Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Eylül '15

 
Kategori
Güncel
 

Atatürk ilkeleri hala yaşıyor mu?

Atatürk ilkeleri hala yaşıyor mu?
 

Bu milletin en büyük şanssızlığı, Atatürk'ün, ilkelerini tam olarak topluma benimsetemeden aramızdan ayrılmasıdır.


Şu sıralar, Cumhuriyetin 75.yılını kutluyoruz. Rejimimizi sağsalim 75 yaşına getiren Atatürkçülüğün ilkeleri ile ilgili düşüncelerimizi sunacağız sizlere; izninizle bu yazımızda.

Adları hepimizce malum olan bu ilkelerin – Milliyetçilik, Halkçılık, Cumhuriyetçilik, Devletçilik, Laiklik, Devrimcilik – esin kaynağı nedir? Öncelikle buna bakacağız. Her ne kadar birileri orjinallik olsun diye bu ilkeleri gökten zembille inmiş gibi göstermeye çalışsa da… Gerçek hiç de öyle değil.

Tarihten ve siyasetten azıcık anlayanlar bilirler ki, bu ilkelerin kimi – Milliyetçilik, Cumhuriyetçilik, Laiklik – 1789 Fransız; kimi de - Halkçılık, Devletçilik, devrimcilik – 1917 Sovyet Devrimi’nden; yani insanlığın ortak geçmişinden alındı. Ancak asıllarından kopyalanmak yerine, Türk toplumuna adapte edildiler.

Her konuda olduğu gibi, bu konuda da aydınlarımız üçe ayrıldı:

İlk grup, ilkeleri o günkü haliyle dondurup tabulaştırdı. İkinci grup, “postmodernlik” taslamak için ilkeleri küçümsedi, tümden reddetti, “modası geçmiş” saydı, “fosilleşmekle” suçladı. Üçüncü grupsa, – ki biz de bu gruptanız – ne “tabulaşmış devrimler“ ne “fosilleşmiş ilkeler“ tanımına itibar etti. Bu grup, ilkeleri “kendi içinde esnekliği olan, zamanın akışına göre sürekli değişip gelişen“ diye niteledi.

Birinci grup, geçmişe takılıp kalmış; ikinci grup, dünü bugünün koşulları içinde yargılamış ve yanılmıştır. Doğru tavır, olayları zamanın ruhuna uygun şekilde değerlendirmektir.

Şimdi de izninizle bu ilkelerin dününe ve bugününe tarih bilminin penceresinden bakmaya çalışacağız.

Sömürge imparatorluklarının birer birer parçalandığı, ulusların kendi kimliğini aradığı bir dünyada, tabii ki Milliyetçi olunacaktı. Ümmetin kulu olan bireyler, ancak milli bir devletin özgür kişileri olabilirdi. ( O günün dünyasında ) Din yerine Milliyet esasına dayanabilirdi. Bu devletin sınırları,“Misak-ı Milli“ olarak tanımlanmıştı.

Günümüzde sınırlar kalkıp, yeryüzü yerel ve evrensel bir bütünleşmeye doludizgin koşarken, doğaldır ki, o zamanın Milliyetçiliği yaya kalır. Bu ilke, günün koşulları dikkate alınarak tekrar tanımlanmalıdır.

 Devlet elbette halka dayanacaktı. Halk, yeni yeni millet olmaya alışırken, sınıflara bölünme tehlikesi yaşamamalıydı. Artık Halkçılık; “toplumun yaşamın her alanında tatmin edilmesi” diye açıklanabilir.

620 yıllık güçlü rejimi yıkan, yeni bir devletin vatandaşları; tabii ki Cumhuriyetçi olacaktı. Bunu daha çok, “rejimin korunup kollanmaya çalışılması” diye algılayabiliriz. 2000’lerin Türkiye’siyse, bu kavrama “demokrasi, insan hakları, adalet önünde eşitlik” gibi kavramları köklü biçimde yerleştirmelidir.

Yeni kurulan devlet, ancak halkının bağlılığı ve desteğiyle ayakta kalabilirdi. Sermayesiz bir milletin devleti, elbette ekonomiye müdahil olacaktı. O zamanın yöneticileri, her şeye rağmen ekonomiye tamamen el koymamış, özel teşebbüsü destekleyen karma ekonomi programı uygulamıştır.

Bugün KİT’ler özelleştirilip, devlet küçültülebilir. Kamu yönetimi, sosyal hizmet ve sorumluluklarıyla sınırlandırılabilir. Acaba bu, o günlerde gerçekten mümkün müydü? Ya da mümkün olabilir miydi?

İnsanları kulluktan bireyliğe, devleti gökyüzü kanunlarından yeryüzü yasalarına geçirirken, tabii ki Laik olunacaktı. Günümüzde, malum çevreler, Laikliği istismar edip, dini siyasete alet etseler de; tutarlı olan, Laikliği gerçek anlamıyla hayata geçirmektir.

Yani: 1) Dinle devlet işleri ayrılmalı 2) Ne devlet ne birey; kimse kimsenin dini inancına, vicdan hürriyetine karışıp müdahale etmemeli; kamu, her inancın özgürce yerine getirilmesi adına üzerine düşeni yapmalıdır. Bu bağlamda, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yapısı gözden geçirilmeli, bu kurum ya lağvedilmeli ya tüm toplum kesimlerinin beklenti ve taleplerine uygun bir yapıya kavuşturulmalıdır.

Devletle millet, elbette ki kendisini ayakta tutan devrimleri sahiplenecekti, devrimci olacaktı. Ancak tabii ki onları tabulaştırmayacak, yaşanan sürece uygun biçimde ilkelerin ruhunu sürekli yenileyecekti.

Kanımızca, bu ilkeler, özellikle Mustafa Kemal Atatürk hayattayken, yani 1923 – 1938 döneminde – o zamanın şartları içinde – olabilecek en iyi şekilde uygulandı.

Biz böyle düşünüyoruz. Herkesin düşüncesi kendine…

YAZARIN NOTU: 1998’de İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi dergisinde yayınlansın diye yazdıklarım, neredeyse 20 yıl sonra, bugün bile geçerliliğini neredeyse aynen koruyorsa; vay halimize! Demek ki bu konularda bir arpa boyu yol alamamışız! Yazıklar olsun bize!

 

Not: Yazıda kullanılan görsel internetten alınmıştır.

 

 

 
Toplam blog
: 1349
: 1777
Kayıt tarihi
: 30.01.11
 
 

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler veTanıtım, A.Ö.F. Adalet Yüksek Meslek ..