Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Mayıs '08

 
Kategori
Aile
 

Anneler Günü var da, acaba Anne var mı?

Anneler Günü var da, acaba Anne var mı?
 

Bu satırlarda trajik bir şekilde paramparça edilmiş bir aileden kesit bulacaksınız. Yaşamın sadece doğmak, yemek-içmek, atık bırakmak, çoğalmak ve ölmek olmadığını anlamakta zorluk çeken insancıkların ibret dolu yaşamlarından bir kesit...

Senaryosunu yaşamı boyunca hiçbir şeyle doyum bulamayan bir kadının yazdığı "insanlık dramı"nın ta kendisidir bu size anlatacağım.

Kadın, yurtdışında pek çok ülkede defileler düzenlemiş ve Türkiye'yi başarıyla temsil etmiş, tanınmış modacılardan biri... Ama ne yaşını, ne de geçmişini pek çok insan bilmiyor. Kendisi bile yaşadığı yalan dünyanın rüzgarında gerçeği hatırlayamazmış. Gerçekte, geçmişle yüzleşmekten korkmayanların hafızaları da çok kuvvetlidir; hatıralara çok değer verirler. Herhalde, hafızayla insanın kişiliği arasında gizli bir bağ var.

1940’lı yıllarda güneydoğu illerimizden birinde doğup küçükken ailesiyle İzmir'e yerleşen bu kadın, Kemeraltı semtinde evde ailesiyle yaşarmış. Kız ve erkek kardeşleri varmış. Annesi öyle hain bir kadınmış ki, sofrada kendi pirzola yerken çocuklarına da kemikleri sıyırmak kalırmış... Babaları yıllar önce ölmüş. Aile fakirmiş, ama aslında ailedeki bireyler insanlık fakiriymiş…

Annesini yıllarca beddualar eden bu kadın, 1960 yıllarda, Türkan Şoray'ların, Filiz Akın'lların, Hülya Koçyiğit'lerin, Ekrem Bora'ların, Ayhan Işık'ların şöhret olmaya başladığı o zamanlarda, henüz genç kızken zengin bir evde yaşamak düşleriyle kendini kurtaracak bir koca aramıya başlamış. Ve bir gün genç, yakışıklı bir adamı kendine aşık etmiş. Aslında daha çok kendini bu şevkatli adama acındırmış. Adam, iyi bir aile çocuğu, okumuş, evine ekmek parası getiren, meziyetli ve sağlam karakterli bir insan olduğu için, bu genç kadının içinden geldiği koşulları anlayışla karşılamış; yüreğindeki sevgi ve şevkati paylaşmış onunla. Ardından kendisinden on üç-on dört yaş büyük olan bu genç adamla evlenmiş genç kadın… Orta okuldan sonra okula gitmemiş ve sadece fotoromanların düş dünyasındaki o karakterlerinın yaşamlarını okuyarak büyümüş olan bu kadın, evliliğinin ilk yıllarından itibaren, bir evliliği kaldıracak aile görgüsü ve bilinçli bir şekilde egosunu aşıp üzerine başka bireyin de sorumlulukluluğunu alma içgüdüsü ve kaldırma yetisi olmadığı için eşiyle ve ailesiyle de ters düşmeğe başlamış.

Ama bu arada bir oğulları doğmuş. Genç kadın, kendi annesinden annelik vasıflarını dolduran aile görgüsünü hiç bir zaman almadığı ve kendisinde de annelik içgüdüsü oyuncak bir bebekle oynamaktan öteye bir gidemediği için, yeni doğan çocuğuna gereken ilgiyi ne yazık ki gösterememiş… Çocuğunu daha 2-3 yaşlarındayken evde yalnız bırakıp komşuya ya da kimsenin bilmediği ama dedikodulara neden olacak yerlere gitmeye başlamış… Babasını ağlayarak işe uğurlayan ve onu sabahları bir türlü bırakmak istemeyen küçük çocuk, annesinin gençlik arzularının bitmez tükenmez doyumsuzluğunun kurbanı olmuş…

Genç kadın evkadını olduğu halde, kocası işe gidergitmez evden çıkar, akşama doğru eve gelirmiş. Tencerelerin çoğu yanarmış, eşi eve gelince de ortada ne kadın ne de yiyecek iki lokma ekmek varmış… Evinin kadını olup işinden gelen eşine ve cocuğuna güzel yemekler yapmak bir kenara, mutfak dolabındaki pirincin, tuzun ya da şekerin yerini bile bilemezmiş. O yüzden çocuğunun babası aile kültüründen gelen görgü nedeniyle yemekleri kendi yapmaya başlamış. Kadın sokaktan geldiğinde ayakkabılarını adeta fırlatırcasına ayağından çıkarır sonra da bir tekinin nerede olduğunu asla bulamazmış….Evinden, eşinden ve çocuğundan çok uzak bir dünyada kendine bir yaşam kurmuş. Evdeki huzursuzluk her geçen gün artmış. Eşinin ailesi yardım etmek istediğinde de evinde huzursuzluk çıkarırmış.

Annelik duygusu ne yazık ki, yıllardır o içinde yaşattığı fotoroman dünyasındaki zengin olma düşlerinin çok gerisinde kalmış. Kendini önce yaşadığı evden, sonra ona bütün olanaklarını elinden geldiği ölçüde - haftanın altıncı gününü de ekmek parası kazanmak için - seferber eden eşinden, ve daha da kötüsü kendi doğurduğu evladından soyutlamış. O başka bir dünyanın kadını olmuş artık. Annesinin kenar mahalledeki evinden bir koca bularak kaçıp kurtulmuştu; şimdi sıra hem memur maaşlı kocadan, hem de hırslarına ayakbağı olan çocuktan kurtulmaya gelmişti. Kadının ihmalkarlık ve sorumsuzluğu inanılmaz boyutlara ulaşmış ki, artık oturdukları mazbut semtteki komşular da kadının davranışlarına bir anlam veremez olmuşlar. Komşular genç kadını olmaması gereken yerler ve kişilerle de görmeğe başlamışlar. Hatta, henüz 3-4 yaşlarında olan çocuğunu kocaman evde yalnızbaşına bırakmaya da başlamış.

İşte, annesinin her zamanki gibi, evde olmadığı öyle günlerden birinde, küçük çocuk evlerinin karşısındaki kaldırımda oynarken hızla karşıya geçmek isterken, yokuş aşağı hızla gelen araba çocuğa çarpmış. Çocuğun küçük bedeni çarpmanın hızıyla havaya yükselip yandaki kaldırıma savrulmuş. Oynadığı plastik sarı kamyonu da kasasından ayrılmış durumda yolun kenarına düşmüş. Belinin üstüne yuvarlanan küçük çocuk bir süre yerde yatıp o ilk şoku atlattıktan sonra, bir anda etrafında büyük küçük çığlık çığlığa etrafını saran bir sürü insan görmüş. Babası işte ekmek parası kazanan, annesi de kendi düşlerinin peşinde sokak sokak gezen zavallı çocuk, koşup gelen mahallelinin de sorularına maruz kalmış. “Birşey oldu mu?” “Bir yerin acıyor mu?” “Hastaneye götürelim mi?” “Neren ağrıyor?” “Ayağa kalkabilecek misin?” gibi kolay sorulara cevap bulmuş. “Yok, hiç birşeyim yok, sadece belimin üstüne düştüğüm için biraz belim ağrıyor…” diyerek ayağa kalkmış. Ama asıl en zor soru ayaktayken gelmiş: “Yavrum senin annen-baban nerede? Sen nerede oturuyorsun bakiyim?” diye bir orta yaşlı kadın sormuş. “Evimiz şurası. Babam işe gitti; annem evde yok.”diye cevaplamış çocuk. Kadın yine sormuş “Peki nereden bulabiliriz anneni? Haber verelim hemen.” Çocuk “Bilmem ki… Ancak akşama gelir.” diye karşılık vermiş. Sonra çevresini saran insanlar dağılınca gidip kamyonun parçalarını toplamış. Sonra da küçücük cebinden kocaman sarı döküm anahtarı çıkarıp iki katlı kocaman evlerine girmiş. Annesi akşamüstü babasından hemen önce eve geldiğinde aceleyle tencereye pilav yapmak için pirinci ocağa koymuş; ama çocuğun babası işten eve geldiğinde yanarak dibi tutan pilavın kocaman bir kavganın başlangıcı olduğunu çoktan biliyormuş… Küçük çocuk annesinin babasından dayak yememesi için gözyaşları içinde odanın kapalı kapısından içeriye sesi kısılırcasına yalvarırken, dayanamayarak küçücük eliyle camı kırmış. Babası cam sesine koşmuş, evladını kucaklamış; hemen kanayan elini sarmış. Annesi ise yine dayaktan kurtulmuş… ama çocuğuna araba çarptığını hiç öğrenememiş… Böylece o olay da, çocuğun mutsuz yaşamında geçmişin hüzünlü yapraklarıyla rüzgara kapılıp gitmiş…

(Devam edecek…)

Alp İçöz
Eğitimci Yazar

Copyright©Alp Icoz 2008

JOURNALTA
The Journal of Turkish Americans

 
Toplam blog
: 52
: 1767
Kayıt tarihi
: 11.11.06
 
 

"İnsan, aslinda gönül gözüyle görmeli dünyayı. Herşey, o iç dünyanin merkez olduğu kişiliğine şek..