Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Ağustos '07

 
Kategori
Özel Lezzet Durakları
 

Akıt ile ağ ekmek

Kiminin yanında gaz tenekesi, kiminin yanında sepet, kimin yanında çuval bulunan, temiz şalvarlı, temiz gömlekli, sinekkaydı traş olmuş, onbeş yirmi kadar köylü, caminin yanındaki köy meydanında toplanmış, üçlü dörtlü gruplar halinde, kendi aralarında konuşarak, karşı köyden gelecek otobüsü bekliyordu. Bekleyenler arasında babam da vardı. Her gün bu kadar yolcu çıkar mıydı bilmem ama, Cuma günleri mutlak çıkardı. Nüfus Dairesinde kayıt, nikah ve ölüm işlemleri ile Askerlik Şubesi, Ziraat, Savcılık, Jandarma gibi Resmi Dairelerde işleri olanlar, cezaevinde bulunan yakınlarını ziyaret etmek isteyenler, özellikle bu günü seçerdi.

Köylülerin bu günü seçmelerinin, komşu köylülerle biraya gelip görüşmek gibi özel bir nedeni de vardı. Çünkü, Cuma günü ilçenin pazarıydı. Diğer günler, tek caddesinde kedi, köpek ve tavukların kolayca dolaştığı ilçede, Cuma günleri iğneyi atsan yere düşmezdi. Beş ya da altı yaşındaydım. Henüz okula gitmiyordum. Babam, sabah takım elbisesini giyerken, ilçeye gideceğini anladım ve “Baba, beni de götür” dedim. Babam sertçe, “Hayır, olmaz” dedi. Ben, yine de peşine takılıp, beş adım kadar arkasından yürüyerek, caminin yanına geldim ve köylülere karıştım.

Bu arada rahmetli Sadık Amca benimle ilgilenmeye başladı. O zamanlar, Sadık Amcanın henüz çocuğu yoktu. Çocuk sevmenin nerdeyse yasak olduğu o dönemlerde, Sadık Amca bizi sevmekten çekinmezdi. Bir süre bekledikten sonra, gelen haber üzerine, köylüler eşyalarını ellerine alıp, çuvallarını sırtlarına vurarak hızlı adımlarla yürümeye başladılar. Ben de yürümeye başladım ve babam, “Arkamdan gelme, eve dön” diye bağırdı. İkinci defa, olumsuz cevap alınca, artık ilçeye gidecek gücü kendimde bulamaz duruma gelmiştim. Birden olduğum yerde durdum.

Durdum ama, geriye de dönemedim. Bu arada ne olduysa oldu ve Sadık Amca ile gözgöze geliverdik. Sadık Amca “gel” dedi ve elimden tuttu. Babamın sert bakışları karşısında, “Şemseddin’i Ordu’ya ben götürüp getireceğim” dedi. Babam, “peki” diyerek yönünü öbür tarafa döndü ve hızlı adımlarla yürüdü. Yayladağı’na o zamanlar, Ordu denirdi. Her ne kadar ilçemizin adı, Ordu ili ile karıştırılmamak için, Yayladağı olarak ellili yılların ortalarında değiştirilmişse de, biz uzun yıllar Ordu sözünü kullandık. Gerçi bugün Ordu sözcüğünü bizden kullanan pek kalmadıysa da, iki yıl önce Lazkiye’de karşılaştığım bir Hıristiyan göçmen, hala kullanıyordu. Üstelik, çok güzel bir Türkçe konuşuyordu. “Bu güzelim Türkçe’yi, geçen yarım asırdan fazla bir sürede nasıl korudunuz?” dediğimde, “Benim işyerimde Türkler çalışıyor. Dolaysıyla ben hep Türkçe konuşuyorum. Hatta Türkler, siz, bizden daha güzel Türkçe konuşuyorsunuz, diyorlar” dedi.

Hızlı adımlarla on dakika kadar yürüdükten sonra, rengi solmuş, yer yer boyaları dökülmüş, otobüsün muavini bizim ulaştığımızı görünce, uzunca bir demiri otobüsün ön kısmına sokarak, hızla çevirmeye başladı. Birkaç saniye sonra, “har, harrr” sesleri duyuldu. Har harr sesleri bir düzene girince, uzun demiri taktığı yerden çekerek, otobüsün içine attı. Yolculara, “Haydi, binin” dedi. Otobüs, tıka basa doluydu. Yokuş yukarı, ağ yola (asfalta) kadar çok yavaş gittik. Antakya ile Yayladağı’nı bağlayan yol, ak taşlarla döşenmiş olduğundan, biz asfalta o zamanlar, “ağ yol” derdik.) Otobüs, köy yolundan asfalta çıktığında, hızı birden bire arttı. Kül tablaları sigara izmaritleri ile dolu, yer yer koltuk örtüleri yırtılmış yayları görünen, yerleri toz toprak içindeki otobüsle 18 kmlik ilk uzun yolculuğumu böyle yapmış oldum.

Ha bir de Sarı Kaya Jandarma Karakolunun önünde, askerler tarafından durdurulup, kaçak tütün aramasından geçirildiğimizi söylemeliyim. Bunun dışında, yolda herhangi bir sorun ile karşılaşmadan, Ordu’ya selametle vardık. Ordu, köy otobüsleri ve insan ile doluydu. Ne çok araba ve insan gelmişti şu ilçemize. Gelenlerin sayısı da gitgide artıyordu.

Şehre gelen insanlar arabadan inince ilk olarak ne yaparlar, bilmem ama, biz iner inmez gideceğimiz yeri önceden kararlaştırmışçasına, bir yere doğru yürüyoruz. Yol boyu çok kalabalık. Adeta insanlara sürtünerek, birkaç köylümüz ile sağ taraftan yürüyüp camlı bir kapının önüne gelince duruyor ve “buyrun” sesleri arasında loş bir yere giriyoruz.

Burası küçük bir dükkan. İnce, uzun, altı metre kare kadar bir yer. Dışarıya bakan kısmı cam çerçeveli. Çerçevenin yanında beyaz önlüklü bir adam, adamın önünde bir tahta masa var. Yüksekliği bir metre kadar. Üzerinde bir tencere duruyor. Tencerenin yanında iç içe konulmuş on kadar bakır sahan, sahanların yanında yine üst üste konulmuş onlarca ağ (ak) ekmek var. Tencereden, hafif bir buhar yükseliyor. Adam, buranın sahibi olmalı.
“Buyrun, sıcak akıt” diye, durmaksızın bağırıyor. İçeride, duvarlara paralel üç uzun oturak yerde, yine duvarlara paralel tutturulmuş üç tane raf gibi tezgah bir metre yükseklikte duruyor. Rafların üzerinde, beli aralıklarla yerleştirilmiş tas ve bakır sürahiler var. “Buyurun”, sesleri arasında içeriye girince, biz de, bizden önce gelip otunlar gibi, ilk oturağa oturuyoruz.

Yerimize oturunca, beyaz önlüklü adam, eline hemen sarı saplı bir kama alıyor ve Ağ Ekmekleri tam orta yerinden kesmeye başlıyor. Hayret ediyorum. Çünkü bize köyde, ‘Ekmek bıçakla kesilmez, günahtır’, diye öğretmişlerdi. Oysa, bu adam, bıçakla ekmek kesiyordu. Bir iki dakika sonra, beyaz önlüklü adam eline bir sahan alıp, içine bir kepçe Akıt (şeker şerbeti) koyuyor ve önümüzdeki rafa bırakıyor. Hemen arkasından, biraz önce kestiği yarım ekmekleri (pideleri) getiriyor. Ağ Ekmekleri bölüyoruz ve sahandaki Akıt’a (şerbete) batırarak iştahla yemeye başlıyoruz.

Diğer adamlar da iştahla yiyor. Üzeri tırnaklanarak açılmış Ağ Ekmek, yumuşacık, şipşirin ve sakız gibi. Ne insanın ağzına batıyor, ne de insanın ağzında dağılıyor. Bizim ekmeklere ise, hiç mi hiç benzemiyor. Birkaç dakika sonra, Ağ Ekmeklerimiz hemen bitiveriyor ve Sadık Amca ekmek istiyor. Beyaz önlüklü adam, birkaç parça daha Ağ Ekmek getirip masamıza bırakıyor ve sahanı alıp gidiyor. Bir iki saniye sonra, içine bir kepçe Akıt konmuş sahanı tekrar önümüze bırakıyor. İştahla yemeye devam ediyoruz. Ağ Ekmeklerimiz ve Akıt’ımız bitince, doyduğumuzu anlıyoruz. Birer tas su içip, yerimizden kalkıyoruz. Borcunuz 150 kuruş, diyor beyaz önlüklü adam. Hesabı Sadık Amca ödüyor ve dışarı çıkıyoruz.

İlçemizin tek caddesinde, satıcıların “Şeker var, karmüş var, çorap var, şalvar var, … var” sesleri arasında, kalabalıkta, geldiğimizden daha bir güçlükle yürüyoruz. Sadık Amca, elimi hiç bırakmıyor. Kaybolmamak için elimi bırakmadığını, çok sonraları anlıyorum.

İlk kez gördüğüm bu insan yığınları arasında, biraz daha dolaştıktan sonra otobüse geliyoruz ve “Buradan ayrılma, biz biraz sonra geleceğiz” diye sıkı sıkı tembih ettikten sonra, yanımdan ayrılıyor. Otobüste beklerken, Cuma günleri ilçemize ne çok adam ve otobüs geldiğini düşünüyorum. (Çünkü, bizim köyün, bütün adamlarını, çocuklarını, kadınlarını ve ihtiyarlarını bir araya toplasalar, bu kadar insan etmezdi.) Bir de, tadı damağımda kalan Ağ Ekmek ile, Akıt’ı.

Yıllar sonra, Askerlik Yoklaması için ilçemize gittiğimde, Askerlik Şubesine kadar süren yol boyunda, yıllar önce gördüğüm insan kalabalığını arıyorum. Yok. Çünkü o gün Cuma değil. Dolaysıyla satıcıların, mallarını satmak için çıkardıkları sesler de yok.

Sonra, Akıt dükkanını arıyorum. (Çünkü, burası benim için özel bir lezzet durağı idi.) Dükkan da yok. Dolaysıyla, Ağ Ekmek ile Akıt da yok.

Varsın olmasın. Ağ Ekmek ile Akıt’ın tadı damağımda ya. 18.08.2007.

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..