Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Haziran '11

 
Kategori
Kültürler
 

Aşık Kalaycı Ahmet Gürz

Aşık Kalaycı Ahmet Gürz
 

Düziçi Çitli Köyü (Alını yeri: yerelnet.org.r)


Ahmet GÜRZ ile Andırın yolunun başında bulunan Çaycı Ahmet’in çay ocağının önünde oturan Semerci Hüseyin’in yanına iliştiğimde tanıştım güneşli bir Ekim günü. Babacan tavırlı, güler yüzlü yetmişini az aşmış bir ihtiyar delikanlıydı Ahmet Ağabey. Az da olsa rahmetli babama benzerliğimden dolayı tanıdı beni. İkisi de eski arkadaşmış.  

Bugün Düziçi’nde kalaycılık yaparak geçinen tek usta olduğunu söyledi. Çünkü eski kalaycılar ya aramızdan ayrılmışlar ya da artık evlerdeki kapların kalaylanması diye bir iş olmadığı için işlerini bırakarak, başka işlere yönelmişlerdi. Ancak yine de bazı Düziçililer bakır kap kacak kullanmak alışkanlığını bir türlü bırakamamışlardı. Ahmet Bey de dükkânını kapatmış olmasına rağmen ne iş onu bırakmış ne de o eski işini bırakabilmişti. Düziçi’ndeki tek usta kendisi kalmıştı. Kalaylama yapmayı bilmek anlamında bir de ben varım, dedim. Çünkü artan kalay fiyatları yüzünden 1959’da bir gün babamın evdeki bakır kapları kalaylamak için, evin avlusunda kurmuş olduğu küçük körüklü, bol dumanlı işe ben de katılmış, az çok öğrenmiştim bu işin nasıl yapıldığını.  

Ahmet GÜRZ kalaycılık mesleğini, çarşı içinde altında oturduğumuz evinin damında kurmuş olduğu tezgâhta yapıyormuş. Çevre köylerden bile müşterileri varmış. Söz sözü açtı, söz de dönüp dolaşıp eski günlerden bugünlere geldi. İleride bir gün gelerek kendisinden hayatını dinlemek istediğimi, eskiden doldurmuş olduğu kasetlerin de birer kopyasını almak istediğimi söyleyerek ayrıldım Kalaycı Ahmet GÜRZ’den.  

Yıllardan beri ilk olarak uzunca bir süre kalmayı tasarladığım Düziçi beni yutmaya başlamıştı o günler. Düziçi ile ilgili olarak bugüne kadar yazılmamış olan gerçekçi bir kitap yazmaya kalkışmıştım. Düziçi Kaymakamı Nevzat ŞENGÖK ile kaymakamlığa bağlı birimlerin yetkililerinden aldığım hız ile çalışmalarım günden güne derinleşiyordu. Düziçi için devlet kolları sıvamış köy köy çalışıyor; sosyal yardımlaşma, örgün ve yaygın eğitim, yol, içme suyu gibi temel konular için yoğun bir çalışma yapılıyor Düziçi’nde. İnşaat kesiminde işlerin açıldığı şu günlerde ne yazık ki Düziçi’nde iş yeri azlığından binlerce Düziçili ülkemizin değişik yerlerine dağılmışlar geçim derdi yüzünden. Askerden gelen genç işsizler yanında diplomalı işsiz sayısı da yıldan yıla artıyor Düziçi’nde.  

Ayrıca Düziçi Belediye Başkanı Ökkeş NAMLI ile arkadaşlarının alt yapı çalışmaları da Düziçi için yapılacak işlerin çokluğunu ortaya koyuyordu. Bir kaç köye de giderek bazı araştırmalar yapmam gerektiğini düşündüm geçenler. Köy arabalarının tıkış tıkış olduğu eski yıllarda da gittiğim kimi köylere yine gitmek, bazı derlemeler yapmak gibi düşüncelerim var. Çünkü Düziçi köyleri halk edebiyatı yanında geleneklere bağlılık yönününden de özünü korumaktadır bugün bile. Bildiğimiz gibi araç kullanımlarını da içeren kültür değişimi, değerler ile davranışlar üzerindeki etkilerini birden gösteremez. At besleme, ağıtlar, türküler, el sanatları, yaylacılık, ev yapımı, ağaç işleri, kız alıp verme, düğünler, askerlik ve değişim gibi konuları karşılaştığım kişiler ile konuştum. Çünkü Düziçi son otuz yıldan bu yana çevre köylerden oldukça çok göç almış bulunuyor. Kentleşme sürecinde zorlanan kesim de öncelikle onlar Düziçi’nde. Bu yüzden sıcak bir ilgi gördüğüm Kalaycı Ahmet Ağabey’e iki ay kadar uğrayamadım.  

Yaklaşık iki ay sonra konuyu öğrenmiş olan emekli bir arkadaşımın uyarısı ile şeytanın bacağını kırdım: Avustralya’dan emekli, çocukluk arkadaşım Selâmi ŞERBETÇİ ile bir akşam Kalaycı Ahmet Ağabey’in evinde ağırlandık. O akşam yıllar yıllar öncesine gittik. Aziz Düziçililer halk kültürü bakımından ne kadar zengin olduğumuzu en az sizler de benim kadar bilirsiniz. Ne yazık ki bu konularda ne Düziçili yetkililer ne de Devlet gereğini yerine getirmiştir. Bu yüzden de nice değerlerimiz ya uçup gitmiş ya da yok oluşun pençesinde can çekişmektedir.  

Şimdi size kısaca, bize çağlar öncesinin sesini getiren Âşık Kalaycı Ahmet GÜRZ’ü tanıtmak istiyorum. Ahmet Ağabey eski adı Zindân olan Çitli Köyü’nde 1931 yılında üstü toprakla örtülü büyük ocaklı, çok direkli tek odalı bir evde doğmuş. Toprak yer çullarla kaplı, tavan ise mertek döşeli. Babası köyün Düldül Dağı yönünde bulunan bir mağarada kömür ve güherçileyi belirli oranlarda karıştırarak barut yaparmış. O’nu 1940’larda bir gün yardımcısı kardeşi ile birlikte kalay yaptıkları evin yakınındaki bir düğüne çağrılırlar:  

‘’Düğünlerde eğlenilecek bir şey yoktu. Davul yok, zurna yok. Düğün sahibi bir şeyler yapın da şenlenek, dedi. Orada bulunan bir arkadaşa dedim ki: Gel karı koca olalım, uyduruktan şunları güldürelim, dedim. Elbise istedim getirdiler, içeride giyindim çıktım ortaya. Yatağa uzandım; yorganın altına. Ben adamın karısı oldum. Gebeyim. Ses çıkarttım; bir ‘‘oyun çıkarttım’’ o an. Sancı çeke çeke üç çocuk doğurdum. Çevremdekiler gülüşüyor. İlk çocuğa Hıçını, ikinci çocuğa Hözünü üçüncüsüne de Helini adını verdim. … ''  

Ahmet Ağabey’de güçlü bir düş kurma yeteneği var. Belleği çok güçlü, kelimelerle oynamayı da biliyor. Bir kişi ya da olay için gerektiğinde: Ibrığın deliğinden girdirip, ağzından çıkartırım, diyor. Bir düğün gecesinde oturdukları ‘’Mertekli evde bir adamı, bir deynekle bacaklarından tutup iple mereteğe bağladım. Değrimen taşı yaptım onu, ipin ucunu bıraktıkça adam dönüyor fırıl fırıl; bu uzun oyunu istediğim gibi oynadım’’ diye anlatıyor Ahmet Ağabey. ‘’1957’de Maraş’a bağlı Alakaya (Kal’aya) köyünde ‘’kap kalaylarken’’ halay oyununa çağırdılar beni. Bilmem, dedimse de anlamadılar. Böylece düğünlerde halay çekmeye başladım. ‘’Erenlerden şifa bulduk Şükür beylerden kurtulduk Ağca cereni yitirdim Yürüyüş(ü) Aslı’ma benzer.’’  

‘’Bundan 25 -30 yıl önce bıraktım halay çekmeyi de halayda türkü söylemeyi de’’ diyor Ahmet Ağabey. ‘’Önceleri kaba diye bir oyun oynardık. Davul zurna ‘’dağlı’’ oyununa geçince türkü söylerdik ayakta; elimi kulağıma atar, bir yöne doğru bakarak söylerdim o sıra. Kerem, Elbôlu (Elbeyoğlu), Karacaoğlan söylerdik. Dadaloğlu da söylerdik. Onu söylemeden olmazdı! Ayrıca ‘’ağıt havası’’ vardı bir de.  

Gelin Övme nedir? 

Aldı Ahmet GÜRZ: Gelin öğme de bir ağıttır. Birini söyleyeyim:  

- ‘’Evlerinin önü tütün gelinim / Ganadı bütün gelinim / Gaynanan hatın gelinim / Gınan gutlu olsun / Dilin datlı olsun / Sen sefâ geldin gelinim.’’ 

- ‘’Evinizin önü hezen gelinim / Üsdünde gazan gelinim / Nişanın ozan gelinim / Gınan gutlu olsun / Dilin datlı olsun / Sen sefâ geldin gelinim.’’ 

- ‘’Geydiğin atlas gelinim / İğneler batmaz gelinim / Buna êlôlu (el oğlu) derler / Yalınız yatmaz gelinim / Gınan gutlu olsun / Dilin datlı olsun / Sen sefâ geldin gelinim.’’ 

- ‘’Suya varıp âlenme gelinim / Gonşuya varıp govlanma gelinim / Gınan gutlu olsun / Dilin datlı olsun / Sen sefâ geldin gelinim.’’ 

Gına Türküsü: 

Aldı Ahmet GÜRZ: ‘’Andırın’da Somaklı Köyü’ne gittik. Gelini Tırtatlı Köyü’nden getireceğiz. Tırtatlı’ya saman vardık biz. Kalayçı Ahmet aşşada gına yakılıyor; kızın başında, orada sen türkü söyleyeceksin, dediler. Ben gencim kadınların içinde türkü söylemekten utanıyordum; ben buralıyım onlar Andırınlı. Gitmek zorundaydım. Kızın karşısında ayaktayım. Kız da ayakta. Çevremizde kadınlar kızlar var. Kızın başında tepsinin içinde kına topakları; onların her birine de birer kibrit çöpü sokuşturulmuş duruyordu. Türküye başlayacağım zaman kadınlardan biri kibritle her bir çöpü tek tek yaktı; peşinden de kızın arkadaşları kibritleri üfleyerek söndürdüler.  

Ben ‘’gız anası, gız anası’’ diye başlayınca, kız ağladı. Oysa evin içi analıkmış; analık varmış evin içinde. Arkadaşları da ağlamaya başlıyor o sıra. Ben besteliyorum demektir bu, o an. Kimseden bellemedim. Kimden aldığımı bilmiyorum aldıysam da. Gelin ağıdı bu. Kızın yüzünde kırmızı yazma olurdu. Yüzü açık olmazdı.’’ O sıra Ahmet Ağabey; sayıştırayım mı söyleyeyim mi, diye sorunca; sayıştırırsan daha iyi olur, dedim.  

- ‘’Gız anası gız anası başında mumlar yanası / Gız gınayı yakdırmıyo gelsin gızın öz anası / Garşı dağdan göç geliyor, gürültüsü geç geliyor / Gızı anadan ayırması bir ölümden güç geliyor / Garşı dâlar firez imiş, firez dêl birez imiş / Gızı anadan ayırması ölüm dêl muradımış / Çatdılar ocak daşını, goydular düğün aşını / Gız âlatma gardaşını sil gözleriyin yaşını.’’  

- ‘’Baba gızın çok muydu, bir gız sana yük müydü, / Gırılası emmilerim hiç oğlunuz yok muyudu? / Tarlaya bosdan ekerler siyecin desde çekerler / Gurbet ele giden gızın gözüne sürme çekerler / Gız anası gız anası, çağır gelsin öz anası.’’  

- ‘’Evlerinin önü gavak, dalın gırdım ufak defek / Sanki ben de gelinm’oldum elim gına yüzüm duvak / Elimi yuduğum arklar, belimi verdiğim dutlar / İşde bindim gidiyorum, silip süpürdüğüm yurtlar / Gız anası gız anası, başında mumlar yanası.’’  

Bildiklerini derlemek konusunda kısa sürede anlaşmaya başladığımız Kalaycı Ahmet GÜRZ gerçekte benim için geçimini kalaycılık yaparak geçirmiş bir halk aşığından başka bir kişi değildi. Konuştukça birbirinden değişik konular ile anıların peşinden koşturmaya başlıyorduk. Kişiliği iyice oturmuş, nice değişimler ile törpülenerek bugünlere gelmişti. Bana göre en az beş yüz yıllık bir ses taşıyordu Düziçi’nde. Bu sesin içinde Karacaoğlan, Dadaloğlu, Deli Boran ile Elbeyoğlu vardı günümüze doğru.  

Okuma yazması yoktu ne türkü söylemede ne de ağıt yakmada ustası olmamıştı hiç. Çocukluğunda babası ile amcasının barut işinde çalışan bu ihtiyar delikanlının, doğrudan doğruya kimden esinlendiğini söylemek çok zor. Düziçi’nde ünlenmiş olan Kır İsmail, Aşık Köroğlu ile Köse Mustafa gibi büyüklerimizi çok sonraları tanımaya başlamıştı. Onun kalaycılık süreci içinde, davul zurna eşliğinde oyun oynamak, türkü çığırmak ve gerektiğinde ‘’askerlerini ayarladıktan sonra’’ kadın erkek ilişkilerindeki uçları sorgulayan bir başoyuncu idi Ahmet Ağabey.  

Ezberindeki yüzlerce Karacaoğlan deyişlerini artık unutmaya başlamıştı. Kimi ‘’gelin öğmeleri’’ de uçmaya başlamıştı, kendi deyişine göre. Biz tanıştırıldıktan sonra yeni bir istek doğmuş içinde: Unuttuklarımı, unutmadıklarımı hepsini söyleyeceğim, demiş görüşmediğimiz günlerde. Gerçekte o benim için geçimini kalaycılık yaparak geçirmiş bir halk aşığından, bir halk oyuncusundan başka bir kişi değildi. Böyle de olsa onun kalaycılık süreci içinde düğünlerde davul zurna eşliğinde oyun oynamak, türkü çığırmak ve gerektiğinde ‘’askerlerini ayarladıktan sonra’’ kadın erkek ilişkilerindeki uçları sorgulayan bir başoyuncu idi Ahmet Ağabey. Geçenler öğle sonu çantamı doldurarak, bir gün önce sözleştiğimiz gibi Kalaycı Ahmet Ağabey’e doğru yollandım.  

Elif Abla seslendi merdivenin başından: Ahmet Abi evde yokmuş, doktorun tavsiyesi gereğince yemekten sonra dolaşmaya çıkmış. Yeğenim Murat’a uğradım ayaküstü: Bilgisayarda bir şeyler ile uğraşıyordu. Şuradan buradan konuştuk. Eski bir çocukluk arkadaşım geçti geçen yıl döşenen yeni kaldırımdan dik dik basarak. Onun da saçları ağarmıştı. Günden güne de zayıflamıştı iyice. Geçenler dört yıl sonra karşılaştığımızda manken gibi olduğunu söyleyivermiştim eşinin yanında. Yaşlılık kapımızı çalmıştı tek tek. Kimimiz torun torbalanmış, kimimiz ise yaya kalmıştık. Dünya dönüyor, tarih hükmünü yazıyor, küresel ısınma yüzünden en soğuk günlerin yaşanılması gereken Düziçi yirmi dereceye yaklaşan güneş ışıkları ile pırıl pırıl bir kuraklık yaşıyordu.  

Çarşıya doğru inerken gördüm ki 1957’de içinde bir yıl okuduğumuz rahmetli Mustafa TABAKAY öğretmenimizin eski evinin önündeki portakallar savmış; çiçekleri de açmaya başlamıştı. Ben yeğenim Murat DALKIRAN'la konuşurken eski bir okul arkadaşım elinde büyükçe bir yoğurt ile evine doğru dönüyordu. Emeli olmuştu o da yılar önce. İki oğlunu da biricik kızını da evlendirmiş; torun torbaya karışmıştı. Dalgın yürüyordu. Dışarıya başımı uzattığımda seksenlik Ahmet Ağabeyin kaldırımda bana doğru, uygun adımlar ile salına salına gelmekte olduğunu gördüm. Aynı anda tespihli sağ ellerimizi başımızın üstüne kadar kaldırarak selamlaştık uzaktan. Tokalaşırken on, on beş dakika kadar dolaştıktan sonra eve çıkıp çalışalım, dedim.  

Düldül Dağına doğru yöneldiğimizde Düziçi’nin kentleşmesi yolunda ihtiyaç duyulan bir otel ile altında bir aşevi açmak isteyen emekli İlyas Bey ile tanıştırdım onu. Babalarının halası ile dayılarından dolayı kökende akraba çıktılar birbirlerine. Yolda genç yaşlı herkes güneşin tadını çıkartıyordu bence; düşünceli olanlar kadar, yüzleri gülücüklü yurttaşlarımızın arasından geçtik eski günleri konuşarak. Az ileride Düziçi’mizin ilk fotoğrafçısı Mehmet AKANSEL’in torunu Cansu ile selâmlaşarak Bağlama Çayı köprüsüne varmadan geri dönüp Ahmet Ağabey’in evine çıktık çok basamaklı dik merdivenden.  

İşleme oyalı örtülü yuvarlak masacık üzerine defterimi açıp kasetleri, yan koltukta bir yana yerleştirdikten sonra, benim gibi ak saçlı Ahmet Ağabey’e yaşlılık nedir, diye sordum. Anlatayım dinle, dedi:  

Yaşın kırk; kendinden kork. Yaşın elli; ne idiğin belli. Yaşın altmış; işin bitmiş. Yaşın yetmiş; her şey elden gitmiş. Yaşın seksen; oğluyun, kızıyın, geliniyin, karıyın yanında aklın noksan. 

Anladım ki Ahmet Ağabey peş peşe sorular sormamı istiyordu. Oysa daha önce bir soru üzerine: Dur anlatayım, diyerek geçenleri uzun uzun sıralıyordu. Onu durdurmak, arada bir sözünü kesmek zordu benim için. Dopdoluydu anıları ile. Olaylar iç içe giriyor; seçimlerden kavgalara, Maraş’taki sinema ile tiyatro dolu günlerden çocukların durumuna kadar konuşuyorduk.  

Bugün peş peşe sorayım, arada bir de sözünü keseyim, dedim içimden. Onun da neşesi yerindeydi. Bir ara: Sor bakalım, başka ne öğrenmek istiyorsun, dedi.  

- Kalaycıların piri kimdir, diye sordum o an.  

- İyi ki bunu sordun: Pirini bilmeyen kalaycı olamaz, dedi.  

Kalaycıların Piri Salman PAK imiş. Kalaycılığı o bulmuş demek ki. Her kişinin kârı değil kalaycı olmak, diye ekledi. Bu sözü ile kalaycılıktaki altmış yılı aşkın emeğini de vurgulamış oluyordu. Bu konuda bir tekerlemem var dinle, dedi:  

‘’Keklik geldi gîrmaya / Kaplan geldi hêrmeye / Her ananın kârı değil böyle yiğit doğurmaya.’’  

''Diğer meslekler gibi bizim meslek de böyle, dedi gülerek.  

- Kalaycılıkta neler değişti yaşadığınız süre içinde, bir de bunu açıklasanız Ahmet Ağabey, der demez; onun sık sık söylemiş olduğu gibi ‘’hap hap’’ (o an) ekledi:  

- ‘’Çok şey değişti. Her şey değişir de kalaycılık değişmez mi. Biz değiştik, kullandığımız her şey değişti. Önce ‘’köre’’ vardı; bildiğin deriden yapılma ağaç tutamaklı körük. Sonra ‘’Alman köresi’’ çıktı, kolundan çevirdikçe gır gır ses çıkartırdı; içinde pervanesi olan demirden körük, onunla da çalıştık yıllarca. Sonra mutfak tüpüne eklemeler yaparak körük yerine kullandım kapları kalaylamak için. Şimdi ise sanayi tüpü kullanıyorum ocakta. Altı ayı geçti bitmedi daha; gerçi iş de yok bu sıralar.’’  

- Sağlıklı olmanızı neye borçlusunuz Ahmet Ağabey, dedim.  

- ‘’Geçtiğimiz yıllarda tansiyon, şeker, kalp gibi birkaç rahatsızlığım vardı onlar geçti gitti. Yaşıma göre çok arkadaşımdan sağlıklıyım. Onlara bakarak ben çok rahatım Allah’a şükür.’’  

- Onlar neden erken çöküyor?  

- ‘’Bence bakımları iyi değil. Can boğazdan gelir, boğazdan çıkar, demiş ya atalarımız, ben buna inanırım. Evimizde yoğurt, bal, pekmez, tahin ile Dumanlı Dağı’ndan bizimki ile topladığımız bazı ot çöp hep vardır. Tahin pekmez ya da tahinli balı yemeklerden sonra ağzımı tatlılaştırmak için üç beş lokma yerim. Çörek otu yetmiş derde devadır, derler. Onu çekerek bala katar, her sabah bir kaşık yerim. Her gün dört ceviz, dört de kayısı yerim. Sütü balla içerim. Ayrıca iyice yıkadıktan sonra bir de elma yerim her sabah.’’  

Düziçi’mizin halk kültürü yolunda ilerlerken bakalım daha nice özellikler ile güzelliklerde buluşacağız.  

 
Toplam blog
: 570
: 1034
Kayıt tarihi
: 14.09.08
 
 

1974'te H.Ü. Sosyoloji ve İdare Bölümü'nü yüksek lisans tezi ile bitirdim. 1976 yılında yapımcı y..