Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Temmuz '11

 
Kategori
İlişkiler
 

Algılayamıyor musun? Anlatamıyor muyum?

Algılayamıyor musun? Anlatamıyor muyum?
 

Ben ne diyorum, sen ne diyorsun?

Geçenlerde ofisteki bilgisayarcıya sistemdeki bir sorunu aktarıyorum, ‘şöyle şöyle olsa bu sorun çözülebilir mi’ diye soruyorum. Bana sorduğum soru ile hiçbir alakası olmayan bir yanıt veriyor. Dinliyorum, dinliyorum acaba ben mi algılayamıyorum diye düşünüyorum, ancak sorumun yanıtını alamadığım için bu işte bir terslik var diyorum. Ya anlatamıyorum, ya algılayamıyor.

Tekrar soruyorum…’bak ben sana sadece şu soruyoru soruyorum ve çözümünün bu şekilde mümkün olup olamayacağını merak ediyorum, sonuçta bir çözüm bulmamız gerekiyor, hem de ivedi olarak'…

Gelen yanıt şu şekilde…’ya tamam anladım da o sorun böyle çözülmez’.

Yarabbim çok şükür…bana en baştan söylesene bu böyle çözülmez diye! Benim soruma neden farklı, hiç alakası olmayan bir yanıt veriyorsun da hem benim zihnimi hem de kendini yoruyorsun? Tamam, anladım, sorun böyle çözülmezmiş.

Eee, peki çöz o zaman, blgisayarcı olan sensin, işte bu kadar!

Bu ve benzeri olayları birkaç defadan fazla tekrar tekrar yaşayınca, beraber çalıştığım arkadaşıma sordum. ‘Sen beni de onu da tanıyorsun, hepimiz iş arkadaşıyız, ben mi sorunu yanlış anlatıyorum, yoksa onun algısında bir problem mi var?’. Bana tarafsızca söyle…

‘Yok sizin anlattığınızı ben de anladım, kesinlike onun algılama problemi var’ diye beni teyid etti.

Bir başa arkadaşımıza sorduk, ikinci teyidi aldık.

Yok dedim bu işte yine de bir problem var, insanlar neden senin a dediğini b diye anlasınlar ki? Sonuçta o da bilgisayarcı olmuş, bu işin uzmanı. Algılaması neden eksik ya da yanlış olabilir ki?

Vallahi o günden beri araştırıyorum, neyi mi? Yok o sistemle ilgili sorunun çözümünü değil, bu vesile ile ortaya çıkan “algılama” sorununu. Ya da ne bileyim belki de “anlatamama” sorununu.

İlk bulgularımdan derlediklerim şu şekilde;

- Gerçek tektir ama “doğru” kavramına evrilmesi kişiye göre değişir. Bu evrilmede insanların farklı farklı algılamaları devreye girer. Yani insan sayısı kadar algılama vardır. Farklı algılamalar da farklı davranış biçimlerine, farklı yanıtlara sebep olur. İletişim kazaları da zaten bu algılayış farklılığından kaynaklanıyor.

- İnsanlar fiziksel dünyadaki tecrübelerini fotoğraf gibi bire bir zihinlerine kodlamazlarmış. Çünkü insanların beyin işletim sistemleri birbirlerinden çok farklı.. Örneğin bir ev çiz diyorsunuz, herkes farklı farklı evler çiziyor. Ruh dünyası, eğitim, kültür, aile görgüsü, öğrendiği sosyal normalar gibi pek çok dış etmen devreye giriyor. Ama herkes nasıl bir ev çizerse çizsin, sonuçta o bir “ev”.

- Algılar, ferdin eski yaşantılarına ya da bilgilerine göre şekil alıyor, Bu sebeple, algı, aslında bir kişilik tepkisi.

- İnsan algılarken kendisi için “o an önemli” olana yöneliyor. Yani o anda onun için ne ön planda ise, karşındakinin sorduğu ya da söylediği ne olursa olsun verdiği yanıt ya da algılaması da o anlık önem doğrultusunda. Yani aslında yanlış algılama diye bir yok, sadece “algıda farklılık” var. Ya da seçicilik var, seçip seçip kendine o an için hangisi uygunsa sadece ona göre algılıyor ve ona göre davranıyor.

- Aslında anlatamamak da bir nevi algı bozukluğu kaynaklı. Anlatamıyorsun çünkü karşındakini de sen algılayamıyorsun. Beklentilerini de algılayamıyorsun. Bu nedenle ne anlatırsan anlat karşındaki algılayamıyor sanıyorsun.

- Tabii bir de ne anlatırsan anlat, nasıl anlatırsan anlat, kronik algılama bozukluğu olanlar da var. Bu tip insanlar hayatlarının hiçbir döneminde zaten karşındakini algılamak üzerine bir çabaya girmediklerinden kaba tabiriyle bunlara “idrak yolları enfeksiyonlu” da denebilir…bir nevi öz-sevi sendromu.

Algılama, algılatamama, anlatma, anlatamama konusunda bu aralar baya bir yoğunlaştım :)

Sanırım, insanların farklı farklı evler çizebileceğinin en baştan varsayım olarak kabullenilmesi gerekiyor.

Ve nihayet hepimiz için en zor olanı, karşındakinin seni nasıl algılayabileceğini en baştan doğru algılamak gerekiyor.

İş dönüp dolaşıp yine “empati”ye çıkıyor.

Sevgili bilgisayarcım, sana bundan sonra empati yapacağım,. Senden de empati bekliyorum. Belki o zaman birbirimizi daha iyi algılayabiliriz :)

Neyse; yazımı Can Baba'nın dizeleriyle entel, dantel bir şekilde sonuçlandırayım:) .

en uzak mesafe ne afrika'dir,
ne çin,
ne hindistan,
ne seyyareler
ne de yildizlar geceleri isildayan...
en uzak mesafe iki kafa arasindaki mesafedir
birbirini anlamayan.

 
Toplam blog
: 476
: 2331
Kayıt tarihi
: 10.07.08
 
 

Çok eskidendi ..