya gelir. Herkesin zihinsel kopyaları aynı gerçeklikten kaynaklandığına göre, algılama ve görüş ayrılıkları nasıl açıklanabilir? Lenin'in üçüncü adımı olarak bu sorunu yanıtı bazı insanların daha "bilgili" olduklarıdır. Kimin daha bilgili olduğu ise ancak eylemle kanıtlanabilir. Çünkü maddi gerçekliğin değişmeyen ve etkilenemeyen temel yasaları vardır ve eğer bir bilgi doğru ise bu yasayı yansıtmak zorundadır. Dolayısıyla doğru bilgiye dayanarak yapılacak eylemler, yasaya uygun olacakları için başarılı olacaklardır. Eğer tersten ifade edersek, bir eylemin başarısı arkasında yatan bilginin de doğruluğunun, yani temel yasalara uygunluğunun kanıtıdır. Böylece edilgen materyalist yansımacılık bir eylem programı ile tamamlanmaktadır.

Bu noktada Marx'ın materyalist yansımacılığa getirdiği farklı yorum üzerinde durulabilir. Maddi dünyanın temel gerçeklik olduğunu ve insan zihni tarafından aynen kavranabileceğini savunan Marx, bilginin üretilme biçimi konusunda edilgen yansımacılıktan ayrılmış gözükmektedir. Buna göre maddi gerçeklik ile zihnimiz arasında doğrudan veya doğal bir geçişlilik yoktur. Duyumlar insana doğrudan bir bilgi kazandırmaktansa, sadece bir etki veya dürtü yaratırlar. Bilgi ise bu dürtüden hareket eden insanın eylemi ile oluşmaktadır. Praksis felsefesi olarak adlandırılan bu bakış açısına göre, bilgiye yönelen algılama eylem süreci içinde oluşmaktadır. Dolayısıyla Marx için gerçek bilgi, her ne kadar maddi gerçeklikten kaynaklanan bir olgu olsa da, bilginin insan tarafından edinilmesi insanın gayretini gerektirmektedir. Bu durumda bilgi, yansıma temeli üzerinde gerçekleştirilen bir inşa çabasıdır. Diğer bir deyişle, gerçeklik maddi olmaya ve zihnimize yansımaya devam etmektedir; ancak bu bizim bilgiyi kavramamız için yetersiz kalmakta ve eylem içinde yeniden oluşturulmaktadır. Madde açısından yetersiz bir yansıma olarak değerlendirilebilecek bu görüş, insan açısından onu etkin kılan bir materyalizme dönüşmektedir.

Görüldüğü gibi Marx'ın etkin materyalist yansımacılığı, Lenin'in edilgen versiyonuna kıyasla, bilginin pratikteki oluşumuna daha fazla değer atfetmekte ve ontolojik belirlenmeyi arka plana itmektedir. Ne var ki, Marx'ın gayreti siyasal açıdan daha esnek sonuçlar yaratsa da, epistemolojik açıdan temel mantığı değiştirmiş olmamaktadır. Çünkü Marx içinde eylemle keşfedilecek olan bilgi, madde de zaten içkin olan temel gerçekliğin aynısıdır. Bu nedenle örneğin Marx salt madde olan doğanın yerine, insanı da içeren bir oluşum olan üretim biçimi kavramını yerleştirmiş, ancak sonuçta üretim biçimine maddenin tüm belirleyici özelliklerini atfetmekten kurtulamamıştır. İnsan eylemi ile üretim biçiminin değişmesine yönelik bir etkide bulunabilse de, bu etki üretim biçiminin önceden belli olan iç değişim yasalarının emrettiği doğrultuda olmak zorundadır. Böylece 'madde' insanı alet ederek kendi sarsılmaz hükmünü uygulamaktadır.

Materyalist yansıma insanı, değiştiremeyeceği ancak anlamaya çalışabileceği yasalara mahkum eder. Anlamak ise, sadece o yasalara daha bilinçli bir şekilde uymamızı sağlayacaktır. Yasaları fark eden ve değişmezliğini kavrayan 'bilinçli' insanın yapabileceği tek şey o yasaların işlemesini kolaylaştırmaktan ibarettir. Bu nedenle özgürlükte artık, yasaların zorunluluğuna kendini tabi kılma anlamını taşımaktadır. İnsanlar yasaları bildikçe bilinçlenir ve bu bilinç onları yasalara uymaya iter, öte yandan bu yasaların zorunluluğunun kabulü insanın önündeki tek 'gerçek' özgürlük alanını açar. İnsanın özgürlüğü maddenin içerdiği zorunluluğun fark edilmesinden kaynaklanır, çünkü özgürlük ancak bu yasaları kullanabilmemizle yaşanabilir hale gelir.

Dolayısıyla materyalist yansımacılık otoriter zihniyetin temelini oluşturmakta ve ona meşruiyet kazandırmaktadır. Bu yaklaşım insanın bilincini dışsal bir otoritenin anlaşılmasına, özgürlüğü ise o dışsal otoriteye uyuma indirgemektedir. Bunun doğal sonucu ise, kendini dışsal otoriteyle özdeşleştirme arayışı içine sokacak sosyopsikolojik bir tutumdur. Kendi kişiliğini kapsayıcı ve sarsılmaz bir bütünün veya gerçekliğin içinde eritme arzusu tek yönlü bir tahakküm ilişkisinin de esasıdır. Ancak materyalist yansımacılık bununla kalmamakta, otoritenin kişiselleşmesine de yol açmaktadır.

Dış gerçeklik kendine özgü yasalara, dolayısıyla kendine özgü değişik dinamiklere sahiptir. Maddenin yansımasından söz ettiğimiz zaman, bu dinamiğin ve bizzat bu yasanın yansımasından söz edilmektedir. Ne var ki hiç bir insan zihni bu yasayı tümüyle yansıtamaz; ve bu nedenle bizler maddi gerçekliği ancak göreceli ve yaklaşık olarak bilebiliriz. Üstelik maddede içkin olan yasa bir değişim yasası olduğuna göre, insan zihninin zamanın herhangi bir anında bu yasanın tümünü algılayabilmesi imkansızdır. Böylece tek bir gerçeklik, tek bir doğru görüş olmasına karşın; o görüşü tam olarak bilme konusunda insana önemli bir kuşku aşılanmaktadır. Çünkü insanoğlu hem yansıttığı gerçekliğin tam bir kopyasına sahip olamamakta, hem de gerçeklik sabit kalmamaktadır. Lenin'in bilgiyi eylemle doğrulama modeli nihai çare olarak gözükse de, pratik hayat buna ancak belirli anlarda olanak tanımakta, genelde insanlar teorik rehberliğe muhtaç olmaktadır. Üstelik eylemin doğru anda ve biçimde yapılması da gerekmektedir ki, bu da yasaların önemli ölçüde teorik bazda algılanmalarını zorunlu kılar. Nihayet olayların çeşitliliği ve gözlemlerimizin kaçınılmaz karmaşıklığı, doğru algılamanın ancak doğru bir eğitimle mümkün olacağını ima etmektedir. Herkesin eğitimden aynı oranda yararlanamayacağı bilinen bir gerçek olduğuna göre, maddenin yasalarını anlamanın bir yetenek meselesi olduğu gözükmektedir.

Böylece eylemi vaaz eden materyalist yansımacılık, esasta insanları teorisyenlere mahkum etmekte ve bu teorisyenleri sınanamaz hale getirmektedir. Çünkü herhangi birinin bir otoriteden farklı düşünüyor olması otoriteyi sarsmadığı gibi, o kişinin yanlışa düşmüş olmasının resmi belgesi olmaktadır. Bu yanlışa düşmek istemeyenlerin önündeki tek yol ise otoriteyi kendisi ile gerçeklik arasında bir aracı olarak kabul etmektir. Materyalist yansımacılık üzerinde şekillenen otoriter zihniyet bilgiyi, bilinci ve özgürlüğü birbirine bağımlı kılmakta ve bunu üzerinde tekel kurulabilecek bir kamu sahası haline getirerek bir otoriteye teslim etmektedir. Her ne kadar bu otorite gücünü dışsal bir varlığın gücüne dayandırsa da, doğru yorumun bilinmemesi neyin doğru olduğunun da otorite tarafından saptanmasına ve otoritenin mutlaklaşmasına yol açmaktadır.

Otoriter zihniyetin toplumsal bir modele dönüşmesi ise genel ve kapsayıcı bir kontrol mekanizmasının varlığını gerektirir. Bu denetim insanların nasıl davrandıklarını gözlemekle yetinmez, onlara nasıl davranmaları gerektiğini de söyler. Özgürlüğün bilgiye dayandırılmasının özgürlük alanını genişletmesi beklenirken, tam tersine özgürlük belirli bir bilgiye mahkum olur ve toplumun nasıl düşünmesi gerektiği de tepeden belirlenir. Böylece toplumun tepeden tırnağa tek bir sistematik içinde denetlenebilmesi mümkün kılınarak bir tahakküm düzeni oluşur. Bu sistemin işleyişi, korkunun yasallaşmasına ve toplum tarafından içselleştirilmesine dayanır. İnsanlar iki tür korku içinde kalırlar: yönetimle anlaşamayanlar maddi/manevi baskı altında olmanın getirdiği korkuyu yaşarken yönetime yandaş olanlar da gerçekliği otoritenin anladığı biçimde anlamama ihtimalinin endişesini taşırlar. Çünkü dış gerçekliğin aynen algılanması nasıl mümkün olamıyorsa; bu gerçekliği çok yakından takip etmekte olduğunu iddia eden otoritenin anlaşılması da sıradan insan için son derece güçtür. Bu nedenle otoritenin sürekli bir propaganda ve eğitim içinde olması gerekir. Bu eğitim kontrol olanaklarını artırdığı için yönetim tarafından istendiği gibi, yönetime ters düşmek istemeyen yönetilen kesim tarafından da talep edilecektir. Bu süreç insanların robotlaştığı ve üstelik isteyerek robotlaştığı bir süreçtir. Otoriter toplumsal yapılar düşünceyi bir kamu sahası haline getirerek, özel alanı yok ederler ve özgürleşme adı altında insani dünyevi otoritenin esareti altına alırlar. Toplum edilgen bir yığınla, militan bir aktif sınıf şeklinde ayrımlaşır. Sistemin tamamlayıcı ve belirleyici gücü, edilgen kesimi tam bir homojenizasyona doğru sürüklerken; militan kesim kendi içinde katı bir hiyerarşik yapıya dönüşür. Kaynağını en üst otoritede bulan güç; hiyerarşinin altına doğru giderek azalarak edilgen yığınlarda sıfırlanır. Dolayısıyla otoriter toplumsal yapı, ataerkil yapılardaki sürekli, geçişli ve rızaya dayalı hiyerarşik düzenlemlere sahip değildir. Otoriter zihniyet toplumu kategorize eder ve ancak 'bilinçli' kategorisine dahil olabilenleri, tepeden ve alternatifsiz bir hiyerarşiye oturtur. Diğerleri ise mümkün olduğunca homojen, tek tip bir var olma biçimiyle sınırlandırılırlar.

Sonuç olarak materyalist yansımacılık, maddi gerçeklik ile insan zihni arasında doğrudan veya dolaylı bir yansıma ilişkisi kurmakta; maddeye mutlak bir ontolojik öncelik vererek zihni edilgen bir konuma indirgemektedir. Yansıma bilginin doğru olması gerektiğini ima ederken, insan zihninin yetersizliği ve gerçekliğin sürekli değişim içinde olması, kişinin kendi bilgisi hakkında sürekli kuşku içinde olmasına yol açmaktadır. Bu kuşkunun giderilmesi ancak eylemle ve dış gerçekliğin yasalarını bizlere tercüme edecek insanların varlığı ile mümkün olmaktadır. Eyleminde bir bilgi konusu olduğu düşünülürse, eylemin sadece otoriteye sahip olanların meşru hakkı haline gelmesi doğaldır.
Bilme ve eylem yapmanın tekelleşme eğilimi içinde tek bir otoriteye teslimi demek olan bu yaklaşım, otoriter zihniyetin felsefi temelini oluşturmaktadır. Otoriter zihniyet bu tekelci anlayışı toplumsal yapı içinde operasyonel kılarak bir tahakküm düzeni kurar. Yüzyılımızda yaşanan faşizm ve komünizm bu zihniyetin yeterince saf örnekleridir.Bu toplumsal düzenlerin her ikisi de otoriter zihniyet ve materyalist yansımacı bir epistemolojik anlayışa dayanmışlardır. Bu nedenle birbirine çok zıt takdim edilmiş olsalar da bu zıtlık epistemolojik konumun içindeki dar bir rekabetten öteye gitmemiştir. Aynı nedenle kendini bir tarafın militanı gören birçok kişi rahatlıkla bir pozisyondan ötekine rahatlıkla geçebilmiş, ancak işin özü olan militan olmayı ve bilinçsiz yığınlar karşısındaki mutlak üstünlüğe olan inancını sürdürmüştür.

Otoriter zihniyet düzenine Türkiye'de tek parti dönemi de örnek verilebilir, bu dönemde kağıt üzerinde klasik demokrasinin dört temel unsuru da vardır; bir sözleşme özgürlüğü vardır, ancak herkese açık değildir. Örneğin İşbankası’nda işe girmek parlamenterlerin tekelindedir. Kurulan firmaların hepsinin yönetim kurulunda parlamenterler vardır. Seçimle gelip gitme mekanizması uygulanmaktadır ancak merkez kimi önermişse o seçilmiştir. İktidar çoğunluğun iktidarı olmuştur, ama her zaman aynı kişilerden oluşmuştur. Kuvvetler ayrılığı kağıt üzerinde kalmıştır. Yasama ve yargı yürütmeye tabi kılınmıştır. Bu dönem klasik demokrasinin dar bir uygulamasıdır. Otoriter zihniyet soyut doğruları, normatif modelleri olan bir zihniyettir, samimi olarak doğruları topluma tepeden öğretmeye çalışmıştır. Merkezde bir grup doğruyu bilmektedir, bu doğruları hukuken de topluma empoze etme hakkını halen kendinde görmektedir.

Kaynak:
1- Bir Demokratın Gündemi, Etyen Mahçupyan.
2- Osmanlıdan Postmoderniteye, Etyen Mahçupyan.
3- Batıyı Anlamak, Etyen Mahçupyan.
4- Doğu Batı Dergisi 1, 3, 4, 5, 7 ve 13 üncü sayıları.
5- Düşün ve Toplum, İlkay Sunar.

 
Toplam blog
: 444
: 1284
Kayıt tarihi
: 13.09.07
 
 

MB zengin kültürel bir eksen; düşüncelerimizin buluştuğu, tartıştığımız, birbirimizi etkilediğimi..