Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Hakan Karaduman (Akdenizli)

http://blog.milliyet.com.tr/akdenizli

17 Temmuz '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Acı

Acı
 

Karmaşa: Algılayamadıklarımız.

Yaşam trenleri kendi hızlarında yol alırken bazen yavaş, bazen hızlıdır. Bazen hızlıdır ama biz yavaş kalırız; veya bazen yavaştır yaşam, hızlı olan biz oluruz ve "algıyamadıklarımıza" karmaşa deriz. Trenin içindeysek eğer tanımlayabildiklerimize "düzen" deriz.

Tanımladıklarımız zamanla "zorunluluklarımız" olacaktır.

Buradan sonra ne kadar ileri gidebileceğimize karar verecek olanız. İleri atıldıkça korkularımız azalacak, her geri çekilmelerimizde korkularımız artacaktır. Korkuların, iradelerini ele geçirinceye kadar geri çekilmeyi kabul edenler, edilgen ve bildik huzurları da yeterli görenler olacaktır. Acı herkesi ortak paydalara doğru çağırırken, sevinç, mutluluk ise bireyi kendi farklı dünyasına götürecektir.

Algılanamayan olaylar çözmediklerimiz olacağından "karmaşa" diyeceğiz yaşadıklarımıza.

Yalnızca burada yazılan yazıların bütününde olan değil, belki de tüm yazılanların ezici çoğunluğu "acı" ve "melankolinin" sarmaladığı yalnızlığın sınırlarından söz eder. Derin acıların izlerini taşıyan yazıların bizi daha iyi anlattığından değildir bu durum. Yaşamımız boyunca mutluluk ve sevinçlerimizin kısalığı, ani gidiverişleri yerine, "güvenli dost acının" herzaman bekliyor olmasına verdiğimiz bir değerdir aslında. O denli çok fikir yürütülen acının deşifreliği, aynı acıların çevresinde toplar bazen bizleri. Aynı acıya "aynı değerde tepkilerimizi verebiliyor olmamız" bizim toplumsallaşmamıza da katkı yapar.

Karmaşasız, kargaşasız, sevinçlerimiz huzurlarımız ve mutluluklarımız yaşam trenlerinin yeniden farklı yönlere akmaya başladığını hissettiğimiz ana kadar sürecek, tedirginlik bildik dostun-acının- gelmekte olduğunu bize haber verecektir.

Sevinçli anlarımızda vücudumuzdan salgılanan mutluluk hormanları iki insanda aynı dahi olsa, ruhlar farklı yetkinlikte; birisi diğerinden hep daha hızlı veya yavaş, ama diğerinden daha çok keyifli olacaktır. Sevinçlerimiz, mutluluklarımız, keyiflerimiz herbirimiz için ayrı tatlarda olacaktır. 7 Milyar insanın parmak izlerindeki farklılıklar gibi...

Keyif, huzur ve mutluluk yaşayanların anlatacakları "yasları yastık yapmış" çoğunluk için "kıskanılana kadar" gelip giden hoşnutsuzluğa dahi götürebileceğinden toplumu, en çok mizah yazılarına tahammül edebilmemize neden olması da doğaldır.

Halbuki bir çocuğun saçlarını okşadığınız anı dahi anlatırken, çocuğun yetim ve çaresiz olmasına kadar işi vardıracak "izinler" istenmesinin nedeni bundandır. Katıksız bir mutluluk ürkütülmemelidir. Çoğu zaman mutluluklarımızı içimizde saklayıp hiç konuşulmayan "tabuların raflarına" özenle yerleştirdiğimiz konuların içinde tutmamız ve içimize saklamamız aç dolaşan köpeklerden korunma isteğinden olabilir. Yalanlarla kapıların kilitlerini sağlamlaştırırız: Mutluluk paylaştıkça çoğalar. Ama çoğu zaman yapmayız, yapar gibiyizdir. Mutluluk bir anlamda hırsızlıktır. Çoğu zaman mutlu olmak için taklitlere bakarız ve uygularız. Mutluluk taklit edilendir çoğu kez. Ama acı taklit edilemez.

Özgün olandır acı. Sessiz yakınlaşmalar sağlaması ise ondandır. Çaresizlik kalabalığı artırır. Mutluluk objeye yönelik bakışlarsa eğer, "acı" yakına dönen bakışlardır. Acı yakınken mutluluk taklit edilenin uzağında ama çoğu kez ince zaman dilimlerinin içinde gelgitlerle bizi kucaklamaya çalışır. Acı tüm asaletiyle ve genel kabullerle bizi sırtımızda sıvazıyla hep karşılarken, mutluluk; gevşek, gidivereci, uçucu, güvenilmez bir duygu bütünü gibi kalacaktır. "Kendin bilirsin" seçimi veren bir ukala olacaktır çoğu kez "mutluluk". Acı ise bizi tüm şevkatiyle hep bekliyor olacaktır.

Bekleyen vefalı dost acı; yüzde seksen yazılarımızı ona ayırmamız ondandır. Şevkatine borçlu hissederiz; güneş batarken kızıllığına yükleriz bir ürpertiyi. Güzel bir yemekle anarız, bulamayanları. Kazandığımız zaferlere, kazanamayanların acılarını da ortak edebilmek ise saf sevgiye bizi yaklaştırır. Hüzün ve acı sevgiye giden en kısa yol olur. Karmaşık, kargaşık, taşlı ve gri yollardan daha kolay tırmanırız sevgi tepelerine. Rengarenk çiçeklerin içinden kuş seslerinin patikalarda şarkılar söylediği kelebekler prensesinin önümüzde bize yol gösterdiği en büyük tepedir, sevginin yedi tepesinden. Yedi tepede bekler bizi sevgi:

kendimize sevgimiz,

karşıdakine sevgimiz,

karşıdakilere sevgimiz,

sevgi sandıklarımız,

hiçbir zaman bilemeyeceğimiz sevgi,

bizi zorla kuşatan sevgi

bizden çıkan; verdiğimiz sevgi...

Tepeleri ise herkes için farklı yükseklikte tepelerdir.

Sevgi sürekli hareket halindedir. Ama acı ise hep bekler. Sevgi aranmayı sever.

Sapından tuttuğunuz "üzüm salkımı" gibidir kelimeler. Her kelime bir salkım üzümün sapıdır. Ama üzüm tanelerinin olgunluğu veya korukluğuna siz karar verirsiniz; kelimenin içine dışına. Örneğin, aşk kelimesini gülen ve umut dolu gözlerle söylediğinizde, en üsteki en parlak üzüm tanesidir size gülümseyen. Salkımın içine gizlenmiş, dikkatli bakınca görebildiğimiz acı taneler de çoktur.

Acı ufalanır, ama her acı değil. Bizi kuşatan anlatım her kelime için de geçerlidir aslında. Mutluluk bizi basitleştirirken acı karmaşıklaştırır. Dehşet acının en parlak üzüm tanesidir.

Acının verdiği keyif ise, kendimize acımaktan başka birşey değildir. İronik olansa kendimize her dayak atışımızda maçı kazanan olmanın keyfini sürmemizdir. Halbuki dövdüğümüz kendimizdir.

Zor olan nedir:

Zor olan mutluluğu anlatmaktır!

Başkalarının kendi dayaklarına keyifli katılışlarımız, aslında ayakta olduğumuzu bize anımsatmasındaki güçtür. Güç ise eşitsizliktir.

Nazım, "bana mutluluğun resmini yapabilir misin?" diye sorduğunda Abidin'e, aslında "şevkatten" bahseder. İçine mutluluk serptiğinizde olucaktır adı sevgi.

Zor olandır sevgiyi anlatmak, şevkati değil. Şevkat, kendini acıya acındırır. Sevgi ise yalındır. Ya vardır yada yoktur. Olmadığında mutlaka vekilleri vardır ama asla sevgi değildir yerine bakan: Şevkat, keyif, mutluluk, hüzün, aşk, acı ve huzur.

Ve,

işte o yüzden sakinlik isterken karmaşanın içinde olmanın anlatımı, yaşamın hızını algılayamamaktır. Yavaş izlemeniz gereken bir olayı hızlıca geçerseniz, ayrıntılar bütünü yaralayacağından, algı sorunu yaşarız. Veya, hızlı akan bir yaşam olgusunda "kıyıda" kaldığımızdaki gibi...Arasıra başını uzatıp, şöylesine bakıp, karamsar dillerle ahkam kesen anlarda herkesin onu tren istasyonunu yöneten "ana makinist" sanmalarını istemekten başka birşey değildir kıyıdakinin yaptığı. Çözüme katkının zorluğundaki insan karmaşası yerine arasıra uzatılan bir bakıştan arta kalan çaresiz kelimelerle oynamaktan öte geçemeyecektir kıyıdaki yazarın duruşu. Çünkü tanımsız olduğu ve anlaşılmaz bırakıldığını düşündüğü birçok düşünce veya oluşumun çözümleri hem sıkıcı, hem sıradan, hem de zaman vericilik gerektirir. Ancak "istasyon şefinin" soyutlanmış dünyasında onun için yanıp sönen ışıklı levhadan fazlası değildir hayat. Bu aydın tipi bize en yakın olandır. Onun en çağdaş olması ve en iyiyi temsil etmeye aday olması, toplumsal aydınlanmada yetersizliğimizin ifadesidir: En iyisi bu "düşünceyse" eğer...

***

Ve kıssadan hisse;

iliştirerek, başka bir köşe yazarının mart ayından bu yana yanlış söylemi kanıtlanmış bir yazısını hala tüm dünyaya yayınlayan, işin acı tarafı bunun belki de farkında bile olmayan basın "dünyamızın gücü elinde tuttuğunu" bilen Sabah yazarının bize anlattığı acanıcak durumumuzdur. Çünkü biz seçmiyoruz. Neden seçmiyoruz? çünkü seçemiyoruz. Toplumun öbeklendiği yerlerde huzur ve güven eşliğinde takılıp kalıyoruz. Tüm bir ülkenin zaman silindirlerinin olanca hızıyla koştuğu ve geride bıraktığı acı tortularının derdinde bir boşvermişlik keyfindeyiz. Denetlenmeyen aydın, kendi içinde döndüğünü bizden çok önce fark etmiştir. Tıpkı MB bizlerin kendi içimizde dönmemiz gibi.

Halbuki bizi insan kavramına yaklaştıracak olan "bilgiye açlığımız" olacakken, bilgiyi yanlızca yükselmede araç gören anlayışın anlık tüketilen hamburgerlerden farklı olmayacaktır. Ardında hep bir başıboş yemek ve midenizde ekşiyen yabancılaşma dışında birşey vermese de. Anlık keyiflere terkeden tüm yaşam söylemimizin bizi kuşatmasını algılıyorum sayın yazarın başıboşluğunu; hiç bir olasılık vermeyişini.

Eğer kendini en yüksek düzeyde yazar olarak gören varsa buyursun gelsin Milliyet Blog'a. Görelim kelamını endamını. Yoksa, "ayağım takılır tökezlerim" korkusu mu sizi bizden uzak tutan ey büyük yazarlar, edebiyatçılar, aydınlar?

Köşe kapmaca yarışı eğer "tanıdıklar" bazında süregidiyorsa bizim basınımızda, iş daha da kötüdür. Kalitesizlik ve tırrıkilikten rahatsız olmayalım. Nasılsa "elimizden gelen" değil deyip geçelim.

Yoook, eğer soracaksak, bilgiye değer vereceksek; herşeyden önemlisi yaklaşan kara bulutları birlikte dağıtacaksak, lütfen şu Milliyet Blog'u tıklayıver sayın yazar.

Milliyet Blog çıtasını hep birlikte omuz vererek yüksek tuttuğumuz fikir ve düşün evidir. Böyle kalması için de burada kalacağız herzaman.

Ve hisse;

köşesinde ürettiği fikirleri önemseyen bir yazar sorumluluğu tüm edebi sanatlar için de kötü örnek olacaktır.

hisseme düşen şiire ve şaire dair olanları da söylemek isterim.

Sizce Nazım şiire aşık mıydı? Yoksa yaşadıklarını anlatmak için bir araç mıydı şiir onun için? Hangisi-şair- daha gerçekçi ve samimidir sizce? Bana sorarsanız "araçtı" derim. Eğer şair şiire aşıksa, üreteceği sadece şiiri ilgilendirecektir.

Ve bağlarsam,

sayın Sabah yazarı mart ayında bu yazısını yazdığı zaman mayıs ayında "yaşamdan dakikalar" programında entelektüel birikimlerinden şüphe etmediğimiz sevgili yazarlarımızın hep birlikte onay vererek büyük İskender'e atfedilen sözü tamamlar mıydı sayın Akın? Hindistan gibi dev bir ülkenin hangi geçilmez dağına sıkışmış olabilirldi ki İskender? Yada İtalya'daki aman vermez dağlar mı? "Bu konunun ne önemi var" diyorsanız kelebekler vadisinde büyük şaire merhaba demekte geciken kelebekler de eşşektir o zaman.

Ne önemi var, yazdığının adamı olup olmamak. "Zaten anı olsun diye yazdım tüm şiirlerimi" diyorsa ne önemi vardı da onca çene çaldık durduk.

Geldik yazımın kategorisine.

Felsefe desem, ilk paragraflara bakan birisi, evet felsefe gibi, sonraki paragraflara bakınca "gündelik yaşam" gibi, gibi gibime geliyor gibi gibi...

Felsefe güzel söz söyleme sanatıymış, bence eksik tanım.

Felsefe yaşamı çözme ve anlatma sanatıdır.

Şiir, "güzel" söz söyleme sanatıdır, en önde gidendir. En kısa anlatım ve en geniş anlamdır. Araç olansa şairdir; yanlızca bir araç.

Bugün kendinize bir kötülük yapın; "yeni" olmayı deneyin. Bırakın "gibi gibileri", yeni olmayı deneyin. Vücudunuz bunu sizin için yapıyor; siz ruhunuzu ikna edin. Size "garip karakterli" desinler, ama bilin "garip" kelimesinin yüce anlamını.

Veya,

tüm yazdıklarımı bir tıkla çöpe sallayın gitsin. Zaten "normali" de bu değil mi? Normal yazarlar, normal şairler, normal politakacılar: Bebeklerin ölümü, yanan ormanlar ve yağmalar; zaten normal değil miydi? Sürekli acıyı anlatmak gibi...

sağlıcakla kalın...

not: seçkim...

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=25909

 
Toplam blog
: 470
: 551
Kayıt tarihi
: 28.08.06
 
 

Ateşten denizleri mumdan gemilerle geçmeye" benzer hayatımız. Mutlaka mavi gökyüzü görünecektir. Gid..