Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Mayıs '07

 
Kategori
Blog
 

Ruhaltı* bloglar

Ruhaltı* bloglar
 

Milliyet blogun ilk zamanları için "blogun antik dönemi" diyor tarihçiler, yani milattan öncesi. Daha az sayıda yazarın, daha az sayıda yazıyla, daha naif olabildiği dönem. Sanki herkes bu küçük adacıkta, gökyüzünün altında bulduğu bir ağaç gövdesine yaslanmış, elindeki kağıtlara bir şeyler yazma hevesindeydi; yazdıklarının yüzlerce yıl sonra kime kalacağını düşünmeden. Hayata dair felsefeler çarpıştırılıyordu bir zamanlar.

Çok kısa sürede büyüyen Milliyet blog ailesinde (koloni desek daha iyi olacak), insan eskiden tanıdıklarını kalabalık içinde ya hiç göremez ya da bulamaz oldu. Bir yandan ortama yeni yeni insanlar akarken, yazmayı bırakanların sayfalarını açıp defalarca okuduğun son yazıları, insanı kaplayan bir hüzün duygusuyla, bu cıvıltılı kalabalığa inat sonsuza dek öylece donmuş, bir kartpostal gibi gülümsemeye devam ediyordu. Onların orada öylece durması sana buranın bir parçası olduğunu anımsatmaya yetiyordu.

arada bir "acaba yeni bir şeyler yazdı mı" deyip baktığın insanların hayatta olup olmadıklarını bile merak eder oldun. ve dayanamayıp sordun; " acaba hayatta mısınız, iyi misiniz? "diye. ne garip! insanın bilgisayarının ekranından başka hayatlara bakarken, onları kendinden bir parça gibi sayması ne garip!. Beğendiğin bir yazarın, nefes alırken kafasından geçenleri bir çırpıda anlatıp döktüğü bu yere alışmak ne kadar da kolaydı.

Her gün, sanki bir dostunun dükkanına kahve içmeye gidermiş gibi çat kapı içeri dalmak, içinden "hmm demek hala hayattasın " diye geçirirken yazdığı yazıyı okumak, ve ardından düşüncelere dalmak, "sahici iletişimler" kurmak ya da tanığı olmak ne kadar da kolaydı... yazarlarının içtenlikle yazdığını anladığın hayallerine üzüntülerine, düşkırıklıklarına ortak olmak ne kadar da kolaydı. ve sonra üzüldüğü bir şey olduğunu satır aralarındaki gölgelerden anladığında ona bir cümleyle mesaj atıp destek olmak, ya da aynısını ondan görmek. kısa anlarda, kısa cümlelerle, dolaysız, içten, birdenbire, gösterişsiz, öylesine kuruluveren bir bağla yoldaş olmak ne kadar da kolaydı.

Blogun modern zamanlarındaysa herşey çoğaldı. yazanlar çoğaldı, okuyanlar çoğaldı, yazılar çoğaldı. bir nefes ve kendin gibi atan bir yürek için çok uzun zaman aramak, blogları taramak gerekti. Gittikçe herşeyin birbirine benzediği, üstüne üstlük yine kalabalıklar psikolojisiyle herkesin de birbirine benzemeye çalıştığı bir yer olmaya başladı. kendi çapında bir kaç kelam etmeye cesaret etmiş yalnız ruhlar, kırık kalpler, coşkulu sözcükler, yerini basma kalıp, aynı cümlelerle başlayıp aynı cümlelerle biten ve ilk iki cümlesinden ne diyeceği belli olan yazılara bıraktı. eskiden beğendiğin yazarlar da ortama uyup hep aynı cümleleri kurar oldular ve belki sen de. kendini blog yaşlısı gibi görmeye başladın, "nerde o eski bloglar, blog günleri" diyen.

bu ortamda kurulan arkadaşlıklarını kimi zaman blogların dışına taşıdın. Onları daha yakından tanımak istedin, belki yaklaştın tanımaya. yüzünü görmediğin ya da sesini duymadığın yeni arkadaşların oldu. sen öylece yürüyorken arkandan omzuna dokunan biri gibi, bomboş bir sayfaya yazdığın yazının ardından sana bir şeyler söylemek isteyen insanların, sana sözleriyle ulaşabildiği kadar yakın, ve belki de kendini gizlediğin kadar uzak oldun. ama sandığından dikkatli gözler, düşünen akıllar senin satırlar arasına gizlediğin duygularını bulup anladığında korktun. Ruhunun öylece ortaya saçılmasından, o güne kadar senin sandığın her şeyi hem paylaşmak isteyip hem de gizleyememekten korktun.

başlangıçta herkese ve herşeye yetişebilirken sonunda hiç kimseye ve hiç bir şeye yetişemez oldun. hayat burada da yine elinden kaçıyordu işte. yapabileceğin tek şeyi yaptın: kendi çemberinde, kendini yazıp, kendini dinlemeyi. başkasını okuduğunda da sözlerini kendine saklamayı. ona daha az seslenmeyi. bu ortamda yazılmış yazıların altına sen de bir şeyler çiziktirdin. yazıyı okuduktan sonra sende kalanları, zihnine dolan cümleleri yazdın. dostlarına yazılarının altından el salladın, gülümsemeleri için şirinlik yaptın. Onların yazdığı yazılara sonsuza dek dahil oldun. Onlarla bir bütün oldun. Senin bir parçan onların sayfalarında gezinir oldu ve aynı şekilde onların da bir parçası sende kaldı.

ama ne zaman burada da yapmacık, sıradan, gelişigüzel, söylemek için söylenmiş sözler duydun, işte o zaman kaçıp gitmek istedin. uzaklaşmak, sessizliğe dahil olmak istedin. sende kalan son parçaları korumak için. bozulmasını istemediğin her şey için. sırf bir yarış, ve bu anlamsız yarıştaki gösterişler uğruna yapılmış diyaloglardan kaçmak istedin. bütün sevecenliğiyle duran satırların aslında bir yalan olduğunu anladığında tiksindin hatta. yazılanların bazen koca bir yalan olduğunu gördüğünde. insanların yazılarla ne kadar güzel yalan dünyası kurabildiklerini ve bu dünyayı herkese dostluk diye yutturabildiklerini, herşeyin her yerde menfaat olduğunu, herkesin birden çok maskesi olduğunu, bunun değişmez bir kural gibi başımızın üstünde sallanıp durduğunu gördüğünde.

o zaman kaçıp gitmek, yokolmak, silinmek, adsız kalmak ve geceleri gizlice, bilinmeyen biri olup, bilinmeyen duvarlara yazılar yazmak istedin.




kalkan2007



resim: Robin Antar- " Soda Can " 2007 marble 19"h X 12"w X 11"d



http://www.art-interview.com/competition_gallery.html


* Ruhaltı sözcüğünü ilk kez Bahadır Baruter'in Lombak dergisinde kendi ruhaltı-bilinçaltını çizdiği "Ruhaltı" köşesinde görüp çok sevmiştim. Ondan esinlenip kullandım.

 
Toplam blog
: 121
: 2834
Kayıt tarihi
: 09.07.06
 
 

Başkentte doğmuşum ve orada gidilecek tüm okullara gitmişim: ODTÜ-Psikoloji ve Ankara Üni. İletiş..