Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Ağustos '11

 
Kategori
Öykü
 

Anda hüzün vardı, o rengârenkti !

Anda hüzün vardı, o rengârenkti !
 

 

New Forest'tan iş teklifi aldığını söylediğinde Justin, hiç sevinememişti. Oysa güney sıcak olurdu ve Robin Hood'un karlara mahkûm Nottingham'ından ölesiye nefret ediyordu! Başını cama dayadı, kar kristallerinin onu umursamayan dansına kaptırdı kendini. Belki de yalın ayak yürümeliydi karların üzerinde. Hem de isyan edercesine kadere. Elini karnına götürdü, utandı düşüncesinden!

Beş ay oluyordu Leon'dan ayrılalı. Ne kadar da üzmüştü onu. Hiçbir erkeğin gözlerinde aşkı o kadar parlak görmemişti. O'nunla ilk kez iki sene önce Arboretum'da karşılaşmışlardı. Ginkgo Biloba ağacının önünde aptal bakışlarla durduğunu görünce yanına gelmiş ve ağacın özelliklerini anlatmıştı. Gözlerindeki mânâyı okumaya çalışmaktan anlattıklarını anlamamıştı. Aslında umrunda da değildi. Leon'u ikinci görüşü bir ay kadar sonra Le Bistrot Pierre'de olmuştu. Yalnızdı masasında. Bir an gözleri birleşmiş, gülümsemişlerdi birbirlerine. Önüne döndüğünde, Justin'in anlamaz bakışlarıyla karşılaşmıştı. Bir şey sormamıştı kocası. Uzun yıllar birlikte yaşadıktan sonra üç yıl önce evlenmişlerdi. Harika bir eş ve arkadaştı. Sigortacılık yapıyordu ve tek şikayeti çok seyahat etmesiydi. Karısını yalnız bırakmaktan hoşlanmıyordu. Justin'i çok seviyordu; ama adını koyamadıkları bir şeyler eksikti yaşamlarında. Ne olduğunu ikisi de bulamıyordu. Belki de artık çocuk sahibi olmalıydılar. Bir ara lavaboya gitmiş ve çıktığında Leon'u karşısında bulmuştu. Eşiniz mi sorusuna verdiği evet cevabından sonra belki ararsınız diyerek kartını vermişti. O gece ve sonraki iki haftayı tırnaklarını yiyerek geçirmişti. Karttaki her detayı ezberlemişti. Leon Powell bir mimardı ve çalıştığı büro Radford Caddesi'ndeydi. Her gün içinden bir ses ara derken bir diğeri sakın ha demişti. Sonunda tırnaklarını yemeye ara vermiş, buna bir son vermeliyim diyerek aramıştı.

"Merhaba, ben Ashley. Sizinle Arboretum'da tanışmıştık, sonra da Fransız lokantasında bana kartınızı vermiştiniz."

"Merhaba Ashley. Hiç aramayacaksın sanmıştım. Vaktin var mı, bir şeyler içelim mi? Bocca'ya ne dersin? Trent Üniversitesi'ne 50 mt mesafede, Chaucer binasında."

Cinderhill sokağındaydı evi ve çok iyi bildiği Bocca'ya da yakın sayılırdı; ama nedense bunu telefonda ona söylememişti. Nasıl hazırlandığını, evden nasıl çıktığını bilememişti. Tenine çok uyduğunu düşündüğü L'Air du Temps'ı kulak arkalarına ve bileklerine sıkmıştı. Bir an durmuş, komodinin üzerindeki Justin'le olan resimlerine bakmıştı. Belki de bir türlü adını koyamadıkları eksik o andı. Tramvaya binmiş, 15 dk sonra üniversite durağında inmişti; sonra da Bocca'ya iki dakikada yürümüştü. Leon ondan önce gelmişti ve uçarcasına sürüklendiği masada adamın konuşmasına mı, delip geçen bakışlarına mı büyülendiğine bir türlü karar verememişti. Belki de her ikisine birdendi.

Justin'den çok farklıydı Leon. Bakışı, duruşu, ses tonu çok daha erkeksi ve güven vericiydi. Sevgisini göstermeyi biliyordu. Hiçbir erkek tarafından böyle beğenilmemiş, sevilmemişti. Onca bekar kadın varken, o evli bir kadına aşık olmaktan korkmamıştı; ama utanmıştı. Yasak bir aşk yaşamak istemiyor, eşi olmasını istiyordu. İki ay boyunca sadece sevgiyi konuşmuşlardı. Bir kez de elini tutmuştu Leon. Çekinmişti de! Aklında Leon varken Justin'le sevişmek işkenceden beterdi. Justin'e de acıyordu. Hiçbir suçu yoktu. O da seven bir erkekti; ama yaşamında eksik olan Leon'du. Artık olur olmaz şeye sinirlenmeye, küçücük sorunlardan dağlar yaratmaya başlamıştı. Bunun nedenini biliyordu. Leon'u istiyordu benliği; ama mantığı onun mantığıyla örtüşüyordu. Belki Leon'un iç sesleri de kuralsızca onu istiyordu.

Justin'in bir seyahatinde, "Ben de anneme gideyim bari." demişti. Justin'in kayınvalidesiyle arası bozuktu ve asla aramazdı. Dolayısıyla Ashley'i aramayacak, onun aramasını bekleyecekti. Leon'la Saltfleet'e gitmişler ve iki gün boyunca Balmoral'ın kırmızı perdeli odasından çıkmamışlardı. Leon tedirgindi ve onu, "Biz çok mutlu olacağız." sözleriyle rahatlatmıştı. Nasıl mutlu olacaklarını aslında o da bilmiyordu!

Yaşamını ikiye bölmüştü. Leon'un yanındayken çok mutlu oluyor; ama ayrıldığı anda vicdanıyla baş başa kalıyordu. Justin'le cinsel yaşamları neredeyse sona ermişti. Kocasının çekingen tekliflerini geri çeviremiyordu; ama kendisini tecavüze uğramış gibi hissediyordu. Sonra da bu düşüncesinden utanıyordu. Justin eşiydi ve o suçu olmayan iyi bir insandı. Leon'a da üzülüyordu. Çünkü artık evlenmek istiyor, kaçamak buluşmalardan nefret ediyordu. Hayatındaki her iki erkek de çok iyi insanlardı ve onları üzüyordu. İkisine de yetemiyordu. Justin artık karısını tanıyamıyor, ona olanları anlayamıyordu. Aylar geçtikçe, Justin'le yaptığı kavgalar Leon ile olan yaşamını da etkilemeye başlamıştı. Çünkü vicdanı onu bir an olsun yalnız bırakmıyordu. Kilisenin karşı çıkacağı bir boşanmanın herkesi daha da mutsuz edeceğini biliyordu. Kararını vermişti. Leon'la konuşacaktı.

Gözlerden uzak Lenton Park'ta buluştular yine. Oranın hazanı karşılayışını severdi Leon. Aşkını da ilk kez orada itiraf etmişti; ama benim aşkım hiç solmayacak demeyi de ihmal etmemişti. "Seni çok seviyorum Leon; ama ben daha ileri gidemem. O'nunla ruh ayrı-beden ayrı olamıyorum. Hiçbir günahı yok. Olanlardan haberi dahi yok. Öğrense, tiksinir benden. Bunu bana nasıl yaptın dese, verecek cevabım yok! Senden de kopamam; ama ben sadece senin de olamam. Böyle de ne kadar sürer ve dayanabilir miyiz bilemem. Senin yanında mutluyum; ama ona evde hayatı zindan ediyorum. Bir görsen, on yıl yaşlandı sanki. Hiç hak etmiyor. Ben kötü bir insan değilim. Böyle herkes mutsuz oluyor. Sen de, o da mutsuzsunuz. İkinize de yetemediğim için ben daha da mutsuzum." demişti.

Bir süre konuşmadan ona bakmıştı Leon. Sevdiği kadının ne demek istediğini anlamıştı. Gözlerinin nemini silmemiş, damlaları usulca avcuna bırakmıştı.

"Sende eksik olan aşktı. Sadece sevginin gücüyle böylesi zorlukların aşılması elbette ki zordur. Sana aşk gerekti; ama olmadı işte. Evliliğinde eksik olan da aşktı. Yoksa ben olmazdım. Sen bana olan tutkunun aşk olmadığını şimdi anladın ve kolay yolu seçiyorsun. Diyorsun ki, ben Justin'le hep evli kalacağım, seninle ilişkimiz de böyle ne kadar sürer bilemem. Beni yalnızlığa, bir bilinmeze, karanlığa itip kocana dönüyorsun! Şimdi bu açıklamadan sonra artık onunla huzur içinde mi sevişeceksin? Kalırsam, benimle de mi huzur içinde sevişmeye devam edeceksin? İki senedir karım olacağın umuduyla yaşıyordum ve şimdi ona hayatı zindan etmenle teselli bulmalı ve yetinmeli miyim? Ben, evli bir kadının sevgilisi kimliğini daha fazla taşıyamayacağım Ashley." demişti.

Leon'un arkasından bakmamıştı. Bakarsa; gitmesine izin vermeyeceğini, koşup sarılacağını biliyordu. Evde sessiz ve düşünceliydi; ama Justin her aradığında da konuşuyorlardı. Leon'la sevişirken ısrarla titreyen telefondan hep nefret etmişti. Karısına artık her an ulaşabiliyor olması Justin'i çok mutlu ediyordu. Yine de karısıyla sevişmek için aceleci davranmak istemiyordu.

Ayrılalı neredeyse 3 hafta olacaktı ve Leon'u merak ediyordu. Merak ettiği, iyi olup olmadığıydı. Belki de kendini kandırıyordu. Bir sabah dayanamayıp iş yerini aradı. İşten ayrılmıştı ve nerede olduğunu bilen de yoktu. Birkaç gün sonra da telefon kulübesinden cep telefonunu aradı. O hat kullanılmamaktaydı. O'nu hayata bağlayan, Leon'un bir yerlerde var olduğu sanrısıydı oysa.

Geciken regl dönemi yeni korkuları da beraberinde getirmişti ve mavileşen şeritle olduğu yere yığılmıştı.

Hamileydi.

Justin işinde terfi etmiş ve artık daha az seyahat ediyordu. Her akşam karısına çiçekler getiriyor, iltifatlara boğuyordu. Kocasına duyduğu saygı sevgisinin önüne geçmeye başlamıştı. Leon'dan bencilce vazgeçişinin yaşamında neden olduğu kırıklarla baş edemiyordu ve bir de karnında çocuğunu taşıdığı gerçeği vardı ki bu bebek her şeyin sonu olabilirdi. Justin'le çok nadir sevişiyorlardı ve İspanyol asıllı Leon daha esmerken, Justin sarışındı. Yine de, o inançlı bir katolikti ve çocuğunu doğuracaktı. Bebeğin kendisine benzemesi ya da sarışın olması için tanrıya dua ediyordu. Ama emindi, tanrı haline gülüyordu! Uzun zamandır yapmadığı bir şey yaptı. Akşam yemeği için Justin'in çok sevdiği peynirli karnabahar, Shepherds Pie ve Yorkshire Pudding hazırladı. 5 sterline aldıkları ucuz Avustralya şaraplarından birini de açtı. Justin'in geçen sene doğum gününde aldığı dekoltesi derin elbisesini de giymiş, L'Air du Temps'ı sıkmayı ihmal etmemişti. Masadaki tek mumu kapıyı açmadan yakmıştı. Justin çok mutluydu. Karısı geri dönmüştü. Kadehini büyük bir sevinçle kaldırdığında karısının su içtiğini fark etti.

"Justin, sana vermek istediğim güzel bir haber var. Ben hamileyim."

Ashley ve Justin'in güneşli bir mayıs günü 3.2 kg ağırlığında sağlıklı bir kızları oldu. Doğum süresince karısının ellerini bırakmayan Justin'in gözlerindeki heyecan ve mutluluk pırıltıları Ashley'in yüreğine batan dikenler gibiydi. Tanrım, bebeğim doğduktan sonra benim canımı al diye yalvarıyordu. O gün ve ertesi gün Woodthorpe Hastanesi küçük Fiona ve annesini misafir etti. Hemşireler Fiona'nın son aylarda doğan en güzel bebek olduğunu söylüyorlardı. İsmini Ashley koymak istemişti. Dürüstlüğü simgelesin, adı Fiona olsun demişti. Mutluluktan gözleri yaşaran Justin ise, ne kadar da Nancy halasına benziyor, değil mi hayatım demişti. Tanrı ona gülmüştü; ama dualarını da kabul etmişti. Güzel kızını koklarken, hoş geldin dünyaya minik Powell diye fısıldamıştı kulağına!

Eve döndükleri günün akşamı Justin yine kocaman bir demet gülle gelmişti.

"Ashley, bir tanem. Beni dünyanın en mutlu erkeği kıldın. Annesi kadar güzel bir kız evlat verdin. Seni çok seviyorum hayatım. Sen ve kızım benim her şeyimsiniz. Biz çok mutlu bir aile olacağız." demiş, incecik boynuna üzeri yakut taşlarla süslü bir kolye takmıştı.

Sütü boldu ve Fiona'nın da iştahı yerindeydi. Aylar geçiyor, hızla büyüyordu. Emeklemeye başladığında, babasının geleceği saati biliyor ve gidip kapının önünde onu bekliyordu. Babasına annesinden daha düşkün olduğu kesindi. Gecede aralıksız 2 saat uyudukları vaki değildi. Allah'tan Justin çok yardımcıydı. Altını da değiştiriyor, mamasını da yediriyordu. O harika bir babaydı. Çoğu sabah uyandığında Justin'i kucağında Fiona uyur halde buluyordu. Çok şanslı olduğunu düşünüyordu ve Fiona da muhteşem bir babaya sahipti! İlk dişini yedinci ayında çıkaran Fiona ilk adımlarını da on dördüncü ayda atmıştı; ama ikinci adımdan sonra poposunun üzerine oturmuştu. Gün boyunca hep kızıyla ilgilenen Ashley, Justin'in eve gelmesiyle bir saat uyuyor, sonra da hep beraber yemek yiyorlardı. Sık sık ziyaretlerine gelen arkadaşları da onların örnek yaşamlarına gıpta ediyorlardı.

Fiona bir buçuk yaşındayken televizyondaki otobüse düdüüt demiş, iki yaşında da baba dittii demişti. Karla ilk teması da çok eğlenceliydi. Üşüyünce gözlerini kısmış; ama kara pat pat yapmaktan da geri kalmamıştı. Yanakları ve burnu kıpkırmızı olmuştu. Justin'in yaptığı kardan adamın havuç burnunu yumuk elleriyle tutmuş, bırakmamıştı.

Baba-kızın bitmek tükenmek bilmeyen oyunlarını keyifle izliyordu Ashley. Sanki Justin sabah işe akşam bir an önce dönsün diye gidiyor, gün boyu da defalarca arıyordu. Geçmişinden utanıyordu; ama bunda ne Leon'un ne de Justin'in bir suçu yoktu. Ölünceye kadar taşımak zorunda olduğu sırrın ve vicdani ağırlığının altında eziliyordu.

Fiona büyüdükçe, her an ortaya çıkabilecek bir sorunun varlığı Ashley'i endişelendiriyordu. Kendi kan grubu A Rh(-) idi ve Leon'un grubunun da 0 Rh(-) olduğunu biliyordu. Fiona'nın grubu 0 Rh(-) olmuştu. Oysa Justin'in kan grubu AB Rh(-) idi ve bilmediği bir gerçek vardı! AB grubu bir kişinin 0 grubu çocuğu olamazdı. Ama böylesi detaylarla uğraşamayacak kadar mutluydu Justin ve 0 grubunun kanların en asili olduğu, her gruptan doğabileceği gibi yanlış bir inanışa sahipti. Aslında hamilelik sürecinde doktoru Justin'in kan grubunu da sormuştu ve o 0 Rh(-) galiba demişti. Karşılığı olmayan ne büyük kumarlar oynamıştı. Tanrı canını almadığı için de yaşadığı sürece bu borçları ödememenin yollarını arayacaktı.

Beşinci yaş gününde Fiona'ya Prenses ünvanı verdi Justin. Uçlarında pembe kurdeleler olan at kuyruğu yapılmış sapsarı saçları, fiyonklu pembe elbisesi, tokalı beyaz ayakkabıları ve yemyeşil gözleriyle belki de o ünvandan fazlasını hak ediyordu. Tüm aile fertleri ve dostları bir aradaydı. Justin'in kayınvalidesiyle de arası düzelmişti. Fiona tüm ailenin neşe kaynağıydı ve birkaç ay sonra ilkokula başlayacağı için de herkes heyecanlıydı. Crabtree ve Rosslyn Park İlkokulları arasında bir süre kararsız kalmışlar; ama evlerine daha yakın olması nedeniyle Rosslyn Park'ı tercih etmişlerdi.

Fiona çok uslu bir çocuktu. Okula her sabah Ashley götürüyor, beş saat sonra da alıyordu. Okul arkadaşları ve öğretmeni onu çok seviyordu. Eve döndüğünde derslerini tek başına yapmaktan hoşlanıyordu. Ashley ve Justin Prenses Fiona'yı hayranlıkla izliyordu.

Bir gün Justin müthiş bir sürpriz yaptı. Fiona'ya piyano almıştı. Küçük salonlarının neredeyse üçte birini kaplamıştı; ama Fiona sevinçten havalara uçmuştu. Baba-kızı izlemeye doyamıyordu Ashley. Justin'in bu kadar mükemmel bir baba olacağına hiç ihtimal vermezdi. Justin'in şirketinden Macie haftada iki akşam onlara geliyor ve Fiona'ya bir saat piyano eğitimi veriyordu. Bazı hafta sonları daha uzun saatler çalışıyorlardı. Fiona'daki ilerleme inanılmazdı. Birinci senenin sonunda anne-babasının evlenme yıl dönümü yemeğinde komparsitayı hatasız çalmıştı.

Büyüdükçe daha çok annesine benzemeye başlamıştı. Kızını küçüklüğünden beri dikkatlice incelemek Ashley'de takıntı halini almıştı. Leon'u anımsatacak bir benzerlik, konuşma ya da tavrı mı görmek istiyordu yoksa görmekten mi korkuyordu. Bunun cevabı yoktu.

Fiona artık 11 yaşındaydı ve ona uygun bir orta öğretim kurumu seçmeliydiler. Justin ve Ashley günlerce okulları ziyaret edip, dostlarıyla, hatta çevre sakinleriyle dahi konuştular. Kızları piyanist bir prensesti ve en iyi eğitimi almalıydı. Sonunda kararlarını verdiler. Bu kararda Ashley'in rolü büyüktü. Fiona'nın yeni okulu, sadece kızlara eğitim veren NGHS evlerinden 5 km uzaklıktaydı ve Arboretum'a yakındı. Müzik eğitimine de önem veren okulun müdiresi Ms Gorham okulu büyük bir zevkle gezdirmiş ve Fiona gibi başarılı bir çocuğu aralarında görmekten mutlu olacaklarını söylemişti.

Fiona artık genç kız olmuştu. 14 yaşındaydı ve ilk erkek arkadaşı oturdukları sokağın başındaki, bahçesinde koca bir çınar ağacı olan evde oturan Barnie'ydi. İyi bir çocuktu ve annesini Ashley tanıyordu. Yine de kızına uyarılarda bulunmayı ihmal etmiyordu. O akşam da neşe içinde dönmüştü Fiona.

"Annecim, harika bir çocuk Barnie. Bak bana ne almış." diyerek, boynundaki gümüş kolyeyi göstermişti. Ucunda da BF harfleri sallanıyordu! Aslında bir an önce büyümek ve annesinin yakut kolyesini takmak istiyordu. Ashley, üniversiteye başladığında kolyeyi ona vereceğine söz vermişti.

"Yine mi su içiyorsun kızım? Akvaryuma döndün. Tamam, su faydalı; ama çoğu da zarar. Gece de duyuyorum, kaç kez tuvalete kalkıyorsun. Hadi, masayı hazırlayalım. Baban da neredeyse gelir. Bebekken onu kapıda beklerdin. Ne zaman büyüdün, anlayamadık!"

Akşam yemeğinde çorbasını bitiremedi Fiona. Midesi bulanıyordu. Banyoya gidip kusmuş, erkenden de odasına çekilmişti.

Ashley ve Justin endişeliydiler.

"Hayatım, eminim ki anne-kız konuşuyorsunuzdur; ama bu çocuklar oynaşmayı abartmış olamazlar, değil mi? Bütün bu belirtilerin anlamını düşünmek bile istemiyorum. Bir felaket olur!" demişti Justin.

"Öyle bir şey olsa ben bilirim tatlım. Yarın da izlemede kalalım da olmazsa doktora gideriz."

Karı koca o gece doğru dürüst uyuyamadılar. Fiona sık sık tuvalete kalktı. Bir keresinde de kustu.

Fiona sabah uyanamadı. Bu ilk kez oluyordu. Servis otobüsünü kaçıracaktı. Odasına gitti Ashley. Zorla uyandırdı.

"Anne, midem bulanıyor. Gözümü açacak halim yok. Kendimi çok yorgun hissediyorum." dedi.

"Fiona, sormaya korkuyorum; ama sormak zorundayım kızım. Barnie ile sınırları aşmadınız, değil mi?"

"Ne demek istiyorsun anne? Hamile miyim sanıyorsunuz, onun için mi bir garip bakıyorsunuz bana?"

"Yavrum, senin için endişeleniyoruz sadece. Sanırım, bugün okula gitmesen iyi olacak. Hadi gel, bir şeyler ye de hastaneye gidelim."

Midesi bulanıyordu ve hiçbir şey yiyemiyordu.

"Justin, Fiona iyi değil bu sabah. Okula da gidemedi. Biz üniversite hastanesine gidiyoruz. Ararım seni oradan."

Yol boyunca konuşmadılar. Fiona başını kafalığa yaslamış, gözlerini kapamıştı.

Anne-kızı dikkatle dinledikten sonra Fiona'yı muayene eden siyahi doktor, çok su içmesi, gece-gündüz sık idrara çıkması, yorgunluk ve halsizlik hissi, iştah azalması, mide bulantısı ve kusma belirtileri bize Fiona'nın böbrekleriyle ilgili bir problemi olabileceğini gösteriyor. Bir dizi kan ve idrar testleri yapmalıyız. Ve de sintigrafi çekeceğiz. Lütfen yarın sabah erkenden aç karnına gelin dedi. Zaten aç karnına geldik, bu sabah hiçbir şey yemedi demesiyle Ashley'in, Fiona'nın tetkiklerine derhal başlandı. Az sonra hastaneye gelen Justin'e sarılan Ashley gözyaşlarına mani olamadı.

"Üzülme aşkım, gencecik insanda ciddi ne sorun olabilir ki. Yaptıkları standart tahliller. Büyük ihtimalle, yediği bir şeyden virüs filan kapmıştır ve böbreküstü bezleri iltihaplanmıştır. Antibiyotik verirler ve bir hafta sonra normale döner." diyerek rahatlatmıştı Justin.

Fiona gideli 3 saati geçmişti ve huzursuzlanmaya başlamışlardı ki doktorun kendilerine doğru gelmekte olduğunu gördüler. Her ikisi de ayağa kalktılar.

"Lütfen oturun. Sizinle açık konuşacağım. Fiona'da Kronik Böbrek Yetmezliği teşhis ettik. Ne yazık ki bu hastalık son evreye kadar işaret vermez ve kendini belli etmeye başladığında da yapılacak pek bir şey kalmamıştır. Kızınızın her iki böbreği de iflas etmiş durumda ve haliyle üre, kreatinin, ürik asit değerleri çok yüksek. Şu anda hemodiyalizde. Neler olduğunu kendisine açıklamadık. Tetkiklere devam ettiğimizi sanıyor. Bu hastalığın tedavisi yok ve tek çare transplantasyon. Uygun organ bulunana kadar da haftada 3 kez diyalize girmesi gerekecek. Vereceğimiz diyet programına da harfiyen uyarsa normal yaşamına devam edebilir. Diyaliz programını da okul saatlerine göre ayarlayabiliriz."

Ashley konuşamıyordu. Gözlerinden akan yaşlar yanaklarından kucağına damlıyordu. İsyan etmek istiyordu tanrıya. O kadar da yalvarmıştı canını alması için, küçücük kızından ne istiyordu! Justin'e sarıldı. Doktor başını önüne eğdi.

"Doktor, ya uygun böbrek bulunamazsa! Diyalizle ne kadar yaşayabilir? Biz böbreklerimizi verebilir miyiz?" dedi Justin, çaresiz bir ses tonuyla!

"Evet, donörün hastanın birinci derece yakını olmasını tercih ediyoruz. Gerekli HLA ve cross-match tetkiklerini yapar, transplant'a uygunluğunuza bakarız. Gerçi doku uyumu olmaksızın da nakil yapılabiliyor artık; ama biz donör ile alıcı arasında en az altıda dört antijen uyumu olmasını tercih ediyoruz. Bu, nakil sonrası verilen bağışıklık sistemini baskılayıcı ilaçların dozuna ve faydasına önemli derecede etki ediyor. Bu ilaçların başında Prednisolon geliyor ki yan etkileri oldukça fazla. Kızınız henüz 14 yaşında. Diyalize bağlı olarak ortalama 25 yıl yaşam süresi verebiliyorken, canlıdan nakil olması halinde gelecek 35-40 yıl bir sorun yaşamayacağını umabiliriz. Bu süre kadavradan yapılan nakillerde biraz daha düşüyor. Şu anda yaşadığınız travmayı anlayabiliyorum; ama sizin moralli olmanız Fiona için de çok önemli. O'nu zor ve yıpratıcı bir süreç bekliyor ve o henüz bir yetişkin değil. Aile yaşamınızda çok köklü değişiklikler yapmanız gerekecek. Bu arada, hemodiyaliz yerine -yani bir tıp merkezinde makineye bağlanmak yerine- evde Periton Diyalizi yöntemini de seçebilirsiniz. Çocuk hastalarda -biraz da onların psikolojisi düşünülerek- tercih edilen bir yöntemdir. Portatif, küçük bir cihazdır. Yatağın baş ucuna konur ve hasta gece boyunca uyurken makineye bağlı kalır. Yani, organ nakline kadar onsuz uyuması mümkün değildir. Neyse, Fiona'nın bir saat kadar daha makineye bağlı kalması gerekiyor. Sonra gidebilirsiniz. Evde kendisine hastalığını açıkça anlatın lütfen. Yarın öğleden sonra sizi tekrar bekliyorum. Bir kez de ben konuşurum onunla. Sonra da diyet ve diyaliz programını belirleriz."

Bir süre konuşmadan boş boş baktılar etrafa. Yaşamdan dün bekledikleriyle bugün bekledikleri arasında ne derin uçurumlar vardı. Böylesine bir derdin altından nasıl kalkacaklardı. Küçük prenseslerini bu dertten nasıl kurtaracaklardı. Az sonra Fiona gülerek yanlarına geldi.

"Öff ya, kendimi deney maymunu gibi hissettim; ama enteresan bir deneyimdi benim için. Yarın yine gelecekmişiz galiba. Hadi, gidiyor muyuz. Ben acıktım da!!"

Fiona'yı iştahla yerken görmek onları çok mutlu etti. Yemekten sonra da açık açık konuştular dertlerini. Fiona yaşından beklenmeyecek kadar olgundu. Hatta bir ara, acaba anlattıklarımızı anlamadı mı diye de şüphelendiler. O gece Ashley uyuyamadı. Justin böbreğini vermeye hazır olduğu için bu sıkıntının kısa sürede biteceğinden emindi. O'nunki uymazsa Ashley'inki uyardı mutlaka. Onlar anne-babasıydı. Ama tüm bu işlemler bir seri test gerektiriyordu ve kan grupları kafaları karıştırabilirdi. Sabahın üçünde Justin'i uyandırdı. İrkilerek uyanırken, "Fiona'ya bir şey mi oldu?" dedi.

"Yok yok, az önce baktım. Mışıl mışıl uyuyor. Öncelikle şunu kabul edelim Justin: Ortada çok acil bir durum yok ve ben düşündüm de, senin böbreğini vermeni istemiyorum. Sen ailemizin babasısın ve senin her zaman tam ve sağlam olman gerekiyor. Üstelik tansiyonun da yüksek ve doku uyumu olsa bile nakle zaten izin vermeyeceklerdir. Benimkini vermeyi deneyelim. Eğer olmazsa da bir süre bekleriz. Belki kadavradan da bulunabilir. Artık dayanamayacak hale gelirsek ve hâlâ ortada bir nakil imkanı yoksa, o zaman senin verebilmen için şartları zorlarız."

Ertesi gün Dr Andrew'un karşısında dimdik oturan bir üçlü vardı. Periton Diyalizi'ne karar verdiler. Fiona'nın adı artık NHS'in organ nakli bekleyen hasta listesinde yer alıyordu. Doktor Andrew onlara bir pager verdi. Kırmızı lamba yanıp cihaz ötmeye başladığında derhal hastaneye koşacaklardı. Bu, organ bulundu demekti.

Ashley nakle uygun bir donör değildi. Altı antijenden sadece ikisi tutmuştu! Fiona annesini teselli ederken babasının neden kontrolden geçmediğini sorgulamamıştı.

Fiona'nın odasını gereksiz tüm eşyalardan arındırdılar, halıyı söktüler. İyice temizleyip, duvarları antibakteriyel boyayla yeniden boyadılar. Odanın perdesini, yatak çarşafını ve nevresimi antibakteriyel olanlarla değiştirdiler. Fiona odasına sadece yatmak için girecekti. Periton Diyalizi'nde her zaman enfeksiyon riski vardı ve temizlik çok önemliydi. Diyaliz eğitimi için hastane bir hemşire görevlendirdi. Birkaç gece onlarla kalacak, diyalize refakat edecekti. Her üçüne de set ve solüsyon torbalarının diyaliz makinesine yerleştirilmesini, Dr Andrew'ın isteğine uygun programlanmasını, makinenin Fiona'nın karnındaki katetere bağlanmasını ve sabah çıkarılmasını öğretti. Her şey yolunda gidiyordu ve neşeleri yerine gelmişti. Fiona cihaza Ms Perdy adını takmıştı. Sabah pijamasını çıkarır gibi hortumları çıkarıyor ve okuluna gidiyordu. Tek sıkıntısı, her zaman karnında duracak kateterdi. Olsundu, piyano çalmasını engellemiyordu ya. Bir süre sonra böbrekle ilgili fıkralar anlatacak kadar kanıksamışlardı dertlerini. Havanın güneşli olduğu bir hafta sonu çılgınca bir şey yapmışlar; Ms Perdy'i de alıp anneannesinin evine, Derby'e gitmişlerdi. Gülmüşler, eğlenmişlerdi; ama döndükten sonra karın zarı iltihaplanmıştı. Dr Andrew, dalga geçtikleri hastalığın ne önemli olduğunu her üçüne de bir kez daha anlatmıştı. Bir keresinde de babasıyla kartopu oynarken kateter yerinden çıkmıştı ve panik içinde hastaneye koşmuşlardı. Dr Andrew, artık size söyleyecek lâfım yok demişti !

Diyalize başlayalı iki yıl olmuştu ve hastalığı ufak gecikmeler dışında eğitimini hiç etkilememişti. GCSE sınavını da başarıyla verip mezun olmuştu. Artık üniversite öncesi iki yıl sürecek A-Seviye eğitimine hazırdı. Danışmanları da onunla aynı fikirdeydi. Üniversite eğitimini müzik üzerine yapmalıydı. Gönlünde yatan, Royal Academy of Music'e gitmekti. Ama Londra'ya taşınmaları gerekecekti. Belki de sadece annesi onunla gelecek, babası da hafta sonları koşacaktı sevgililerine. Hayali bile güzeldi ve artık akşam sohbetlerinin tek konusu Marylebone'a yakın nerede oturabilecekleriydi.

Gecenin bir yarısı, "Justin, kalk!! Bir şey ötüyor" dedi Ashley telaşla!

Aynı anda, Fiona'nın, "Annee! Babaa!" diye bağırışını duydular. Mutlaka makineye bir şey olmuştu. O alarm duymak isteyecekleri en son şeydi. Fiona'nın odasına nasıl koştuklarını bilemediler.

Öten Ms Perdy değildi. Hiç ötmeyeceğini düşündükleri pager ötüyordu!

Fiona sevinç çığlıkları atıyordu. İşte sonunda uygun böbrek bulunmuştu. Sarıldılar. Gözyaşları birbirine karıştı.

Justin hastaneyi aradı hemen. Dr Andrew da oraya gidiyordu. Kızı diyalize bağlıydı ve ne yapacağını bilemiyordu. Doktorla konuşup kendilerini arayacaklarını söylediler. 5 dk geçmemişti ki Dr Andrew aradı, "Fiona'yı makineden ayırın ve derhal hastaneye gelin." dedi.

Saat sabahın dördüydü ve bir ekip onları kapıda karşıladı. Dr Andrew ameliyathanede bekliyordu. Sedyeye yatırılan kızlarını öptüler, el sallayarak uğurladılar. Oradan sağlıklı bir insan olarak çıkacaktı.

"Justin, kızımız iyileşince gidelim bu şehirden. Mutlu olduğumuz anlarda dahi var olan hüzün boğuyor beni, nefes alamıyorum. O'nun bizden daha güçlü olduğunu gördüğüm anlarda minicik kalıyorum. Ne kadar dirayetli, kendine yetebilen bir kızımız var."

"Ee, kimin kızı o?"

"Senin ve benim Justin. Senin ve benim."

Saat yediye geliyordu. Hastanede hareketlenme başlamıştı. Ashley kucağında uyuyakalmıştı. Zaman zaman irkilerek uyanıyor sonra yine dalıyordu. Saçlarını okşadı. Karısını ve kızını ne kadar çok sevdiğini düşündü. Ashley'e söz verdiği halde, ondan gizlice test yaptırmış ve kızına böbreğini veremeyeceğini öğrenmişti. Oysa bunu ne çok isterdi. Kızıyla kanları uymuyordu! Buna doktor da bir anlam verememiş; ama yorum da yapmamıştı. 0 grubu en asil kandı ve bazen genetik zincirin mucizeleri anlaşılmazdı! Tanrının işine karışılmamalıydı! O, kızını çok seviyordu.

"Justin, Justin! N'oldu, çıktı mı?" diye telaş içinde uyandı Ashley.

"Hayır tatlım; ama neredeyse çıkar. Merak etme her şey yolunda gidecek."

Ne çok insan vardı hastanede. Sabahın köründe diş temizletmeye gelmiş olamazlardı. Bir köşede sessizce ağlayan yaşlı bir çift gördü. Yorgun gözleri yaşlı adamın sönük gözleriyle birleşti. Seksen yaşında bir insanı böylesine acıyla ağlatan ne olabilirdi.

Yeşil giysisi ve başında kepiyle kendilerine doğru gelen Dr Andrew'u zor tanıdılar.

"Son söyleyeceğimi ilk söyleyeceğim. Fiona'ya kadavradan çok başarılı bir nakil sağladık. Durumu oldukça iyi. Her ihtimale karşı bugün Yoğun Bakım Ünitesi'nde kontrol altında tutacağız. Yeni böbreği Fiona ile sıfır mismatch yani tam kan ve doku uyumu sağladı. Çok şanslı bir gününüzde olduğunuzu söyleyebilirim. Öğleden sonra da onu birkaç dakika görmenize izin verebiliriz."

Justin ve Ashley gözyaşları içinde birbirlerine sarıldılar. Andrew her ikisinin de omuzlarına dokundu, "Hadi gidip birer kahve için. Ben de Fiona'ya bakayım, sonra da biraz uyumak istiyorum." dedi.

"Bizi yeniden yaşama döndürdünüz doktor. Ömrümüz boyunca size minnettar kalacağız. Bu arada, kızımıza böbreğini verenin kim olduğunu öğrenebilirsek ailesine de teşekkür etmek isteriz. Onlar sevdiklerini kaybettiler; ama bir parçası artık kızımızda yaşayacak" derken Ashley, sesinin titremesine ve gözyaşlarına mani olmaya çalışıyordu.

"Donör, Birmingham'da trafik kazası geçiren ve beyin ölümü gerçekleşen 44 yaşında beyaz, erkek. Adı Leon Powell. Organ Bağış Kartı varmış. Birçok kişiye yeni yaşam umudu oldu. Tek böbreğini de helikopterle buraya getirdiler. Evli değilmiş. Nakil formunda annesinin adresi var. Ziyaretiniz eminim ki onu çok mutlu edecektir."

 
Toplam blog
: 462
: 1159
Kayıt tarihi
: 07.03.09
 
 

Ne güzel bloglar yazdık, ne muhteşem dostluklar kurduk; onlar kaldı baki... ..