Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Haziran '14

 
Kategori
Anılar
 

Adanalı

Adanalı
 

Bir yaşamın insanın gözbebeklerine kadar gerileyip, orada kısılıp kaldığını gördünüz  mü  hiç?  Hiç bir insanın  bileklerinde nabzın durdu duracak attığına, soluğunun kesilir gibi olduğuna tanık oldunuz mu? Ya yüzünde ve dudaklarındaki renklerin bir yorgun beyaza dönüp donduğuna? Hiç tanık oldunuz mu, birden fırtınalı bir havada beklenmedik bir güneş açması  gibi,  bir insanın yaşama dönmesine? İnsanın böyle bir durumda bile beklediği birisi, tutacak bir eli, özlediği bir çift yeşil göz, dileyecek bir özürü, söyleyecek iki sözü varsa canlandığına hiç tanık oldunuz mu? Bu, belki de “bir ömre bedel” andır. Ve belki de yalnızca hekimlerin tanık olabileceği bir an, ya tüm olumsuz koşullara karşın insanın yaşam arzusunu canlı tutup direndiğine, yürekliliğine... Sonrası, sonrası hiçte şaşırtıcı olmayabilir.

Bir yaz günüydü, sarı çatlak bir sıcak şehrin üzerine çökmüş, yaprak kımıldamıyordu. Sıcağın etkisi ile oluşan ışık oyunları ileride ovanın sonunda yeşilin bittiği yerde, dağların doruklarından bir aşağılara iniyor, bir yükseliyor, sanki dingin bir gölün suları gibi dalgalanıyor, duruluyor; göz yanılgılarına neden oluyordu. Bir arkadaşımın eczanesinde oturmuş konuşuyorduk. Birden hastanenin ambulansının yana yakıla siren sesleri ile caddenin ucunda belirdiğini gördük, beni arıyor olmalıydılar. Önünü kestim. Şoför, aman doktor bey sizi bekliyorlar, çok acil bir hasta var dedi. Atladım, aynı hızla hastaneye doğru geri döndük. Acil servis hastanenin girişindeydi, hızla içeri girdim. Onu o zaman gördüm. O zamana değin bir cerrah olarak karşılaşmadığım bir manzaraydı. Er giysileri içinde, üstü başı simsiyah, belinden aşağısını örten yeşil kompresi kırmızıya boyamış. kanamalı, ürkütücü bir durumda yatıyordu. Dudaklarımın arasından elimde olmadan bir hayret ıslığı ve yaşıyor mu sorusu çıktı. O zaman gözleri aralandı, beni bir kez daha şaşırtan bir netlik ve Adana’lı şivesiyle sordu. O kadar ağır mıyık doktor bey?

Hafta  sonuydu, yardımcı ekip henüz hastaneye ulaşmamıştı. 150 yataklı küçük bir asker hastanesindeydik. Nöbetçi arkadaş damar yolunu açmış, kan takmış, gerekli şok önlemlerini  almıştı.

Onu tek başıma ameliyathaneye aldım, yıkanıp giyindim. Ameliyat için gerekli hazırlıkları yapmak için üstünü açtığımda karşılaştığım görünüm içimi büyük bir ürküntünün kaplamasına neden oldu. Bir bacağının tamamı, diğeri dizinin üstünden paramparça idi ve hala kanıyordu. Hastanın durumu başımı döndürmüş, içim kararmış bunalmıştım.

Ekip yetişti ameliyata başladık. Uzun, geçmek bitmezmiş gibi gelen bir zaman diliminden sonra bacağının tekinin tamamına yakını, diğerini dizinin üstünden yitirmişti. Ameliyatı      tamamlamak üzere cildini dikiyordum, narkoz teknisyenini kalbinin durduğunu ve canlandırmaya geçeceğini söyledi, bırak yapma dedim, ani ve çok ağır bir karar vermiştim. Böyle yaşayacağına...

O zamanki birikimime göre böylesi bir durumda insanın yaşamaması daha hayırlı olmalıydı. Böyle bir girişimi hiç yapmadığını, izin verirsem yapmak istediğini söyledi. Ne isterse yapabileceğini söyleyerek ameliyat giysileri ile  dışarı çıktım. Bir sigara yaktım. Kelimenin tam anlamıyla şoke olmuş, karmaşık çelişkili bir ruh hali içinde bunalmıştım. Başım dönüyordu... Tarifsiz bir sıkıntı gelmiş sanki boğazımı sıkıyordu. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Yardımcı asistanım çıkarak hastanın yaşadığını, ne yapmaları gerektiğini sordu. Ne yapacaksınız, her hastaya ne yapılıyorsa onu yapın, tek yataklı bir odaya yatırın dedim.

Ameliyathaneden çıktım, giyindim. Normalde yapmam gerekli bir dizi işi yapmadan dosyasına tedavi protokolünü yazarak, nöbetçi arkadaşıma gerekli şeyleri söyleyerek dışarı çıktım. Durumumu tek kelime ile özetleyebilirdim, korkuyordum...Sanırım hiçbir cerrahın yaşamak istemeyeceği bir ruh haliyle evime gittim, odama kapandım. Bir ara yemeğe çağrıldım galiba, yemek yemek mi?

Zaman geçmek bilmiyor, ama gece ilerliyordu. Normalde ağır bir hastam olduğunda şimdiye  kadar ya ben hastaneyi aramış, ya da hastaneden beni arayarak danışılmış olurdu. Oysa telefon susuyordu... Ve telefon gece boyu hiç çalmadı. Aklımdan kovmaya çalıştığım bir olasılık mengene gibi kollarında sıkıyordu beni, hastayı kaybetmek...Sabah uzakta, çok uzakta olmalıydı...

Karabasanlarla dolu bir gecede sabahı zor ettim, ayaklarım tersine gitse de  kliniğe çıktım, sabah vizitine  o gün tam ters yerden başladım. Gidip odayı boş, gidip yatağı boş olarak görmek istemiyordum herhalde. Vizitin yarısına gelmiştik dayanamadım, dünkü hastanın ne olduğunu sordum. Yaşıyor doktor bey dediler, çokta iyi durumda. Viziti orada bırakarak tarifsiz bir heyecanla hastanın odasına gittik. Hızla kapıyı açtım, oradaydı.  Elini yüzünü   temizlemişler, pijamasını giydirmişler, kolunda kan takılı yatıyordu. Yatıyordu yatmasına da, beyaz pikenin alt tarafındaki boşluk çarpıcı bir şekilde dikkati çekiyordu. Yirmili yaşların başında esmer güzeli, siyah gözlerinde yaşamı bu haliyle bile göğüslemenin yürekliliğinde çakan yalkımalar bana bakıyordu...

Bu durumda ne konuşulabilirse, nasıl konuşulursa öyle konuştuk, pansumanlarını değiştirdik. Sonra benimle yalnız konuşmak istediğini söyledi. Yardımcılarımı dışarı çıkardım. Çok özel bir iki sorudan sonra, bana hiçbir zaman unutamadığım, unutmadığım, daha sonraki hekimlik hayatımda düstur olacak şeyler söyledi. Bunları hiçbir tıp kitabında okumamış, hiçbir hocamdan dinlememiştim.

Üzülme doktor bey, ben durumumu kabullendim. Yaşıyorum, nefes alıyorum ya bu bana yeter. Allah izin verir de çıkarsam, memleketime gidip çoluk çocuğumu, anamı babamı göreceğim ya, bana yeter.

Kalakaldım, irkildim. Bana çok önemli bir şey öğretmişti. Koşullar ne olursa olsun, kimse bir  diğerinin hayatı için karar verme yetkisinde olmadığı gerçeğini... Sonraları Adana’lı    yaralarında en ufak bir iltihaplanma bile göstermeksizin şaşırtıcı bir hızla iyileşti. Taburcu olurken onu bütün hastane yolcu ettik.

O birliğinden belki de çocuklarını çok özlediği için firar etmiş bir erdi. Tutuklanmış,  iki  jandarma  arasında bilekleri  kelepçeli, geri getiriliyormuş. Erzincan’a demiryolu ile gidenler bilirler, şehre yaklaşır, dağları aşarken peş peşe bir dizi tünel vardır. Tren tam da buralardan geçerken yanındaki jandarmalara tuvalete gideceğini söyler, kelepçeleri çıkarılır. Tuvalete girer, camı kırar ve atlar. Tam bu anda tren bir tünele girmektedir. Yan tarafa vurur ve rayların üstüne düşer. Arakadaki bütün vagonların tekerlekleri bacaklarının üzerinden geçer. Çıkmadığını gören jandarmalar kapıyı kırdıklarında içerisi boş, cam kırıktır. Treni durdururlar, onu rayların üzerinden alıp hastaneye ulaştırırlar.

Evet, onu bütün hastane yolcu ettik. Giderken gülümsüyordu, bana üzülme doktorum dedi, babam zengin iki bacak taktırır bana. Oysa ben korkuyor, hem de çok korkuyordum. Galiba cerrah olmaya başlamıştım. Gitti, seneler sonra bunları yazarken onun söyledikleri kulaklarımda çınlıyor, şimdi ne yapıyor, yaşıyor mu bilemiyorum. Çocukları için o haliyle  bile  yaşamayı  göğüsleyen, yaşamı bir nefes almaya bile değer derecede seven, o yürekli Adana’lı. O bir yarım ama tam bir adamdı.

Akın YAZICI

 
Toplam blog
: 190
: 391
Kayıt tarihi
: 07.05.14
 
 

1965 Ankara Üniversitesi Tıp fakültesinden asker hekim olarak mezun oldum. Gülhane Askeri Tıp Aka..