Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Ocak '09

 
Kategori
Eğitim
 

Ateşte Yeşerdim

Yazarı: Halit Ertuğrul


Adıyaman Besni ilçesinde doğdu. Gazi Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi ve Denetim Anabilim Dalı’ndan mezun oldu.


Sakarya Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü’nde doktora çalışmasını tamamladı. Yurdun çeşitli yerlerinde İlkokul öğretmenliği, okul müdürlüğü, Milli Eğitim Şube Müdürlüğü ve Milli Eğitim Müdürlüğü görevlerinde bulundu. Milli Eğitim Bakanlığı merkez teşkilatına geçerek, Kurul Uzmanı ve Bakan Danışmanı olarak çalıştı.


Çeşitli üniversitelerde yöneticilik ve öğretim üyeliği yapan Dr. Halit Ertuğrul, yurt içi ve yurt dışında çeşitli bilimsel ve kültürel faaliyetlere katıldı.


Bugüne kadar yaptığı çalışmalardan dolayı çok sayıda ödül alan yazar, ayrıca yılın öğretmeni seçildi.


Çok sayıda makale ve elliden fazla kitabı yayınlanan yazar evli ve iki çocuk babasıdır.


Eserin Özeti:


Hüzünlü bir çocukluk dönemi geçirdi Arif. Kendisi daha bir yaşındayken babası evi terk etti. Dedesi de, annesini daha bir yaşındaki bebekle evinden kovdu. Annesi adına münhasır Melek gibi bir insandı. Bütün bu yapılanlara sabrediyor ve oğlu Arif’e bakmaya, onu büyütmeye çalışıyordu. Komşularının tarlalarında çalışıyor ve geçimini de buradan sağlıyordu. Tek odalı, nemli ve soğuk bir evde yaşıyordu. Bu olumsuz şartlar sebebiyle birkaç yıl içerisinde Melek Hanım’da böbrek yetmezliği başladı. Hastalığı sebebiyle de çalışamaz duruma gelmişti. Artık komşularından gelenlerle, yani yardımlarla yaşamlarını sürdürmeye başladılar.


Arif büyüdü okul çağına geldi ama imkanların yetersizliğinden dolayı okula başlayamadı. Arif okumayı o kadar çok istiyordu istemesine ama onun için bir çanta, bir okul önlüğü, bir kalem ve bir defter ne kadar erişilmezdi.


Bütün arkadaşları okula gitmişlerdi. Arif onları uzaktan özlemle izliyordu. Okulların başlamasından birkaç hafta sonra kasabaya gelen bir okul müdürü, okula gönderilmeyen çocukların aileleriyle görüşerek onları okula yazdırdı. Bu çocukların içinde Arif de vardı. Okul müdürü Arif’in, kitap, defter ve çanta ihtiyacını karşıladı.


Arif her gün evinden çıkıp büyük bir istekle okula gidiyordu. Dersleri büyük bir dikkatle dinliyordu. Öğretmeni onu en çalışkan öğrenci olarak görüyordu. Bu da Arif’e umut oluyordu. Akşamları okuldan dönüp eve geldiğinde yaşadıklarını hasta yatağındaki annesine anlatır onu da böyle güzel haberlerle sevindirirdi. Lambalarında gaz az olduğu için Arif ödevlerini okuldan gelir gelmez hemen yapıyordu. Karanlıkta lambayı yakıp gazı tüketmek istemiyordu.


Bir gün müthiş bir kar fırtınası başladı. Onun ise ayakları çorapsız, eski ve büyük bir ayakkabı ayağında, üzerinde de ince yazlık bir gömlek… Çantasını kucağına alıp o halde okula gidiyordu. Fırtına gittikçe şiddetlendi, okulun bahçesine zor girdi Arif. Ama artık soğuktan elleri ayakları uyuşmuştu. Ayakkabılarının ayağından çıktığını üşümenin şiddetinden hissedememişti. Kanını donduran soğuktan bir adım bile atamadı ve mecalsiz bedeni okulun bahçesine yığıldı. Bütün vücudu kaskatı oldu ve yavaş yavaş canı çekilmeye başladı. Bir anda gözleri perdelendi. Son hatırladığı beyaz bir kar cehennemiydi.


Gözlerini açtığında, sınıfta öğretmeninin kucağında yatıyordu. Vücuduna can gelirken ellerinde ve ayaklarında dayanılmaz bir sızı başlamıştı. Sanki bıçakla doğruyorlardı.


“Korkma çocuğum, ” diye gözlerinden yaşlar akıtıyordu öğretmeni. “Soğuktan büzüşen damarların açıldı, kan akışı başladı, bunun için acı hissediyorsun, ” dedi, şefkat dolu bir yüreğe sahip olan o engin insan.


Arif’i sınıfta sobanın başında bıraktı ve ortalardan kayboldu. Aradan bir saat geçti ve ellerinde poşetle geri döndü. Kendisi de iki çocuk babası olan öğretmeni, onun bu halini görünce gidip ona pantolon, ceket, gömlek, ayakkabı ve diğer bazı ihtiyaçlarını almıştı.


O gün Arif’in bayramıydı. Artık hem okul müdürü hem de öğretmeni Feyzi Bey kendi imkanlarıyla Arif’e destek oluyorlardı. İkinci el kitap, defter, silgi, kalem, çanta ne bulurlarsa ona veriyorlar, bu şekilde ona okula devam etme imkanı sağlıyorlardı. Bu içten ve gönülden destek, Feyzi Bey’i Arif’in yüreğinde o kadar büyütmüştü ki, “Keşke benim babam olsaydı, ” diye içinden geçirirdi hep.


İlkokul beşinci sınıfa geldiğinde, bir ekmek, bir de annesine ilaç derdi sarmıştı onu. Arkadaşlarının umurunda olmayan dünya, onun için çok erken sırtına kaldırılmaz bir yük indirmişti. İlaç ve ekmek…


Akşam eve gidince bir lokma yiyecek, annesinin acılarını dindirecek bir ilaç o kadar değerli ve o kadar önemliydi ki onun için.


Öğretmeninin yardımıyla bir fırında iş bulmuştu. Sabah üçte kalkıp fırına gidiyor orada çalışıyor bunun karşılığında on simit alıyor onları da okulun önünde satıyor ekmek ve ilaç parasını çıkarıyordu. Hem fırıncının hem de Feyzi öğretmenin desteğiyle o kış ekmeksiz kalmamışlardı.


İlkokul bitmişti ve Arif’in hayatını karartan bir gelişme oldu. Okul müdürü emekliye ayrılıp şehre göçtü. Feyzi öğretmenin de başka bir yere tayini çıktı. Arif’i, Feyzi öğretmeninden ayırmışlardı.


Okulların açılma zamanı gelmişti. İlkokuldan sonra ortaokula gitmeyi çok istemişti ama olmadı. Üç yıl köyün koyunlarına çobanlık yaptı. Bir gün bir mektup geldi Feyzi öğretmeninden.


“ Okumayıp çobanlık yaptığını öğrendim. Sen mutlaka okumalısın Arif. Yeteneğini koyunlar ardında heder etmemelisin. Şehre git, kendinize küçük bir ev bul. Simit satıp, ayakkabı boyacılığı yapıp evin kirasını ödersin. Okul için de yöneticiler yardım eder. Bunu dene; senin başaracağına inanıyorum.”


Bu fikir beynine şimşek gibi girmişti. Annesini zorladı ve şehre taşındı. Kayıt olmak için okula gitti. Müdür elinden bir şey gelmeyeceğini yardım edemeyeceğini söyledi. Arif’in dünyası yıkılmıştı. Müdüre “ Ne olur bana yardım edin, ben okumak istiyorum, ” diye yalvardı. Müdür, okuma uğruna kendini helak ettiğini görünce, daha fazla dayanamadı.


“İçime ateş düşürdün oğlum. Benim de üç evladım var. Ay sonunu zor çıkarıyoruz ama şimdiye kadar acımızdan ölmedik. Sana yardım etmekle de rızkımız bereketlenir. Seni okula alıyorum ve bundan sonra yalnız müdürün değil manevi baban da olmaya çalışacağım.”


Bu sözler ölmüş bir insanın yeniden dirilişi, kuru bir ağacın hayat bulması gibi bir şeydi. Müdür Bey, ona bir boya sandığı alacak, öğlene kadar okulun önünde ayakkabı boyayacak, öğleden sonra da okula gidecekti.


Kucağında çantası, elinde boya sandığı okula başladığında dünyanın en mutlu insanı olarak hissediyordu kendisini. Sınıfa ilk adım attığında Fevzi Öğretmen’inin nasihatini hatırladı. “ Yalnız sınıfın değil, okulun da en çalışkanı olmalısın Arif. Yoksa annenle birlikte ömür boyu ayaklar altında ezilmeye devam edersin. Senin başarmaktan başka çaren yok. Ya başaracaksın ya da başaracaksın!” demişti.


Okul derslerine öyle bir istek ve hızla başlamıştı ki adeta konuları su gibi içiyor ve ödevlerini de en iyi şekilde yerine getiriyordu.


Okul açılalı bir ay geçmesine rağmen bazı ihtiyaçlarını temin edememişti. Özellikle de resim ve müzik öğretmeninin istedikleri çok pahalı gereçler olduğu için alamamıştı.


Bir bayan müzik öğretmeni mandolin istiyordu. Onun alacak parası yoktu. Haftalar geçmesine rağmen Arif’in mandolin almaması müzik hocasını çok sinirlendirmişti. Azarladı, hakaret etti bunlar yetmezmiş gibi bir de uzun tırnaklarını kulağına bastırarak kulağı kesilinceye kadar sıktı. Bir de ensesine öyle bir tokat attı ki Arif’in gözleri karardı bir anda. Mandolini olmadan derse gelirse sınıfa almayacağını ve dersten bırakacağını söyledi ve hızla sınıfı terk etti. O yediği dayağa değil, düştüğü aşağılayıcı duruma kahroluyordu.


Ayakkabı boyacılığıyla beraber, fırında da çalışmaya başlayarak mandolin alacak parayı biriktirdi.

Her sabah öğretmenler sınıfa geldiklerinde temizlik yoklamaları yaparlar, el ve tırnak temizliğine bakarlardı.


Okula yeni gelen Fen Bilgisi Öğretmeni, ilk derste temizlik yoklaması yapıyordu. Arif boyacılık yaptığı için ellerinin üstü, tırnaklarının arası suyla kolayca çıkmayan, simsiyah boya ve cila kalıntılarıyla doluydu. Bu yüzden kirli bir el görünümüne sahipti. Sıranın üstündeki bu kirli eli gören öğretmeni şaşkınlık dolu bir çığlık attı ve elini yumruk yaparak Arif’in kafasına vurdu. Bu darbenin etkisiyle alnını sıraya vurdu ve alnı yarıldı. Kanlar akmaya başladı. Dersten çıkışta sessiz sessiz bir köşede ağladı, Arif. Neden öğretmenleri anlayışlı değildi. Neden sebebini sormadan şiddete başvuruyorlardı.


Akşam eve gittiğinde bu olayın etkisiyle iki sayfalık bir yazı yazdı. İlk yazısını böyle kaleme almıştı Arif. Daha sonra bu yazısını ortaokullar arasındaki anı yarışmasına gönderdi ve birinci oldu. Ödülünü ilçenin kaymakamından alacaktı. Kaymakam para ödülünü verirken sordu:


-Bu parayla ne yapacaksın? Nerede harcayacaksın?


Hiç düşünmeden cevap verdi:


-Anneme ilaç alacağım, artarsa kendime bir pantolon bir ayakkabı alacağım.


-Kaymakam şaşırdı bu cevaba. Senin kimsen yok mu diye sordu. Okul müdürü araya girerek

Arif’in durumunu özetledi. Kaymakam Bey yanındakilere emir verdi. Arif’in bütün ihtiyaçları karşılandı. Annesine de ilaç alındı.


Üç yıl geçti ve Arif parasız yatılı İlköğretmen Okulu Sınavına girdi. Sınavı kazanan Arif dört yıl sonra okulu birincilikle bitirdi. Okulu birincilikle bitirenleri İzmir’e geziye götürdüler. Bu gezi esnasında çok sevdiği, ona ışık tutan Fevzi öğretmeniyle karşılaştı. Fevzi Bey Arif’in öğretmen olmasına çok sevindi. Arif o anda hayatın en önemli kurallarından birini idrak etti:


Bir insanın geride bıraktığı en büyük miras, masum bir insanın gönlüne girip ona hayat direnci kazandırmaktır.


Arif’in tayini Anadolu’nun uzak bir ilinin sarp ve yalçın dağlarla çevrili küçük bir ilçesine bağlı, bir avuç insandan oluşan mütevazi bir köyüne çıkmıştı. Tozlu yollar, yalçın dağlar, korku saçan dereler ve gariban çocuklar onu bekliyordu. Tayini çıkar çıkmaz görev yerine gitti, kaybedecek vakti yoktu; çünkü yapılacak çok iş vardı.


Bir ahırı sınıf yapmakla işe başladı. Hiç okuma yazma bilmeyen köylüye, bunun önemini anlattı aylarca. Onlarla sıkı bir yakınlığa geçebilmek için önemli zamanlarda yanlarında bulundu. Sünnetlerde, düğünlerde, cenazede, camide… Tarlalarda kazma salladı ve köylüye kendini sevdirdi. O yıl yirmi yedi öğrenciyi okula kaydetti. O yılın sonunda yirmi öğrenci okuma ve yazmayı öğrendi. Onlar Yamaç Başı Köyü’nün ilk okur-yazarları olarak tarihe geçtiler.


Bir gün Arif Bey, memleketinde eşine emanet ettiği annesinden bir telgraf aldı. Eşi erken doğum yapmıştı ve çocuğunun da eşinin de durumu kritikti. Bir karar vermeliydi Arif. Ya öğrencileri tam da derslerin yoğunlaştığı bu günlerde öğretmensiz bırakacak ya da eşini ve yeni doğan oğlunu belki de bir daha hiç göremeyecekti.

Sabah kararını verdi. Kırık aynanın karşısına geçti, nemlenen gözlerini sildi ve elbisesini giyip tek odalı evinin önüne çıktı. Az ilerde, toprak okulun önünde toplanmış öğrencilerine doğru yürüdü. “Tek çocuğa karşı yirmi yedi çocuk, ” dedi. Evlat hasretinin içini yakışına katlanabilirdi ama bunca öğrencinin vicdan azabına asla. Yirmi yedi çocuk da onun çocuğuydu. Bir çocuk uğruna onları terk edemezdi.


Aradan iki yıl geçti ve bu güzel köyden ayrılma vakti geldi. Tüm köylü meydanda toplanarak, Arif’i öz evlatları gibi uğurladı.


Arif’in tayini Ankara’ya çıktı. Birkaç yıl öğretmenlik yaptı. Daha sonra da Bakan Müşaviri oldu. Bir taraftan da kitap yazmaya başladı. Günümüzde de yazarlığa devam etmektedir.

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..