Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

31 Temmuz '10

 
Kategori
Anılar
 

Ada - Ata - Mevlana

Ada - Ata - Mevlana
 

yol-cu


Basmane Garı ve Bebek

Hemen yanı başımızdaki koltukta oturan kadının karnı burnunda. Kırk yaşlarında gösteriyor ak düşmüş uzun saçlarıyla. Yıkanmaktan tiftik tiftik olmuş, güneşten iyice ağarmış penye tişortunun yakasına asılan bir de bebe var kucağında. Bas bas bağırmakta hergele. Oğlanmış ve on üç aylıkmış. Annenin dediğinine göre bu yaşına kadar vermeyen Allah iki tane ard arda vermiş. Sanki zembille düşüyor gökten bebekler. Tövbe tövbe. Kucağındaki bebe meğer açlıktan ağlamaktaymış ki, annesinin mavi çantadan çıkardığı biberonu görünce susmasından anlıyoruz. Ama velakin biberon bomboş. O da ne kadın kucağıma veriyor bebesini. ‘’Ablası iki dakika tutuver bakiiim şunu’’ Aha, atladı kalkış saatini bekleyen servis otobüsünden aşağı kadın. Hey, bu bebek bana kalmasın sonra. Karşımızdaki koltukta oturan Ankaralı orta yaşlı çift pis pis sırıtıyorlar düştüğüm tuhaf duruma. Baktım pencereden, anne elinde biberonla karşıdaki çay ocağına gidiyor. Sıcak su alacak sanırım. Oh, rahat bir nefes alıyorum. Ama kucağımdaki bebe öyle değil, bas bas bağırmakta. Hatta çığlık atıyor. Ne ettiysem susturamıyorum veledi. Şaklabanlıklar, ninniler, dualar fayda etmiyor ve Anakaralı çifte doğru uzatıyorum bebeyi. Kadın itiraz edemeden kucağına almak zorunda kalıyor, biraz rahatlıyoruz ben ve bebe. Yer değiştirmenin güzelliği ile çocuk bir susuyor, oh diyoruz tam, otobüse doğru gelen annesinin elinde biberonla görünce koparıyor yaygarayı yine. Aman Allahım, o ne ses öyle. Bu çocuk büyüyünce ünlü bir tenor olur kesin. Anne en nihayet biniyor kalkış saati gelen otobüse ve dayıyor biberonu bebenin ağzına. Veee, çıt…. Haa, unutmadan: Anne bebek bekliyor demiştik ya. Doktor sekiz günün kalmış demiş iki gün önce. Sanırım otobüste yada az sonra bineceğimiz trende doğuma şahit olacağız.

Uykum Raylarda

Balıkesir’i geçeli bir saat oluyor. Gece esrarlı ve zifiri karanlık elbisesini üzerine geçirmiş, herkesi uykuya davet ediyor. Uyumak için uğraşıyorum ama içimdeki yol heyecanından olsa gerek, uykum raylara kaçıyor.

Güneşi Uyandırmak

Tren Kütahya’yı geçtikten az sonra güneşi uyandırıyorum. Nazlı nazlı kalkıyor bir gün önce yattığı yatağından. Önce uzakta görünen alçak tepeleri kızartıyor sonra biraz daha doğrulup yattığı yerden, hemen rayların ikiye böldüğü buğday tarlalarını ışığa boğuyor. Parıl parıl parıldıyor güneş aleme. Günaydın diyoruz saat sıfır beş elli’ de güneşe. Ankara Garı ve Atam’ın Anıtı Ne büyük bir tren istasyonu. Koca bir saat var tavana asılı ve on biri gösteriyor, biz meşhur yanık Ankara simidi alırken. On bir yaşındaki oğlumla oturup bir de çay söyleyip kemirmeye başlıyoruz gevreklerimizi (pardon simitlerimizi. Ankara gevreği bilmez. ) Çiselemeye başlayan yaz yağmuru eşlik ediyor yolculuğumuza. Az ötede Anıtkabirin giriş kapısı. Çantalarımızı emanet edip kapı görevlisine (kızacak kapı görevlisi dediğime duyarsa. Adam koskoca Yüzbaşı ) Adı Barış Parkı olan ve Anadolu’nun dört bir yanından getirilmiş ağaçlarla kaplı ormanın ortasındaki yokuşu tırmanıyoruz acele adımlarla. Aceleciyiz çünkü Atamızı bekletmemeliyiz. Beş dakika yürüdükten sonra karşımızda sağlı sollu iki kule. İstiklal ve Hürriyet kuleleri. Aralarından geçip Aslanlı Yola ayak koyuyoruz. Çok hoş bir duygu aralıklı mermerli bu yolda yürümek. Mermer aralarına ayağımız takılır da düşeriz korkusu ile başımız önde, saygı içerisinde mozoleye doğru yürüyoruz. Ve aslanlı yol üç dakikada bitiveriyor. Ve işte solumuzda bütün ihtişamı ile koca mozole anıtı duruyor. Hayranlıkla izliyoruz. Öylesine sade bir tasarıma sahip ki, öylesine mütevazi bir anıt ki, insan bu sadelik içinde dehşete düşüp, büyük bir hayranlığa kapılıyor. Sabrediyoruz ve sağa dönüp önce müzeyi gezmeye başlıyoruz. Sakarya meydan muhaberesi, Büyük Taarruz, Çanakkale savaşı canlandırmalarını izliyor, duygulanıyor ve diğer bölümlere geçiyoruz. Her yer tarih kokuyor. Bir yanda Mustafa Kemal’in kıyafetleri, el yazması notları. Öte yanda makam otomobilleri, dünya imparatorlarından aldığı hediye kılıçlar. İran, Afganistan, Amerika, Japonya, eski Sovyetler Birliği ve daha nice devlet başkanının hediyeleri sergileniyor müzede. Ve balmumu heykeli. Müze yolu diğer iki yol kadar kısa sürmüyor. Aslanlı yoldan mozolenin merdivenlerine tırmanmaya başladığımız ana kadar dört saat geçmiş. Hiç durmadan o kadar saat yürümüşüz müzenin içinde ama merdivenler bize vız geliyor yine de. Ve girişteyiz. Sağımızda haki mavi üniforması ile bir asker elinde parıl parıl parlayan mavzeri ile nöbette. Solumuzda süt beyaz üniformalı bir levent ‘ Atam ilkelerinin nöbetindeyiz’ diye haykırıyor sanki. Ve içerdeyiz. Karşımızda Ulu Önder Atatürk’ün lahti. Saygıyla selamlıyoruz tek parça mermerden yapılma ve kırk ton ağırlığındaki temsili mezarı. Asıl mezar bu muhteşem mermer lahdin tam on sekiz metre altında bir odada. Daha mütevazi bir mermer lahdin altındaki mezarda uykusunda Atamız. Ve bu küçük lahdin etrafı, ülkenin tüm illerinden ve Kıbrıs’ tan getirilmiş toprakların içerisine konduğu pirinç vazolarla çevrili. Atamızı ziyaretimiz sona eriyor. O gece Anıtkabirde kalmak istediğimizi ısrarla kapıdaki Yüzbaşıya ( dikkat edin bu sefer direk rütbeden girdim olaya) söylüyoruz ama nafile. Az sonra liseden arkadaşım Talat’ ın evine giden dolmuşta buluyoruz kendimizi. Yola çıkalı otuz iki saat olmuş. Yorgunuz, tatlı bir uykuya dalıyoruz.

Konya Ovası ve Telgraf Direkleri

Sabah yola çıkmıştık ya dört saat sonra Konya’ya varacaktık ya; işte o vaktin üzerinden üç saat geçmiş. Bir saat sonra dervişler, evliyalar kentinde olacağız. Ve uçsuz bucaksız Konya Ovası’nı tam ortadan ikiye bölen karayolunda hızla ilerliyor otobüsümüz. Buğday tarlaları sarı sarı dans ediyor sanki uçsuz ovada. Ufukta minik tepeleri görüyoruz. Tek bir ağaç yok görünürde. Ne de tek bir telgraf direği. ‘Heeey, nerdesiniz telgraf direkleri, nerde ??’ Yoktular. Nereye gitmişlerdi. O yolu daha öncede kat etmiştim. Nerdeydiler ? O güzelim davetleri, kutlamaları ve bazen acı haberleri bir normal, bir yıldırım salıveren bize, o teller, o telleri sırtlayan direkler yok olmuşlardı. Ömür tükettikleri bu ova onlara mezar olmuştu. Ki ne yazık ki mezar taşı diye de başlarına koca koca, masallardaki korkunç devleri anımsatan demir direkler dikmişlerdi. Bilmem ne sel baz istasyonu! Cep telefonu şeysiymişler. Hadi ordan! Nerde benim, benden olan, ben olan telgraf direkleri, nerde??

Gel

Otobüs büyük bir hızla Konya’ya giriyor. Aynı hızla sağımızdaki havaalanından Türk Yıldızları gösteri uçuşu için havalanıyorlar. Muhteşem güzellikteki uçaklar ve kahraman pilotlarımız gök semayı yırtarcasına uçuyor ve gözden kayboluyorlar. Otogarda o akşam evimize dönüş yapmak için kullanacağımız diğer otobüsün biletlerini satın alıyoruz önce. Sonra bir adama Mevlana’ya nasıl gidilir sorusunu soruyor ve iki dakika sonra onun lacivert arabasının koltuklarında oturur buluyoruz kendimizi. Sağ olsun bizi Mevlana Müzesine yakın bir yere kadar götürüyor. Şaka değil, yol yarım saat sürüyor otogardan otomobille. Demek ki dönüşümüz dolmuşla ise bir saate yakın sürecek diye düşünürken hayırsever fizik hocası Naci Bey’le vedalaşıyoruz. Ne güzel insan! Oğlumun ve benim sırtımda birer sırt çantası, üşüdüğümüz için az önce aldığımız uzun kollu tişortlarımız sırtımızda olduğu halde Rumi’ye doğru yol alıyoruz. Ve işte orada. Tam karşımızda yemyeşil kubbesi ile bizi çağırıyor: ‘Gel, yine gel. Kim olursan ol gel. İster putperes, ister ateşe tapan ol. İstersen tövbeni bin kere bozmuş ol. Yine de gel. Bizim kapımız umutsuzluk kapısı değildir. Ne olursan ol gel’ Bu en samimi sese kulak verip alçak kapıdan içeri giriyoruz…. Destur, A Veliler ‘Destur var mı Evliyalar? Açık mı kapınız bize? Yol verin a veliler!’ Bir ses yanıtlıyor sanki bizi, öyle bir huzur içerisinde alçak kapıdan içeri giriyoruz ki, sanki başımın üzerinde bir hale var. Ben öyle hissediyorum en azından. Önce Horasanlı askerlerin sandukaları önünde Fatiha okuyorum birer birer. Sonra Rumi’nin müritlerinin sanduka başlarında dua ediyor, evliyalardan beni de onlardan kılmaları için yakarışa başlıyorum. Ötede Sultan Veled var. Ardında Kerra Sultan yatıyor huzur içinde. Az ilerde Bahaeddin babanın sandukası Ve O’nun hemen biz tarafında duran ihtişamlı sanduka ise Gönüllerin Sultanı’na ait. Sadece Ona baktık, bakakaldık, şaşakaldık, susakaldık. Dinledik:

‘Bişnev in ney çün hikâyet mîküned
Ez cüdâyîhâ şikâyet mîküned’

Dinle, bu ney neler hikâyet eder,
ayrılıklardan nasıl şikâyet eder

………………………………………………

……………………………………………….

…………………………………………….

Der neyâbed hâl-i puhte hîç hâm
Pes sühan kûtâh bâyed vesselâm


Ham ervâh olan, pişkin zevâtın hâlinden anlamaz..
O halde sözü kısa kesmek gerektir vesselâm. ,

yol bitti

( belki de yeni başlıyor ha? ne dersin? )

 
Toplam blog
: 28
: 669
Kayıt tarihi
: 17.07.10
 
 

Klasik Türk Musikisi, edebiyat, tiyatro, ülkeler, sosyoloji, psikoloji, tasavvuf gibi olgular ilgi a..