Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Ağustos '07

 
Kategori
Blog
 

Yarım kalmış yazılar ve yazabilme sancılarım...

Yarım kalmış yazılar ve yazabilme sancılarım...
 

“Ege denizinde bir Yunan adası”; -Rodos-, “Eski dilde su”; -ma-. Çözmeye çalıştığım bulmacaya gündemi şifrelemişler sanki. “Siyasal bir parti”; İlk harfi “D” son harfi “P” çıkmış henüz. Gündemden hiç düşmeyen bir soru “ilkel bir silah”. Ne kadar teknolojik olsalar da tüm silahlar “ilkel” bir amaca hizmet etmiyor mu sonuçta. Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili/çağrıştıran soru olmalıydı diye hayıflanıyorum. Siyasi gündemin “çalkantılı” hali bulmacayı hazırlayanı etkilemiş anlaşılan.

Bazılarımızın “içindeki denizde” 22 temmuz’da başlayan bir başka çalkantının etkisiyle, zihnimizin kıyılarına vuran “kaba dalgalar” ne zaman durulur ya da durulur mu bilemiyorum. Bu kaba dalgaların sonucu belki, 23 Temmuz da “Burjuva’nın Temmuz Devrimi” başlıklı tamamlayamadığım bir yazıya başlamıştım. İlk paragrafın sonuna kadar yazıp bırakmışım.

“Fransız Devrimi’nin başarılması ancak köylü ve kentli emekçilerden oluşan halk kitleleri sayesindedir. Ancak Burjuvazi devrimin hemen başında silahlarını halka çevirmekte gecikmemiştir.”

Bir yazıyı başladığım gibi bitirirsem ne ala, aksi halde “yarım kalmış yazılar” klasöründekilere bir yenisi ekleniyor. Bir süre zihnimde kurguladığım, ihtiyaç halinde çeşitli kaynaklardan teyit etmeye çalıştığım “cümleler” birbirine eklenip, girişi, gelişmesi, sonucu ile anlam bütünlüğü sağlayan bir hal alıyorsa başkalarıyla paylaşabileceğimi düşünüyorum.

Sonraki günlerde Kamran İnan’ın “karşı devrim” tezi gazetelere yansıdı. Başka bir açıdan bakarak devrimi boyayıp, “turuncu” olduğunu yazanlar oldu. İçerik farklı olsa da yola çıkış noktası benzer olduğu için ortaya koymaya çalıştığım tezin çok da “özgün” olmadığını ve daha önceden de benzeri şekilde işlenmiş olabileceğini fark ettim.

Evet, en büyük kaygılarımdan biri de, bir çok yazan gibi, özgün olabilmek.. Alıntıların ve ne yazık ki(ne kadar kurtulmaya çalışsam da bazen kullanıyorum) bazı klişe söylemlerin dışında özgün bir yaklaşım getiremeyeceksem yazarken, hiç dokunmuyorum o konuya.

Bir “yarım kalmış yazı” için daha, aşağıdaki kadar yazıp vazgeçmişim;

“Süslü basın ve simbiyotik yaşamlar...”
“Simbiyotik yaşam; her iki tarafın da birbirinden karşılıklı olarak yararlanması esasına dayanır. Bu birlikteliğe en klasik örneklerinden birisi, büyük cüsseli hayvanların üzerindeki parazitleri veya atık maddeleri temizleyerek yiyen küçük canlılardır*

Televizyonların gündüz yayınlarının tümü, geri kalan yayınlarının önemli bir kısmı, gazetelerin ilk sayfalarının "baya" bir kısmı, ikinci sayfalarının tümü ve tabi sırf bunun için çıkan gazeteler, dergiler yukarıda tanımlanan simbiyotik yaşamın gözlem alanları haline gelmiş durumda.. Ülkede yazılı ve görsel basını ele geçirmiş bir “magazin heyulası” mevcut. Bu, formu belli olmayan jöle kıvamındaki organizma, köşe başlarını tutmuş durumda “mümtaz” medyamızın. Bu organizma üzerindeki artıkları yiyerek raitingini arttıran “faydacı canlıları” getiriyor her gün, her an televizyonlarımızın ekranlarına.”

Genelde ilk yazdığım gibi bırakmayı tercih ediyorum ama bazen, özellikle uzun yazılarda, tekrar okuduğumda anlam kaymaları olduğunu görüp ilgili paragrafı alaşağı ediyorum. Cümleleri oradan alıp, oraya taşıyorum. Silmek gerekirse siliyorum. Önceleri silmekten çekinirdim, şimdi elimin korkaklığını yendim. Sildiğim cümlelerin hiçbirini atmıyorum ama. Onlar içinde ayrı bir klasörüm var. Başka bir yazı için ilham verir belki diye saklıyorum.

Bazen yazdıklarım sadece tek bir cümle ya da bir başlık olarak kalıyor, aşağıdaki gibi..

“Tasfiye nedeni ile zararına sağlık hizmeti”
Seçimden önce yazılmış bir başlık. Hükümetin, İMF projesi; “sağlıkta dönüşüm” ile kapattığı/kapatacağı sağlık ocaklarını son bir hamle ile “bedava yaptık” demesi üzerine bu başlığı atmıştım. Sanırım biraz da canım sıkılarak bu kurnazlığa, devamını getirmedim. Sonra bedava olmadığı da ortaya çıktı gerçi.. Sağlık ocağında ücret ödemeyen yeşil kartlı eczanede ekstra bir ödeme yapmak zorunda kaldı. Aynı iktidar sahiplerinin “yola devam” etmesi ile gündemden düştü zaten.

Bir de gündem var tabii. O kadar hızlı değişiyor ki biliyorsunuz, gündeme ilişkin bir şey yazacaksam(ki bunu hiç de tercih etmiyorum aslında) elimi çabuk tutmalıyım. Yazıyı ertesi güne bırakırsam, ne yazarsam yazayım “tarih” kategorisinde yayınlamam gerekebilir.

“İnsanoğlu’nun kendini gerçekleştirme ihtiyacı ve Everest’in tepesindeki çöpler.”
Bu da başlık olarak kalmış bir cümle. Bilenler için malum, Abraham Maslow’un “ihtiyaçlar hiyerarşisi” üzerine kurgulamıştım, başlığın altını hiç doldurasım gelmedi. İnsanoğlunun en temel ihtiyaçları fizyolojik olanlar; su içmek, yemek yemek gibi, bunu gerçekleştiren insan bir üstteki ihtiyaç olan güvenlik ihtiyacını karşılamaya yöneliyor. Ve bir piramit gibi daha üstteki ait olma, sevgi ve onun üzerindeki saygı görme ihtiyaçlarını karşılama yoluna gidiyor insan.. En tepedeki ihtiyaç “kendini gerçekleştirme”. Yani yeteneklerini, meziyetlerini gösterecek bir alan bulabilme ihtiyacı (örneğin bu platformda yapılan “yazma” işi gibi). İşte bunu gerçekleştirmek için belki, insanoğlu Everest’e çıkmayı istiyor. Ama kendini gerçekleştirirken Everest’in tepesine bıraktığı 50 ton çöple doğayı kirletiyor. Kendini gerçekleştirirken bir parçası olduğu doğaya zarar veriyor. Bu çelişkiye vurgu yapmaya çalıştığım bir yazı olacaktı. Olamadı işte.

Bir itirafla devam ediyorum. Bundan önceki bloğum; “Yüzler/Yalanlar” da “yarım kalmış yazılarımdan” idi. Seçim sonuçlarının, yukarıda bahsettiğim içimdeki çalkantısının, etkisi ile yazmaya başlayıp, kendimi zorlamama rağmen uygun bir sonuç kısmı bulamadığımı düşündüğüm bir yazıydı. Evet, derler ya; “yaratım sancılı bir süreçtir” diye, bazen gerçekten öyle. O günlerdeki “üretimsizliğimi” kapatmak adına, çok içime sinmese de, yayınladım o hali ile.

Yazının okunabilirliğini de kaygılıyorum aslında ve biliyorum uzadı bu kez. Son olarak ailemi ziyaretimizden sonra yazmaya başladığım ancak “yarım kalmış” bir paragrafla “sonucu” bağlamaya çalışacağım.

“Tam arabaya binmiştik ki babam içinde üç büyük üzüm salkımının olduğu poşeti verdi. Zaten üç gündür afiyetle yediğimiz çavuş üzümleri eve dönüş yolculuğumuza da bütün lezzetleri ile eşlik edeceklerdi.”

Evet, babamın 55 yıl önce okuduğu “köy enstitüsü”nde öğrendiği yöntemlerle kendi aşıladığı üzümler. Bence bu girizgahtan “eğitim sistemine” ilişkin güzel göndermeler çıkacaktı, devam ettiremedim işte.

Bakalım, zor görünüyor ama belki devamını yazarım...

 
Toplam blog
: 48
: 1573
Kayıt tarihi
: 17.11.06
 
 

Konuştuğum gibi yazmamalıyım... Yazmak, konuşmaktan farklı ve her zaman onun önünde benim için.....