Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Aralık '10

 
Kategori
Kitap
 

Ago Paşa'nın Hatıratı / Refik Halid Karay

Ago Paşa'nın Hatıratı / Refik Halid Karay
 

Bazı edebiyatçılarımız var ki; onları ortaokul ders kitaplarının arasında unuttuk gitti. Buna yaşadığımız hızlı çağ mı neden oluyor, yoksa ders kitaplarının sıkıcılığından boğulduğumuzdan mı, onları okumak dahi istemiyoruz. Oysa Türkçeleri o kadar temiz ve düzgünken... Falih Rıfkı Atay’ı şimdilerde kaç kişi okuyor bilmem. Ve daha niceleri…

Artık mail kutumuza best seller yazarların, ilk on’a girmiş kitapları geliyor. Herkes bunu okuyor, sen de kusur kalma diye de bir diğer mesajı veriyorlar bize.

Geçtiğimiz günlerde kitapçıda gezerken, hafakan ruhu bastı popüler kitaplardan. İnadına gittim, Refik Halid Karay’ın ‘Ago Paşa’nın Hatıratı’ isimli kitabı elime aldım, karıştırdım. Baktım, seksen küsur yılda unutulan kelimelerin karşılıkları da, sayfanın aşağısında yer alıyor, hemen edineyim, diye düşündüm. İyi ki de bu kararı vermişim. 1920’li yıllarda yazılmış kitap, hayata, dönemine dair sıkı eleştirelerden oluşan mizahi yazılardan oluşuyor. Fakat HÜLYA BU YA… başlıklı yazıda, yazar mizahi bi dille Ankara’yı eleştiriyor. Eleştirirken, o dönem okuyucuların; amma hayal gücü, belki de kaba tabirle iyi sallamış dediği şeylerin bugün bazılarının, gerçekleştiğini gördüğümde, Refik Halid Karay’ın hayal gücüne saygı duydum açıkçası. Rüzgar enerjisi, kapalı mekanlardaki yürüyen merdivenler, yürüme bantları, cep telefonları ve özellikle internet. İnterneti bile hayal etmiş ve belki de geçtiğimiz günlerde yaşanan Wikileaks bile… Aşağıda HÜLYA BU YA…başlıklı yazısında Ankara’ya dair eleştiriler yapmış ve alıntılar yaptım. Bana oldukça enteresan geldi.

Amerikalı seyyah Mr. Con Hülya şöyle anlatıyor:

… “Aman, diyordum, derhal bir otomobile atlayalım ve şehre girelim!”

Rehberim gülüyordu:

“Burada ne arabaya, ne otomobile, ne de yürümeye ihtiyaç vardır, şimdi çıkar çıkmaz yol kendiliğinden hareket eder ve sizi istediğiniz semte götürür!” diyordu; ben inanmıyordum, fakat doğruymuş… İstasyonun rıhtımından ayağımızı yaya kaldırımına basar basmaz ileri doğru gittiğimizi hissettim, yaya kaldırımları hareketli idi. İki tarafı ağaçlık bir geniş bulvardan geçiyor, mütemediyen gidiyorduk. Yol beş dakikada bir duruyor, yanımızdakilerden bazıları sabit sokaklara iniyor, hariçten bazıları da bu oynak yola biniyordu. Kış olmasına rağmen ağaçlar yemyeşil, yapraklı ve çiçekliydi. Rehberim açıkladı:”Ankara’da mevsim yoktur,” dedi. “Birtakım fenni usuller sayesinde, hava boşuğunda daimi bir sıcaklık teminine muvaffak olduk, yer altı kaloriferleri toprağı ısıtır ve elektrik makinaları göğe sıcaklık verir, hatta burada yağmur ve kar yağmaz, gündüz ve gece olmaz!

Kemali hayretle:

“Nasıl ve ne suretle?” diye sordum. Muhatabım:

“Pek basit,” dedi, “mühendislerimiz bir akümülatör icat ettiler, gündüzleri güneşin ışıklarını topluyor, biriktiriyor, geceleri özel aletler vasıtasıyla havaya neşrediyorlar. Aydınlık hep birdir. Yağmur bulutlarını ise, bir nevi elektirikli makineleri sayesinde şehre düşmeden evvel topluyorlar, belirli bir saatte, herkes uykuda iken, yalnız lüzumu olan yerlere fennen ne kadar lazımsa o miktar döküyorlar….

“Ya rüzgâra karşı ne yaparsınız?”

“Birtakım büyük rüzgâr makinaları icat olundu, şehre doğru esen tabii rüzgârlara mukabil daha kuvvetli, daha şiddetli suni rüzgârlar estiriyor ve bu suretle tabilerini geri püskürtüyoruz!”

“İşte,” dedi, “Büyük Millet Meclisi sarayı… Gezerken görürsünüz, içinde kimse yoktur, bomboştur!”

“Nasıl toplantılar olmuyor mu?”

“Oluyor, fakat, bunun için mebusların oraya kadar gitmesine ne lüzüm var? Zaten bizim milletvekillerimiz aynı zamanda nazır, müdür, kumandan, vali ve mutasarrıftırlar da… İşlerinden ayrılıp millet sarayına kadar giderlerse boşu boşuna vakit kaybederler, onun için meclis salonunda, her mebusun yerinde bir konuşucu, sesli telefon vardır, zamanı gelince reis bulunduğu yerden, evinden başkanlık dairesinden önündeki telefona “meclis açıldı!” diye seslenir, bu ses salondaki riyaset telefonu tarafından aynen tekrar edilir, o zaman bilumum mebuslar, kulaklarına bulundukları mahalden telefon ahizesini takarlar, hem işlerini görürler hem görüşmeyi takip ederler. Ve ne söylerlerse bilirler ki salonda aynen aksedecektir. Şayet celse pek gürültülü olur, kapanmak gerekirse, reis bir düğmeye basar, telefonların cereyanı kesilir, bir anda sükût ve sükûn da temin olunur.”

…. Millet bahçesine girdik, arkadaşım: “Biraz havadis alalım!” dedi. Bir sinema binasına girdik, ne göreyim? Yer yuvarlağının beş kıtası hesabıyla beş beyaz levha duruyor ve dakikasına dünyada mühim ne vaka oluyorsa aynen, resim şeklinde seyircilerin gözü önüne konuyor. Biz girdiğimiz zaman Avrupa levhası Londra Sulh Konferansının müzakeresini gösteriyordu,; bu makine için gizli ve kapaklı hiçbir iş yoktu, Venizelos’un harekâtını, kışkırtma ve faaliyetini bile uzaktan ‘Ankara’ halkına saati saatine bildiriyordu.

Aynı kitap içinde hayata dair eleştirel bakış açısıyla bize –bana- ne kadar da doğru bütün bunlar dedirtti. Meyvelere, yemeklere, içki ve geleceğe, tesadüfe, korkuya, parasızlığa, suya sabuna! ramazan ayına, eski İstanbul’a, türkülere, bir yaz gününe dair ne önemli şeyler düşünmüş, yazmış. Hele bir Küçükhanım karakteri var ki, ülkesine ‘yabancı’ olmayı bu yabancılığı ile kendi kendine övünmesi, Fransız! adetlerinden bahsetmesi, Fransız yazarlar üzerinden İstanbul’u, halkı tanımaya kalkması ve tabii ki zavallı denilecek cahil züppeliği… Aradan onca yıl geçmesine rağmen ‘küçükhanımların, küçükbeylerin’ hiç eksilmediğini görüyoruz, ne yazık ki!

 
Toplam blog
: 246
: 1012
Kayıt tarihi
: 15.02.08
 
 

..