Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Kasım '14

 
Kategori
Öykü
 

Aleksandra Pastanesi

Aleksandra Pastanesi
 

Her sabah yaptığı gibi yavaş yavaş araladı belki başka bir kadere uyanma arzusu bu kez gerçekleşir umuduyla uykunun mahmurluğuna bürünmüş etrafı net seçemeyen gözlerini. Değişen hiçbir şey yoktu. Üzerinde lime lime olmuş yorganı, altındaki pis şiltesi, bir hücreyi andıran karanlık, rutubetli odası, havadaki küf, o bildik sefalet kokusu… Her şey aynıydı.

İçinden yine bir dolu küfür savurdu; kaderine, yıllar önce annesiyle onu bu sefil hayata terk edip giden ayyaş babasına…

Yorganın üzerindeki damarları iyice belirginleşmiş zayıf ellerine kaydı gözleri. Bir delikanlıdan çok yaşlı bir kadının ellerine benziyordu. Kurumuş, çalışmaktan yorulmuş canı çekilmiş yaşlı bir el. Acıdı kendine. Kendini düşününce hep acırdı. Delikanlılara mahsus, coşkusu, tutkusu yoktu yıllardır.

Doğruldu yatağından mutfağa gitti. Kahve kokusu çarptı bu kez burnuna, annesi kahvaltısını hazırlamıştı bile. Ocakta sıcak kahve, masada bu sefil ortamla çelişip komik duran Paris ‘in en bilindik ve lüks pastanesi Aleksandra ’dan alınan minik pastalar… Annesi her Çarşamba bunlarla hazırlardı kahvaltısını.

Gündelikçi olarak çalışıyordu annesi. Hem kaldıkları bu kötü pansiyonun parasını ödüyor hem de zar zor geçiniyorlardı o parayla. Uzun, siyah matem elbiseleri giyerdi. Babası gittiğinden beri böyleydi. Uzun bir haç taşırdı boynunda, eli mütemadiyen dokunurdu tıpkı kendi gibi acı bir hayatı olan İsa’ nın çarmıha gerilmiş boynundaki zincirin ucunda salınıp duran bedenine. Pazar günleri ruhunu ve oğlunu bu sefaletten kurtarsın diye ‘’ Notre Dome  Katedraline ‘’ gidip saatlerce ağlardı. Arınırdı bir su damlası kadar berrak ruhu.

Bunları düşününce hiçbir şey yiyesi gelmedi. Kahvesini doldurdu fincanına, annesi akşama kadar gelmezdi. Kendisi de düşünmekten ve bakımsızlıktan hasta ve yorgun düşmüş bedeniyle yapabileceği bir iş buldukça çalışırdı. Fakat bu sıralar yaptığı tek şey evden çıkıp banliyölerde yürümek, yoruldukça parklarda oturup anlamsızca insanları izlemekti. Hayatın içinde olan insanları, yaşayan insanları… O ise çoktandır bir ölü gibi hayata karışmadan sessizce durup,akıp giden zamana bakmayı seçmişti.

Bu renksiz, fakir evde ; gülünç bir safahat makyajına  bürünmüş palyaço gibi duran pastacıkları tabakta bırakıp sokağa attı zayıf bedenini…

Paris de yazın son günleri,hafif bir serinlik kol geziyordu sokaklarda…  Mösyö Löblan her zamanki saatte ‘’Saint Bernard Caddesinin’’ köşesini dönüyordu bu sabahta. Titiz, dakik bir adamdı. Tepeden tırnağa zevkli giyinmişti tam da Paris sokaklarına uygun. Karısı öldüğünden beri evde uzun süre onun hatıralarıyla yalnız kalmak baş edemediği bir huzursuzluk yaratıyor, şık bastonuna dayanıp artık bacakları onu zor taşısa da her sabah âdet edindiği üzere ‘’ Aleksandra Pastanesi’ne’’ gidiyordu. Burada zaman geçirmeyi, günlük havadisleri almayı, koltuğunun altına sıkıştırıp getirdiği kitabını okumayı ve insanları izlemeyi severdi. Saatine baktı tam vaktinde pastanede her zaman oturduğu masasındaydı. Kalabalık içinde gazetesini okuyup hafif bir kahvaltı yapmaya koyuldu.

Yürüdükçe içine çektiği hava dağıttı kafasındaki düşünceleri. Üstü başı çok yıpraktı artık. Karşıdan gelen güzel ve şık kadın iğrenmiş gibi baktı ona. Böyle durumlarda farkında olmadan ellerini sıkıp, tırnaklarını canına geçirirdi. Acıyla açtı elini, tırnak izlerini gördü. Hızla uzaklaştı kalabalıktan. Aleksandra Pastanesinin önünden geçip yolun karşısındaki parka saptı. O ihtiyar yine gelmiş diye geçirdi içinden. ‘’Boşuna tüketiyor soluduğu havayı bunak ihtiyar.’’ Kendi kendine konuşuyordu banka otururken. Uzunca bir süredir dikkatini çekmişti bu ihtiyar. Aynı saatlerde hep bu pastanede oturur, yer içer, okur, kalkar giderdi.

Birden zihninden şimşek gibi bir düşünce geçti. Birkaç kez onu takip etmişti, şişkin bir cüzdanı vardı. Ve artık boşuna yaşıyordu. Nerede oturduğunu, eve kaçta gittiğini biliyordu. Ondan önce evine gidip ihtiyarı beklemeye karar verdi. Kimseye yakalanmadığı sürece kapıyı açması zor olmazdı. Daha önce böyle bir şey yapmamıştı ama hiç düzgün arkadaşı yoktu çok anlatmışlardı hırsızlık, gasp serüvenlerini… Cebindeki çakıyla kapıyı rahatlıkla açardı.

Bir keresinde onu takip ederken ki; bunu tamamen can sıkıntından yapıyordu. Yaşlı bir kadının adama yaklaşıp ‘’ Mösyö Löblan ‘’ diye seslendiğini duymuştu. Oturduğu daireyi de rahatlıkla bulabilirdi.

Mösyö Löblan; cebindeki mendille, küçük dokunuşlarla dudaklarını sildi. Karşı masada oturan genç aşıklar gözüne takıldı. Tutkuyla birbirlerine bakıyordı, genç kadın gülerek kendine sırılsıklam aşık olduğu her halinden belli olan adama neşeli bir şeyler anlatıyordu. Bu genç ve alımlı kadını biricik karısı Violetta’ya benzetmişti.  Öleli 10 yıl olmuştu ama Violetta’sını hiç unutamıyordu. Bugün ona çok yakın hissetti kendini, sanki yakında onu görebilecekmiş gibi geldi.

Bir kahve daha isteyip önündeki kitaba uzandı. Kitabın arasındaki evrakları inceledi. Bu sabah avukatına hazırlatıp, imzalattığı vasiyetiydi.

Mösyö Löblan ana cadde üzerinde her sabah gittiği pastanenin çok yakınında ‘’La mer  Apartımanın da ‘’ oturuyordu. Burası Paris’in elit bir bulvarıydı. Daireyi bulması zor olmadı. Zili uzun uzun çaldı. Ya şu an evde kimse yok ya da bizim bunak yalnız yaşıyor diye düşündü. Etrafı kolaçan ettikten sonra kapıyı zorlanmadan açtı. Ev son derece zarif döşenmişti. Bildik bir düzen hâkimdi eve. Her yer çok temizdi; yerler, mobilyalar özenle cilalanmıştı. Büyükçe bir odada camın önüne konmuş çok oturmaktan olsa gerek kadife döşemenin yıpranıp iz yaptığı ihtiyarla aynı yaşta olduğunu düşündüğü bir berjer ,hemen köşede ise duvarla arasında mesafe kalacak şekilde yerleştirilmiş koyu renk maun bir büfe bulunuyordu. Büfenin içi kristal kadehler, antika eşyalarla doluydu. Tam karşıda tüm duvarı kaplayan bir kitaplık; içindeki sayısız kitap, tam önünde duran minik çalışma masasıyla ihtiyarın okumaya düşkünlüğünün altını çizirek olanca heybetiyle yükseliyordu.

‘’ Belli ki ihtiyar vaktini bu odada şu kıçının izini bıraktığı berjerin üzerinde geçiriyor ‘’ dedi. Mutfağa geçip keskin bir bıçak aldı. Saatine baktı, ihtiyar gelmek üzere olmalıydı. Büfenin arkasına saklanıp onu beklemeye koyuldu.

Mösyö Löblan tam da beklenen saatte dairesinin önündeydi. Anahtarını kilide yerleştirdi. Kapının çabuk açılması biraz tuhaf geldi. Her sabah çıkarken defalarca kontrol ederdi. Üzerinde fazla durmadı. Artık iyice yaşlanmıştı zihni. İçeri girdi, önce mutfağa yöneldi. Elindeki pasta kutusunu tezgâha bırakıp karısı Violet’in zarif porselen pasta takımlarından birini alıp hepsini tabağa yerleştirdi. Tabağı alıp her zaman oturduğu berjerin yanındaki sehpaya koydu. Oturdu. Pastanede okuduğu kitabın arasındaki vasiyetnameyi eline aldı. Bir kez daha ne kadar iyi yaptığını düşünüp, gülümsedi.

İşte tam sırası diye düşündü. Oldukça seri bir hareketle büfenin arkasından çıkıp ölümcül bir darbe indirdi Mösyö Löblan’nın boynuna. Bu kurumuş kalmış ihtiyardan böylesi şiddetli bir kanın fışkırmasına hayret etti. Mösyö Löblan yüzüstü yere yığıldı. Elindeki kağıt az ileriye fırladı. Hemen öldü oracıkta. ‘’ Çok çabuk kabullendi bunak ölümü’’ dedi. Son derce soğukkanlıydı.

Elinin ucuyla kağıdı aldı. Vasiyetnamesini hazırlamış bizim ihtiyar. Eh! İyi oldu o zaman ölmeyi istiyormuş anlaşılan, diye düşündü.

Cecile Miller…… İsmi bir kez daha okudu. Cecile Miller…. Soluksuz hissetti kendini. Aklına annesinin sözleri geldi. ‘’ Öyle iyi ki; Claude. Bize çok üzülüyor. Onun kadar iyi birini tanımadım. Tanrı onu korusun. Bana bir baba şefkati gösteriyor. Almam gerekenin iki katı ücret ödüyor. Hayatta kimsesi yok. Beni kızı gibi seviyor.’’

Claude yere çöktü. Birden gözü sehpada duran minik pastalara ilişti. Bu sabah evdeki sefaletle alay edercesine renkli ve şık görünen pastalar burada ; ait oldukları yerde duruyor hissi veriyorlardı. Artık Claude'a ait olan bu evde.

Claude hala soluksuzdu; derin bir kederin soluksuzluğu, gözyaşlarının da eşlik ettiği….

 

 
Toplam blog
: 110
: 1076
Kayıt tarihi
: 26.05.14
 
 

Dünyanın kirletemediği bir lotus... ..