Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Şubat '09

 
Kategori
Sinema
 

And the Oscar goes to...

And the Oscar goes to...
 

“Ne bu şimdi?” diye düşünürken buluyorum kendimi, dışarıda delicesine yağmur yağarken gecenin bir yarısı –az önce geçmişiz gecenin yarısını, sabaha az kaldı- televizyonun karşısında oturmuşum ayağımda patikler, Penelope Cruz’un konuşmasının ardından siliyorum gözyaşlarımı. 81. Oscar Ödül törenini seyrediyorum dördüncü kere, ilki canlı yayın, ardından iki değişik kanalda tekrarı ve işte benim tarafımdan yapılmış dvd’den kaydı. Penelope Cruz, İspanyol aksanıyla konuştuğu İngilizce ile bir kadın nasıl hem bu kadar seksi, hem de bu kadar sevimli olabilir sorusunun cevabını verdi teşekkür konuşmasında. Halkına kendi dilinden seslenişi, İspanyol olsam ancak bu kadar etkilerdi beni. (Demek ki konuşmada Türkçe bir şeyler söylenmeli, ‘tutkuyla sevdiğim, güzel ve yalnız ülkem’ gibi.)

Ne bu şimdi hakikaten? İşim mi yok benim, yoksa işim bu mu? Sinemanın büyüsüne kapılmış bir meczup muyum ya da farkına varamadım, Amerika ve kültürü ele geçirdi bütün varlığımı? Burası Türkiye, Anadolu’da bir kasaba, ezan mı okunuyor ne? Galiba ben kaçırdım aklımı…

Gecenin şakacı havasından mıdır yoksa, Avustralya filminde, Avustralyalı bir adamı canlandıran, gerçek Avustralyalı Hugh Jackman’ın yakışıklılığından mıdır bilinmez, bırakıp bir tarafa bana sirayet eden gayri ciddi ve hafif meşrep tavrı, sinemanın büyüsüne bağlıyorum içinde bulunduğum bu karmaşık ruh durumlarını. Hugh Jackman, on parmağında on marifet bulunduğunu dans edip, şarkı söyleyerek; yaşayan en seksi erkek seçilmesinin haklı olduğunu da saçlarını ahenkle savurtarak kanıtladı. Aday filmlere ve oyunculara göndermeler yapan açılış gösterisi ile ki ben bu kısmı başa alıp alıp on kere izledim, kendisinin başarısız olmasını bekleyenlerin yüzlerini kara çıkarttı.

Şimdi uydurduğum, farklı bir bakış açısına göre sinema izleyicileri üçe ayrılır:

1.Film biter bitmez, filmi sevse de sevmese de, salonu terk etmek için arkasına bakmadan çıkış kapısına koşanlar.

2.Çantalarını karıştırıp, telefonlarını kurcalayarak, kimi oturan, kimi ayağa kalkan ama mutlaka sağa sola bakışlar fırlatan, filmi sevdiği ya da sevmediği belli olmayan, dışarı çıkmak için yukarıda bahsi geçenlerin meydana getirdiği sıkışıklığın hafiflemesini bekleyenler.

3.Huşu içinde, gözlerini bile kırpmadan, oturdukları koltuğa mıhlanıp kalmış, filmi beğenmiş ise gerçek dünyaya dönmek için duruma göre değişen bir süreye ihtiyaç duyan, filmi beğenmemiş bile olsa role caption'ı sonuna kadar izlemek isteyenler.

(Makinistler! Biliyoruz arkadan diğer seans başlayacak ama role caption'ı kesmeyiniz, kapitalist patronlara söyleyip seansları ona göre ayarlayınız. Ayrıca ‘Tek kişiye film oynatılmaz.’ uygulamasından vazgeçiniz.)

Bir de sinemaya gitmeyip, evde ışıkları kapatıp, dvd’den film izleyenler vardır ki kendilerini sinema sever olarak niteleyebilsek bile ‘Sinema sinemada izlenir.’ ana kuralına uymadıkları için kategori dışıdırlar. Hem zaten Oscar töreninin ertesi gün tekrarını izlerler.

İşte bu üçüncü grubun üyeleri ve Oscar törenlerini sabaha kadar canlı izleyenler aynı kişilerdir ve hep birlikte sinemanın büyüsüne, sanatın evrenselliğine ve halkların kardeşliğine inanırlar.

Elbette buna karşı çıkacaklar vardır. Kimileri bunu Amerikan emperyalizminin sonucu, kapitalizmin ürünü, sinema endüstrisinin kendini ayakta tutmak için var ettiği kocaman bir yalan, ticari bir faaliyet olarak görebilirler ama ben otuz beş yaşımın sürerken sefasını, artık hiç de umurumda değil başkalarının düşündükleri yoksa eğer matematiksel bir değeri, bilimsel bir tarafı.

Vardı elbette gecenin birkaç duygusal anı. Heath Ledger’in kız kardeşinin, heykelciği alırken abisine seslenmesi, daha önce Oscar almış dev aktör ve aktristlerin adayları sunarken performanslarını dile getirmeleri gibi ama bana göre en duygu yüklü an idi, siyah-beyaz filmlerini neşeyle seyrederek büyüdüğümüz Jerry Lewis’in salona gelmesi. Jerry Lewis, çocukluğumuzdan esintilerle geldi. Yüzünde, bütün o filmlerin izleri ve yüreğinin güzelliği, bütün salon coşkuyla ayakta alkışlarken bir devden farklı değildi.

Çokça güzel kadın vardı, şık elbiseleri içinde ve yakışıklı adamlar siyahlar giyinmiş. Siyah giyinmiş, hoş bir kadın, çokça hayranı var Eternal Sunshine of the Spotles Mind’dan bu yana, Kate Winslet, kariyerini taçlandırıyor 35 yaşında Oscar’la, şampuan şişesi ile banyoda sekiz yaşında yaptiğı provalardan sonra.

Sarıldığım battaniyeyi atıyorum üstümden Robert de Niro, Sean Pen hakkında konuştuktan sonra. Ben de mi kominist bir eşcinsel severim yoksa, çok mu uzak bize herkesin eşit haklara sahip olduğu bir dünya. Uzak, uzak, evinde köpek olanlar bile tuhaf karşılanıyor buralarda. Ben de alkışlıyorum, zarf açılıp içinden Sean Pean adı çıkınca.

Evimin salonunda, bir iki tanesi patlak, birkaç tavan spot lambası altında, teşekkür konuşması yapıyorum, elimde uzaktan kumanda.

and the Oscar goes to..

Teşekkür ederim, uzak ve güzel ülkemde sanata tükürmeyip destek olan tüm yöneticilere, Başkent Ankara’daki Hitit heykeline, köpekleri ile yatan gazetecilere, karikatüristlere, Okan Bayülgen’e, anneme, babama… halkıma

teşekkür ederim.

 
Toplam blog
: 7
: 760
Kayıt tarihi
: 23.09.07
 
 

Aslında insan, her dem yalnızdır biliyorum ve buna rağmen, zaman zaman kendimi aykırı bir diken gibi..