Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Mayıs '10

 
Kategori
Felsefe
 

Akıl nedir ve ne işe yarar?

Akıl nedir ve ne işe yarar?
 

“Allah insanlara akıl vermiştir” deriz ve bu varsayım doğrultusunda da hemen ilave eder “aklın yolu birdir” deriz. Oysa toplumsal yaşamımızın hır gürlerini göz önüne alacak olursak da insanların aynı derecede akıllı olmadıklarını ve de insanların hemen hemen hiçbir konuda anlaşamadıklarını görürüz.

İnsanların akıl düzeyleri birbirinden çok farklıdır. Çok az sayıda insan akıllıdır ve çok büyük istisnalarda dahidir. Buna karşılık çoğu insan orta düzeyde akıllıdır ve onlardan çok daha fazla sayıda insan da akılsızdır. Aziz Nesin’de zaten bunu bildiği için Türk halkının yüzde yetmişi aptaldır şeklinde bir tespit yapmıştır. Aziz Nesin’in yaptığı tespit ne derecede doğrudur, bilemem ama şu bir gerçektir ki aklın yolu hiçbir zaman insanların aynı şeyleri düşünebilmelerine vesile olmamıştır. Aksine insanlar her konuda birbiriden farklı düşünürler ve aynı olaylara bakarak birbirinden farklı sonuçlara varırlar. Aynı olaylara bakıp farklı sonuçlara varmak tamamen farklı düzeylerde akla sahip olmakla açıklanabilecek bir olgudur.

“Allah insanlara akıl vermiştir” düşüncesi ezberci düşünce biçiminin neden olduğu bir varsayımdır. Çünkü eğer adaletin timsali olarak düşündüğümüz Allah insanlara akıl vermiş olsaydı bunu eşitlik içinde yapar ve herkes eşit derece akıllı olurdu. Allah insanlara eşit düzeyde akıl vermiş olsaydı da bu sefer aynı akla sahip insanlar aynı olaylara bakıp farklı sonuçlara değil aynı sonuçlara ulaşırlardı ve o zaman da gerçekten aklın yolunun bir olduğu sonucuna varabilirdik. Oysa yaşanan gerçeklik insanların belli düzeydeki akılları ile aynı olaylara bakarak aynı sonuçlara değil aksine tamamen farklı sonuçlara ulaştığını göstermektedir. O halde şunu kabul etmemiz gerekir ki, Allah insanlara akıl değil sadece birer beyin vermiştir ama ne var her insanın beyni de farklı şekillerde çalıştığı için insanlar aynı şeye bakarak farklı sonuçlara varabilmekte ve bu da onların farklı akıl düzeylerine sahip oldukları anlamına gelmektedir.

İnsan beyni günde yaklaşık 50.000 – 80.000 arasında bilgi işlem yapabilen bir organdır. Her insanın beyni de aynı özelliklere sahiptir ve aynı sistem çerçevesinde çalışır. Ancak ne var beyin dediğimiz organ kendi kendine bilgi üretemez. Beyin düşünürken her insanın hayatı boyunca duyarak ve okuyarak öğrendiği bilgileri gri hücrelerine kaydeder ve o bilgiler doğrultusunda düşüneceklerini düşünür. Kısacası her insanın beyninin düşündükleri o insanın yaşamı boyunca öğrendiği bilgiler ile doğru orantılıdır. Nasıl bir bilgisayar kendisine kullanıcısı tarafından yüklenmeyen bir bilgiyi bilemezse aynı şekilde de hiçbir insan beyni öğrenmediği bir bilgiyi üretemez.

Akıl doğuştan sahip olunan bir yeti değil, aksine tamamen insanın merak dürtüsünün ortaya çıkardığı bir yetenektir. Olaylar ve olgular arkasındaki nedensellik örüntüsünü merak eden insanlar bu örüntüyü mantıklı, yani gerçekçi bir şekilde kurabildikleri oranda akıllanırlar ve akıllarını geliştirebilirler. Çoğumuz “su akar, deli bakar” alışkanlığı içinde olaylara bakar ve onun arkasında yatan nedenleri hiç merak etmeyiz bile. Örneğin bin yıllar boyunca milyarlarca insan elma ağacından düşen elmaları toplayıp yemişler, bu olayı “Allahın bir hikmeti” olarak kabul etmişler ve anlamlandırmışlar ama olgunlaşan bir elmanın neden ağaçtan düştüğünü merak etmemişlerdir. Amerikalı İsac Newton ise elmanın neden düştüğünü merak etmiş, bu düşüşün arkasındaki nedensellik örüntüsünü çözmeye çalışmış ve sonunda da “yerçekimi” dediğimiz doğal gücü keşfetmiştir. Kısacası Newton’u normal insanlardan farklı kılan, onu dahi mertebesine yükselten yegâne unsur onun farklı bir insan olması değil aksine sadece ve sadece onun merak dürtüsünü önemsemesinin o merakını gidermek amacıyla verdiği yıllarca süren çabasının doğal bir sonucudur.

Newton oldukça dindar bir insandı ve o da muhakkak ki her insan gibi doğumundan itibaren belli bir din propagandası altında yetişmiş ve dini inançlarına sahip olmuştu. Ancak ne var onun dini inançları kendisine ait, kendisinin geliştirdiği inançlar değildi. Kendisinin geliştirdiği bilgiler yer çekimi kavramında da olduğu gibi onun olaylar ve olgulara arasındaki ilişkiyi çözme tutkusuyla geliştirdiği bilgilerdi. O bu merak dürtüsünün sonucu olan bilmek, keşfetmek tutkusuyla yaşamı boyunca sayısız keşifler ve icatlar yaparak insanlığın gelişmesine çok önemli katkılarda bulunmuş bir insandı. Haliyle onun yaptığı keşifler icatlar sayesinde de hem kendisi hem de ulusu zenginleşti, zekileşti ve gelişti.

Akıl konusunda da olduğu gibi Allah insanların rızkını vermez ve bu nedenle de insanlar ve toplumlar aynı zenginliklere sahip değillerdir. Nasıl insanlar arasında akıl ve zeka farklılıkları varsa aynı şekilde de insanlar ve toplumlar arasında zenginlik farklılıkları da vardır. Bu nedenle de bazı toplumlar aynı zaman süreci içinde hızlı bir şekilde gelişirlerken çoğu toplumlarda kültürel anlamda geri, refah anlamında da yoksul kalırlar. Bu Allahın takdiri ve hikmeti değildir. Bütün mesele insanların olaylar ve olgular arkasındaki nedensellik örüntüsünü nasıl ve ne şekilde anlamlandırdığı ile ilgi bir sorundur. Bu nedensellik örüntüsünü gerçekçi bir şekilde çözebilenler akıllarını geliştirebilirler, insanlığın gelişmesine katkıda bulunabilirler. Ama ne yazık ki çoğu zaman da sorunların nedenlerini anlamak konusunda çok da becerikli olduğumuz söylenemez. Örneğin Alman iktisat profesörü Karl Marks’da gelişmiş ve gelişmemiş, zengin ve yoksul insanlar, toplumlar arasındaki farklılıkların nedenini merak etmiş ama maalesef olaylar ve olgular arasındaki nedensellik örüntüsünü çözmek konusunda Newton gibi gerçekçi, akılcı ve de başarılı olamamıştır.

Karl Marks zenginlik ve yoksulluk konusunda kabahatin zenginlerde olduğu ve zenginlerin yoksulları sömürdüğü için zenginleştikleri hükmüne varmış ve bu sorunu ortadan kaldırmak amacıyla da zenginleri yok etmeyi esas kabul eden bir teori geliştirmiştir. Sosyalizm adını verdiği teoriye göre Marks’ın kısıtlı aklına göre zenginlerin mal varlıkları ellerinden alınıp devletleştirildiğinde zengin yoksul farklılığı kalmayacak ve tüm insanlar eşitlik, refah ve barış içinde yaşayabileceklerdi. Marks’ın teorisi onlarca yıl boyunca birçok ülkede uygulandı ama bütün ülkelerde alınan sonuçta aynıydı: Başarısızlık! Marksist ekonomileri benimseyen bütün ülkeler yoksullaşmış ve Marks’ın vaat ettiği eşitlik yoksulluk sayesinde sağlanabilmişti. Oysa insanlar ilk çağlarda da yoksulluk içinde eşittiler ve tekrar yoksullaşarak eşitleşmek akla aykırı, akıl dışı bir olguydu. Netice olarak Mark’ın teorisinin budalaca bir teori olduğu anlaşıldı ve haklı olarak da terk edildi. Onlarca yıl boşa gitmişti ve tekrar eskiye dönüş yapıldı.

Karl Marks yanlış teşhis yapmış ve insanlar arasındaki eşitsizliğin nedeninin zenginlerde ve girişimcilerde olduğu saplantısına kapılmıştı. Marks yanılmıştı çünkü zenginlerin, işletmecilerin elinden aldığı fabrikalar, iş yerleri devlet memurlarının yönetiminde verimli bir şekilde çalıştırılamamıştı ve ekonomi üretim kabiliyetini tamamen yitirmişti. Mark her şeyden önce devlet ve ekonomi ilişkisini gerçekçi bir şekilde kavrayamamış dolayısıyla da sorunun devletten kaynaklandığı gerçeğini görememişti. Mark ekonominin kültürü, devleti ve devlet siyasetini değil, aksine devletin, siyasetin ve kültürün ekonomiyi belirlediği gerçeğini görememiş, anlayamamıştı. Bütün bu nedenlerle de Marks’ın geliştirdiği teori tüm zamanların en budalaca teorisi olarak insanlığın kültürel çöplüğünde layık olduğu yeri aldı.

Amerikalı Isac Newton ile Alman Karl Marks arasındaki bütün fark olaylar arasındaki nedensellik örüntüsünü çözüş şeklinden kaynaklanan bir farktan ibarettir. Biri gerçekçiydi, biri gerçekçi değildi, hayalperestti. Biri akıllıydı, diğeri akıl dışıydı. Biri insanlığa faydalı olmuştu diğeri olamamıştı. Biri insanlığın gelişmesine vesile olmuştu, diğeri insanlığın zaman kaybetmesine, 70 yılın boşa harcanmasına ve 70 yıl sonra yürünülen yolun yanlış olduğunun anlaşılmasına vesile olmuştu.

Toplumsal yaşamda her birimizin birer Newton veya Marks olması mümkün değildir ve zaten her birimizin Amerika’yı ayrı ayrı keşfetmesine gerek de yoktur. Bu nedenle de biz sıradan insanların aklımızı geliştirebilmemiz için mutlaka yeni keşifler ve icatlar yapması hiç ama hiç gerekmez. Biz Allahın bize doğuştan vermediği aklı izinde yürüyeceğimiz insanları ve yolları seçerken de geliştirebiliriz veya geliştiremeyiz. Çünkü aklın yolu bir değildir ve biz bize yetecek kadar aklı yol tercihlerimizi belirlerken de gösterebiliriz. Zira “olmak veya olmamak” olarak da tanımlayabileceğimiz temel sorun biraz da kimin aklını tercih edeceğimiz, kimin aklını kendimize örnek alacağımız ve kimin yolunu izleyeceğimiz sorunudur.

Kısacası aklın yolu bir değildir ve hangi yolu takip edersek edelim sonuçta aynı yere varacağımız iddiası koskocaman ve de aptalca bir yalandır. Aklın vatanı, milliyeti, dini, cinsiyeti ve ırkı yoktur. Akıl evrenseldir, akıl ücretsizdir, her isteyen evrensel aklı benimseme veya reddetme hak ve özgürlüğüne sahiptir. Aklın tek bir kötü yanı varsa o da irsi olmaması, kalıtım yoluyla nesilden nesile geçmemesi ve de bulaşıcı olmamasıdır. Eh, o kadar kusur kadı kızında da olur, di mi?

Çocuklarımızın ve torunlarımızın bizlerden çok daha akıllı ve de akılcı olmaları temennisiyle.

 
Toplam blog
: 23
: 33442
Kayıt tarihi
: 08.10.06
 
 

Bir 3 Mayıs sabahı leylek getirdi beni dünyaya. Adetmiş, hemen ismimi dualarla kulağıma fısıldası..