Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Şubat '20

 
Kategori
Öykü
 

Avlusunda Bir Delice

Rüyamda görsem “hayırdır,” derdim. Şimdi bu kasaba, bu ev, bu avlu, şu dibini kazıp çukur açtığım ağaç mı yazgımız? Neye karşılık? Ne sen sor, ne ben söyleyeyim. Ya da dur, dinle! Bizimkileri buraya getirmeden delicenin gölgesine nasıl geldiğimi ilk ve son kez anlatayım. Bir daha da sakın deşme yaramı. Sonra biz, geriye kalanlar, sanki hiçbir şey olmamış gibi senin de yardımınla bir yerinden tutunuverelim hayata.

Ne oldu da böyle oldu bilmem ki? Kimseye bir fenalığımız mı dokundu? Adalıyız, bildin mi sen bizi? Hem ada dediğim burnunun dibi. Şu azgının öteki yakası. Sabah yola çıksak öğlene oradayız. Senin buralarda kahve pişirseler kokusunu adamızdan duyarız. Ne dedim ben şimdi? Hep ağız alışkanlığı. Sanki ada kaldı da. Eskidendi o. Bak halimize, sersefil iki kadın, dört çocuk, hem de deniz aşırı. Ne yapalım, seninle de bu şekilde karşılaşmak varmış.

Yola çıkalı dün bir bu gün iki, eninde sonunda sızımız da dinecek elbet. Bunca acımız olmasa daha kolay alışırdık belki. O zaman Ege’nin fırtınaları bile vız gelirdi bize. Nasılsa yabancı değildik hoyratlığına. Ama bu seferki dayanılmaz. Meğer bu deniz, zalim olmuş, da haberimiz yokmuş. İçten içe her şeyi keskin bıçak misali ayrıştırır dururmuş sinsi. Kurbanlık oğullar, kızlar istermiş de doymazmış. Vere vere can bırakmadı bizde, gelene dek ne biri ne ikisi.

Yok, gerçek değil, olsa olsa sabah ezanıyla bitiverecek bir kâbus. Az sonra adamızda, kendi evimde uyanacağım. Erim yol yorgunu, seferden yeni dönmüş. Rahat uyusun diye sessizce kalkacağım yanından. Ya çocuklarım? Son kestimin babasını ilk görüşü. Uyanmış da benim küçüğüm nasıl da bakarmış anasına şimbil şimbil. En büyüğümle, ortancam yer minderinde başlı ayaklı sızıvermiş. Kuşluk vakti cezveyi mangala sürerken “Oh, çok şükür! Gördüğüm düşmüş,” diye aklımdan geçireceğim. Derken gün kavuşmaya yüz tutmadan bu karabasan da öncekiler gibi silinip gidecek usumdan.Vay kara bahtım kör talihim! Neler söylerim böyle? Elimde kala kala ikisi mi şimdi? Bir de kardeşçiğimle onun iki yetimi. Başka kimsemiz kalmadı mı şu fani dünyada? Düne kadar küçüğüm de… Dün? Kayıp gidiverdi her şeyle birlikte. Ne elde kaldı ne avuçta.

Suyun öte yanındayken gelinlik kızlara çeyiz, yeni doğmuş bebelere yorgan yüzü yamardım. Bilemezsin ne zor iştir. Öyle sandığın gibi değil kırkyama. Hanım dilendi bey beğendi derler ya desinler. Umurumda mı? Hiç kimseden dilenmedim ömrümce. Erim kaptandı. Yıllar yılı denizler aşırı gönderdim de ne ondan ne de başkasından bir şeycik istemedim. Hep işime gücüme, çoluğuma çoğuma baktım, kendi yağımla kavrulup durdum bugüne kadar.

Denizci adamın yolunu gözlemek kolay değildir. Oyalanacak işin yoksa fena. Hele hava bozdu mu, kuş olup kanatlanıveresin gelir. Sevdiğinin hali nicedir görmek, bilmek istersin ya nafile. Elin kolun bağlıdır. Sabırla bekleyeceksin. Başka da yol yoktur. Ben de elinin değdiği, kokusunun sindiği diyerek dokuma artıklarıyla avunur, içimden geldiği gibi birbirine ekleyip dururdum. Akşamları çocuklarımı yatır yatırmaz pencere kenarındaki sedire kurulur, elimi “Ya kısmet,” diyerek parça bohçama daldırırdım. “En iyisi bukağıdır,” derdim. Çıkarsa ne alâ, aile birliğine delâlet ya da koç boynuzu, o zaman da erimin işleri yolunda. Misal, kuş mu denk geldi, rengi ak paksa ister bülbül, ister kartal olsun; bunlar hep iyiydi. Ama ya karaysa ya kargaysa hele hele baykuşsa. İçim kararır da kararırdı. Kırkyama deyip de geçmeyesin sakın a benim canım. Bezin dokusu tutmadı mı beş para etmez, at gitsin. Sonra renkler de birbirine sevdalanmalı. Yoksa öl allah kimseciklere beğendiremezsin. Bir de dedim ya illaki şekiller… Bunlar da tastamam olunca artık söze ne hacet. Yüreciğinde ne varsa ayan beyan döküverirsin ortaya. Sevdiğine, sevmediğine, dostuna, düşmanına; sen sussan da o durmaz konuşur. İyice bak şimdi küçücüğümü sardığım şu yorganın yüzüne. Bak ki göresin, tanıyasın kendini. Her bir parçası senden. Senin tezgahlarında dokunmuştur.

Son seferindeydi erim. Akşam yemeğinden sonra parça bohçama daldırdım elimi. “Gele gele kara karga, kim koymuş bunu,” deyip atıverdim mangala. Karga alevler arasında yiterken içim ürperdi. Ardından besmele çekip bir daha daldırdım. Baktım bu sefer de baykuş. Kapattım bohçamı. Aldım makası, baykuş yok oluncaya kadar lime lime doğradım bezi. Derken sedirin üstünde öyle bir içim geçmiş ki sorma. Düş görüyorum ama “Nasılsa uyanınca bitecek,” diyorum. Güya seferden dönmüş benimki. Hiç konuşmuyor. Doğruca arka odaya gidiyor, yüklükten yorganını indirip yer yatağının üzerinde bir güzel dürüyor. Ardından yorgancığının yamasından kestiği parçayı heybesine iliştiriyor. Üzerine rahatlık çöküyor sanki. Her zaman az konuşan adamın birden bire dili çözülüveriyor. “A kadınım, gidiyorum ben. Allah’a emanet olasınız, evlatlarıma gözün gibi bakasın. Suyun ötesinde siz gelene dek beklerim, meraklanma sen,” diyerek güneşin doğduğu tarafı işaret ediyor. “Bu küçük parçacığa da adımı işlemeyi unutmayasın sakın, uğurdur,” diye tembihliyor. Heybeyi kucağıma koyup limana doğru yürüyor. Sesleniyorum ardı sıra, “Ağzından yel alsın, nasıl lâkırdı bunlar,” diye, duymuyor. Makasın tahta döşemeye düşmesiyle silkelenerek açtım gözümü. “Hayırdır inşallah, gündüz niyetine,” deyip avluya koştum. Tulumbadan oluk oluk akan suya bir bir deyiverdim. Her karanlık düşün ardından böyle rahatlardım ya bu seferki bana mısın demedi.

Sevdiğimi toprağına verdiklerinde… Ben uzaklarda, habersiz kalınca… Nereden bileyim ki daha seni,. “Karşıda,” derlerken; demek buraları tarif etmişler. İzmir’in limanında, konsolosluğun önünde, yelkenlisine binerken… Top top dokumalar saçılıvermiş dört yana. Bütün bu olanlar yüzünden seni suçlayacak değilim tabii. Dertleşelim diye ben, öylesine…

“Eninde sonunda bizi de Anadolu’ya gönderecekler,” diye söylentilerin çıktığı günlerdi. Nicedir huzurumuz da kalmamıştı. Midilli’de, ulu zeytini devşirirken geldi haberciği. Sancım tutuverdi ansızın. Aldı beni bir sıtma. Zangır zangır titredim. Şu gördüğün kırkyama yorgancığı örtüverdiler üzerime. Sonra bir avaz ki sorma, hep bir ağızdan bütün zeytinliklerle bilcümle mahlûkat. Gayrisini anlatmaya ne benim gücüm yeter ne de senin yüreciğin dinlemeye.

Kendime geldiğimde acımı bir kenara koydum. Anladım ki işin şakası yok. Gideceğiz. Ne olur ne olmazdı, oğulcuğum dönünce bulsun diye altında doğurduğum zeytine işaret koydum. Biz ne düşünürüz, rabbim ne eyler? Nasip işte. Yetimime babasının adını koyayım dedim, Allah biliyor ya rüyaların tersi çıkar diye vazgeçtim. Ah bilemedim ki, bir bir dedikleri çıktı. Seneyi buldu bulmadı adamızdan kopuşumuz.

Bu sabah Gülcemal bizi alacakaranlıkta kıyına silkelediğinde yığın yığındık güvertesinde. Bütün gün geri döner diye umduk. Kuma vuran gölgelerimiz uzadığında anladık ki beklemek boşuna. Yine de dilimiz varmıyordu söylemeye. “Bu akşamı burada geçirelim de sabaha Allah kerim. Çok şükür, vatanımızdayız, bir çare bulunur nasılsa,” diyordu yaşlılar. Bunu ben de bilirdim bilmesine ya “Bundan gayri acep Midilli ne ola ki bize,” diye bir soru da döner dururdu zihnimde.

Hep ben konuşurum, sen ne susup durursun öyle? “Ben Anadolu, güneşin doğduğu yer,” deyip göz kırpardın hanidir. Gözün aydın olsun, al işte, buradayız, basasın bizi de bağrına.

Yüreğime su serpesin. “Anayım ben de, merak etmeyesin, İzmir’imdekini nasıl bağrıma bastıysam bunu da…” diyesin. De bir şeyler işte! Yeter ki susma gözünü sevdiğim. Hiç balıklara yem eder miydim evlatçığımı? Sıska bedeni kollarımda gevşediğinde… Yüzünü açamadım, bastırdım tekrar sineme. Toprağına ayak basar basmaz ilk işim ufacığıma yer bulmak olsun demiştim ya inince bir türlü razı edemedim gönlümü. Göster merhametini de bırakayım şimdi koynumdan usulca seninkine. Bu zeytinin altına, kimsecikler görmeden ha? Bilmezler nasılsa daha. Ne kardeşim ne de çocuklar. Gemide feryat figan edip açık etmesinler diye. İlk sana... Taşıyamıyorum gayri, yüküm ağır. Senin gönlün ganiymiş derler, nicelerini saklarmışsın bağrında. Üstelik bire bin verirmişsin öyle mi? Dedikleri doğruysa içimi ferah tutayım, hiç gam tasa etmeyeyim.

Şimdi vaktim dar, eğleme beni Anadolu! Bizimkileri oğul uşak kumsalda bıraktım. Kardeşime “Gideyim de şu yetimciğimi emzirecek bir ağaç gölgesi bulayım,” derken kendime bile yabancıydı sesim. Yüzüm, gözüm kan ter içindeydi. Başkası olsa içime çökmüş acıyı hemen anlardı. Saf kardeşçiğim, sersem sepelek baktı yüzüme. Yakında kokusu çıkardı nasılsa. Çaresizce koşar adım uzaklaştım yanlarından. Ayvalık’ının bilmece gibi sokaklarına daldım. Daracık dehlizlerden, dere boylarından geçtim, yokuşlara sardım kendimi, kimseciklere görünmeden.

Elim kolum dermansız kaldı, halimi görmez misin? “Şuncacık çocuk, kaç okka?” diyeceksen hiç konuşma. Canım burnumdayken ne ağzımdan çıkanı bilirim, ne de hatır gönül sayarım. Acım içimde yürüdükçe, kucağımdaki ağırlaşır durur kat be kat. Artık işimi kırkyamaya da bırakmam bilesin. Ağzım dilim çözülmüş, yılan kavidir dilim. Hem bundan böyle esirgemeyeceğim sözlerim de zehir zemberektir.

Fazlasını değil, hakkımı isterim. Daha toprağına ayak basamadan, ne çok can verdim. Birincisini geçen bağbozumunda İzmir’inde, ikincisini de seneyi devriyesinde onun, Ege’nin denizinde. Artık cömertlik sırası sendedir, göster büyüklüğünü. Merak etme, almadan vermenin Allah’a mahsus olduğunu biz de biliriz. “Hasadın bereketli olsun kadın, sen sıranı savdın. Bundan böyle korkmayasın hiç. Geriye kalan masumcuklarının ekmeği benden,” demek yakışmaz mı şanına?

Ayvalık sokaklarında evler bomboş, kapılar sere serpeydi. Benimse hiçbirinde gözüm yoktu. Başımızı sokacak kadar dam, avlusunda da bir zeytin olsa yetişirdi. Yok, sandığın gibi keyif ehli değildim. Acelem vardı. Acı yüreğimde kıvamlanırken, koynumda soğuyordu masumum. Ne en görkemlisini istedim ne de heybetlisini. Bana en iyisi, kimseciklerin beğenmeyeceği, önünden geçerken “Bu benim olsun,” demeyeceği bir viraneydi. “Hah işte,” dedim burayı görünce. “Şu tepeciğin yamacındaki, rüzgârın usul usul başını okşadığı delicenin gölgesindeki ev tam bize göre.”

Şimdi usulca bırakıyorum emanetimi. Bundan sonra elim de gözüm de şu delicenin üstünde olacak bilesin. Şimdilik bana müsaade. Daha kumsala inip bizimkileri getireceğim. “Ah kardeşim, gözümüz aydın! En sonunda buldum gönlümüze göre, hem derme çatma hem de nohut oda bakla sofa. Avlusunda bir delice ki sorma gitsin. Daha yeni kazdım dibini. Suladım, gübreledim. Etrafına da taş dizdim. Adını oğulcuğumun adı koydum. Bir de aşısı tutarsa topumuza yeter de artar bile. Uyumayasın sakın, toplayıver çoluk çocuğu. Kimsecikler daha aymadan varalım biz tepeciğimize. Bu toprak Anadolu hey! Bire bin verir be hey!”diye bağıracağım. Bilirim temiz kalplidir kardeşim. Çoktan içine doğmuştur. Yine de soracak olursa “Hiç merak etme,” diyeceğim. “Acımızı, kederimizi, sevincimizi, mutluluğumuzu; neyimiz var neyimiz yok yıllar yılı kahrımızı çeken kırkyamalıya sarmalayıp gömdüm. Yüreciğim rahat artık. Hadi ne durursun, gidelim. Derme çatmanın avlusunda bizi bekler delice.

 
Toplam blog
: 35
: 330
Kayıt tarihi
: 27.02.14
 
 

“Hikayeler hep aynı hikaye” diyorsan ve değiştirmek istiyorsan… 1969 yılında Ayvalık'ta doğdu..