Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Temmuz '07

 
Kategori
Alternatif Tatil
 

Anadolu'nun yüksek steplerinde bir eylül kaçamağı

Anadolu'nun yüksek steplerinde bir eylül kaçamağı
 

Her coğrafya kendi içerisinde sakladığı değerle güzeldir ve her bir yerde değişik tatlar ve renkler sakladığı için her coğrafya aslında güzeldir ve gezmeye ve görmeğe değerdir. Kendi insanları bu güzellikleri bizzat gördüklerinden dolayı, kendi coğrafyalarını daha fazla severler ve gidemeseler de tüm güzelliklerinin özlemini çekerler. Benim coğrafyam orta Anadolu’da saklı. Yüksek steplerin olduğu bir yerde. Yani bir yükseltiye çıkıldığında nerden baksan bir 50-100 km mesafe uzaklığı az buçukta olsa görebilecek kapasitede olduğun bir yer. Yüksek bir yer. 1845 metre yükseltisiyle Türkiye ortalamasının hayli üstünde bir yer. Düşün bir kere topoğrafik yapısını ve iklimsel koşulların zorluğunu, özellikle de kış zamanları.

Bu coğrafya Sivrialan. Sivas-Şarkışla’nın kuzey kesimine düşüyor ve ilçe merkezinden yaklaşık 35 km mesafelik bir uzaklıkta. Bir sonbahar günü yani eylül ayının geç bir vakti Sivrialan’a bir iş için gitmem gerekiyordu. Birkaç arkadaşı da alarak, Ankara’dan direk kalkan otobüslerle Sivrialan’a hareket ettik. Sabahın ilk gün ışıklarıyla Sivrialan’a vardığımız zaman havanın gerçekten soğuk olduğunu tüm vücudumuzda hissettik. Nede olsa Ankara sıcaktı. Sivrialan tipik bir Anadolu köyü. Diğer tüm köylerin paylaştığı sorunları Sivrialan’da paylaşıyor. Yoğun olarak göç vermesi, okul ve ekonomik sorunlar gibi. Nüfusu kışları çok az olmakla birlikte yazları kat kat artıyor. Halkının büyük bir kısmı Almanya da ve Ankara’da bulunmakla birlikte sadece Genel olarak yazları Sivrialan’a geliyorlar ve kısa bir süre kaldıktan sonra ayrılıyorlar. Yani bir nebze nüfus hareketlenmesi olmakta.

Yola Çıkış...

İşimi hallettikten sonra arkadaşlarla çevrede trekking yapmak için bir erken eylül sabahında yola çıktık. Saat 6 gibi kalkmanın verebileceği o durgunluk bizde pek yoktu. Nede olsa yüksek bir noktada bulunmanın verdiği temiz hava bizi dinç kaldırdı. Direk olarak Çataltepe denen bir dağa doğru hareket ettik. Yaklaşık çıkmayı düşündüğümüz mesafe 500-600 metre yükseklik farkı demek ki bu da yaklaşık 2 saatlik bir tırmanış demek. Çataltepe Sivrialan’ın batı tarafında bir dağ. Esas gideceğimiz noktanın yolu üzerinde ve bu yüzden mutlaka aşılması gereken bir mesafe. Ama gidiş yolunun orman ve aylardan eylül ayının olması o 2 saatin nasıl geçtiğini fak ettirmiyor. Ne güzel. Kırmızı, sarı, yeşil, kahverengi ve neredeyse aklınıza gelebilecek tüm renklerin tonları ormandaki meşe, çam, köknar, ardıç ve ismini sayamadığın tüm ağaçlarda ve çalı türlerinde mevcut. Meşelik diye de anılan bu bölge aynı zamanda Yozgat milli parkının son kısımlarını oluşturuyor. Ne görülmeye değer bir yürüyüş. Hele de o güzelim kuşburnu çalılarının üstünde duran kıpkırmızı kuşburnular. O küme küme duran masmavi gökyüzündeki bembeyaz bulutlar. Sanki bu yükseltide daha da güzelleşiyorum der gibiler. Hele de o kuş sesleri. Yani tabiat ana bir aşçı olsaydı bu kadar güzel bir yemek yapabilirdi. İki saatlik bir orman yürüyüşünden sonra Çataltepe’nin en yüksek noktasında yaklaşık bir yarım saat önce orman içerisinde bir mola verdik. Çoban çeşmesi. Ne de pırıltılı bir suyun var. Ne de parlak rengin. Sanki kristal bardaktaki suyun tonundasın. Bir buzdolabından çıkan su kadar da soğuksun. Bu steplerde ancak bu kadar soğuk suyun olabilir. Biraz molanın ardından tekrar hareket ettikten sonra Çataltepe’nin en yüksek yeri olan Başınayayla’ya çıktık. Zor ama güzel manzaralar sunan bir tırmanış. Yaklaşık 150 km den görünebilen Erciyes dağının zirvesi. Tam bu noktadan sisler arasından bize göz kırpıyor. Yine küçük bir manzara molasından sonra kendimizi yokuş aşağı bırakıyoruz ve iki vadi arasındaki yine bir çoban çeşmesinde mola veriyoruz. Bu bölge tamamen çam ve Erenyurdun yaylası diye anılıyor. Artık renk cümbüşü pek yok. Yeşil tonun bir hakimiyeti söz konusu. Ama kır çiçeklerin kokusu ve hele de o kekik kokusu tüm vadide hakim. Hemen çeşmeden sularımızı içtikten sonra sonra taşları toplayıp küçük bir çaydanlığı tutacak şekilde bir üç tarafı olan bir küçük ocak hazırlıyorum. Arkadaşlarda bu arada dal kuruları topluyor. Kuru dalları seçerken özellikle varsa meşe olmasına ve yere düşmüş olmasına özen gösteriyoruz.

Ne de olsa kalorisi yüksek ve kısa zamanda çayımızı demleyecek. Kuru bitki türü şeylerle yakılan ateşlerin pek ısı vermediğini ve bir çayın yaklaşık iki saat süren bir bekleyişten sonra kaynadığını daha önceden yaşayarak tecrübe edinmiştik. Isınan çayın verdiği o ses ve çam gölgesinde yatmanın verdiği zevkle etrafı izliyoruz. Ne güzel bir manzara. Tıpkı İsviçre gibi. Daha önceden yurtdışında bulunduğumdan bir kıyaslama yapabiliyorum. Tek farkı yerde çimlerin az olması ve o coğrafyalardaki gibi tek rengin hakim olmaması. Tek yeşil renk yok. Yinede yerlerde sararmış otların verdiği bir soluk sarı hakim. Çam ormanları yine küme küme. Yine yeşil. Vadinin her iki yakası bir fotokopiden çıkmışçasına birbirine benziyor. Dereden nede güzel su akıyor. Ama aşağı kesimde olduğundan varlığını uzaktan hissediyoruz. Evet şimdi çay saati. Yanımızda azık türünden getirdiğimiz birkaç sandviç türü yiyeceğimizi çayla birlikte yiyoruz. En güzel ziyafetten bile daha lezzetli bir tat alıyoruz. Tabi ormanın o büyülü havasına kendinizi kaptırırsanız, temiz havayı içinize çekerseniz ve o renk türlerini görebilirseniz. Ve sessizlik. Ve yine yemek sonrası çay içmenin en keyifli tarafı. Hafif bir meltem. Yerde gezen böcekler. Her şey sonbaharı anlatıyor. Ormanda kısa bir yürüyüşe çıkıyoruz. Her taraf aynı homojenliği gösteriyor. Vadini diğer yakası efsanelere konu olmuş 2345 metre yüksekliğiyle Karababa dağı. Neredeyse çıkılması imkansız gibi duruyor. Henüz öğlen vakti olduğundan a dağın büyüsüne kendimi kaptırıyorum ve arkadaşlara bu dağa çıkmayı teklif ediyorum. Ama pekte kabul edilebilecek bir teklif değil. Bir kere çok dik ve çıkmak 3-4 saat mal olur hani 1 saatte iniş olsa neredeyse eve döşü bir 4-5 saat uzatmak demek ki önemli olan zaman sıkıntısı değil yiyecek ve tempo sıkıntısı.

Dağa Çıkış...

Daha önceden hiç dağcılık tecrübesi olmayan ben yinede gitmeyi teklif ettim ama diğerleri çamın gölgesini tercih ettiklerinden ben biraz yiyecek alarak yola koyuldum. Vadini karşı tarafına geçtikten sonra yürüyüş yolum yavaş yavaş dikleşmeye başladı. Ama çam ormanların verdiği o nefis dağ patikasının o serin rotası ilk başta problem olmadı. Ama gittikçe eğimin artması ve artık orman dokusunu bitmesi ve gölgenin kaybolması yolun bundan sonraki kısmını zorlaştırıyordu. Farklı bir bölgede ilerlemenin verdiği tüm heyecanı ve keşfetmenin o büyüsüyle yaklaşık 3.5 saatte zirvenin altındaki iri bazalt türü kayalıkların girişindeydim. Karababa’nın sönmüş bir volkan olmasından dolayı zirve kısmı tamamen iri kayalardan oluşuyordu. İri kayalar arasından geçmek neredeyse bir marifet istiyor. Gerekirse dikkatlice o kayadan diğerine zıplamak aynı zamanda bir tür korku ve endişe. Sonunda yorgun bir şekilde zirvedeyim. Kendimi zirveye atıyorum ve yere yatarak gökyüzünü izliyorum. Hiç bu kadar bir mesafeye daha önceden çıkmamıştım. Ve evet bir tane kır çiçeği zirvenin tepesinde beni bekliyor. Yöresel dille “Ayıgülü”. Bir çeşit lale türü. Koparmak istemiyorum ama hediyemi de eve götürmek istiyorum. Ne güzel kokuyor. Arkadaşlara hemen cep telefonu ile haber veriyorum. Çıktım ve iniyorum diye. Bu esnada , dağın diğer yüzündeki bir çobanın yaklaştığını görüyorum. Korkum artıyor. Çobandan değil. Çoban köpeklerinden. Kurtların yoğun olarak yaşadığı bu bölgede nerden baksan aşağıdaki sürüde belki üç beş tane çoban köpeği bulanabilir ki hele de bu ıssız bölgede insanın pek olmadığı bu yüksek steplerde insanı bu yüksekliğe çıktıklarına pişman ederler. Korkum gerçeğe dönüşmedi. Çoban yalnız geldi. Ve tanışmanın ardından benim resmimi çekti. Ve bu zirveden kaç defa Kurtların kendisini izlediğini söyledi. Evet haklıydı. Tüm vadi ayaklarınız altında.

 
Toplam blog
: 30
: 2026
Kayıt tarihi
: 16.12.06
 
 

1973 Sivas doğumlum. 1998 yılında ODTÜ Fizik bölümü, 2005 yılında Anadolu Üniversitesi işletme bö..