Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Şubat '08

 
Kategori
Öykü
 

Baba gömütü

Baba gömütü
 

BAĞRIMA TAŞ BASTIM


İkindi üzeri iki kişi konuşmadan yürüyordu gömütlükte. Güneş de kızgınlığından bir şey kaybetmemişti. Çamlarda ağustosböcekleri aralıksız ötüyordu. Kuru otlar, çalılar arasında kalmıştı gömütler. Yılanyastığı meyvelerinin çoğu kızarmıştı.

Ellerindeki balyoz, kazma ve küreği bir yapının yanına koydular. Mezar taşındaki isim çok zor okunuyordu. “İnan, Musa. Elim varmıyor mezarı yıkmaya ama bir gün bu gömütlüğün taşınması kaçınılmaz olursa, ben de öldükten sonra kimse üstlenmez bu işi. Babamı kırk yıldır yattığı yerinden alıp götürmek, huzursuz ediyor beni ama başka çarem de yok” dedi yaşlıca olanı. “Sadık Bey, aslında ölüyü rahatsız etmemek gerek. Ama belediye karar alırsa, taşınmayan mezarlar yeni mezarlığa götürülüp gömülür. Ondan sonra da ara dur, ne adı kalır ne sanı. En iyisini siz yapıyorsunuz. Üzüleceksiniz kemiklerini görünce ama korkmayın Allah sabrını verir.”

Musa başladı mezarı yıkmaya. Babasının gömütüne inen her balyoz, içinden parçalar koparıp götürüyordu Sadık’ın. Gözpınarında oluşan yaş, büyüdükçe büyüyor ve kırlaşmaya başlayan sakalından aşağıya süzülüyordu. Yapı yıkıldı bir süre sonra. Önce kerpiç kırıklarını temizlediler sonra da biri kazıyor diğeri kürekliyordu toprağı.

Yapının altında kalan kısmı kazmak kolaydı artık. Sigara molasından sonra işe koyuldular. Sadık kazıyor, Musa atıyordu kürekle. Babasını rahatsız etme düşüncesi ürperti veriyordu oğluna. Musa konuşmayı kesti, saptırma taşları görünmeye başlayınca. Sadık’ın her tarafından ter boşalıyordu. Dili damağı kurumuştu. Ağustosböcekleri de susmuştu. Sessizlik daha da ürperticiydi.

Sık sık soluyan, benzi atmış, üstü başı toz içinde kalan Sadık, yıllar öncesine gitti bir an. Yaşlı birisi dualar okuyor ardından da küçücük taşlar atıyordu babasının beyaz örtüsünün üstüne. Bazıları, “Yazık, genç öldü” diyordu. Kırk yedi yaşındaydı toprağa verdiğinde. Ölünecek yaş mıydı bu! Sadık kırk yedisini çoktan geçmişti ve hâlâ çok genç hissediyordu. “Babanın mezarını açtın, hazır ol, şimdi seni de yanına gömeceğiz” diyen bir ses gelmişti sanki kulağına da “Hayırrr” diye bağırdı. “N’oldu” dedi, Musa. Yanıtlayamadı, Sadık.

Saptırma taşları bütünüyle açığa çıkmıştı. Musa, onları alıyor ve uzatıyordu Sadık’a. Babasının kemiklerini görünce, içi bir tuhaf oldu oğlunun. İki damla gözyaşı buluştu, ölü toprağıyla. Aradan kırk yıl geçmesine karşın yalnızca omurları çürümüştü, diğerleri sapasağlamdı. Musa, kemikleri tek tek toplayıp veriyordu Sadık’a. O da onları yeni diktirdiği bez torbaya koyuyordu. Musa, ölünün kafatasını eline alınca çenesi ikiye ayrılıverdi. Dişleri yerli yerindeydi Toplanan tüm kemikler, dolduruldu torbaya. Koca adam artık küçük bir kesede, oğlunun elindeydi.

Sadık, gözleri yaşlı, torbaya bakıyor, Musa ise çıkmaya çalışıyordu çukurdan. Davudi bir ses, “Siz boşalttığınız çukuru dolduruncaya kadar, ben gelirim” dedi. Kefenin içinde, biri kollarını yana açmış, ayaklarını ise uzatıp birleştirmiş, bir jet gibi uçuşa geçti son kemik kırıntıları arasından. Göz açıp kapatana dek de kayboldu.

Meltem esmiyor, cırcırlar ötmüyor, çamlar dallarını da yelbirdemiyordu artık. Musa açılan çukuru dolduruyordu. Küreğin toprakla buluşması duyuluyordu yalnızca. Sadık ise bakakalmıştı uçan kefenin ardından. Yapayalnız olsaydı, yığılıp kalabilirdi oracıkta, elinde kemik dolu torbayla.

Güneş dağın arkasına geçmişti. Gölge basmıştı ortalığı. Buradaki iş de bitmişti. Sıra yeni gömütlüğe gitmeye gelmişti. Orada da her şey hazırdı. Torbayı götürecekler ve onu akşam olmadan koyacaklardı hazırlanan mermerle kaplanmış boş mezara. Beş ya da altı teneke toprak dökülecekti içine de. İşte o zaman huzura kavuşacaktı Sadık.

Kürek, kazma ve kemik torbasını arabanın yüklüğüne koydular. Sadık direksiyona geçti. Bakındı sağına soluna, kefen döndü mü diye.

O kefen de neyin nesiydi? Ya “Hemen gelirim” diyen o kalın ses? Hayal mi görmüştü yoksa Sadık. Arabanın motorunu çalıştırdığı an, “Sen arkaya geç, bana doğru da eğil ki konuşmalarımızı Musa duymasın” dedi, kefenden gelen babasının sesi.

- Baba, senin ehliyetin bile yok, nasıl kullanacaksın arabayı?

- Korkma, oğlum! Ölüler bir daha ölmez, sağları da öldürmez. Onlardan, kimseye ne fayda gelir ne de zarar. Şimdi direksiyonu bana bırak ve geç arkaya. Sıkıntını çok iyi anlıyorum. Beni akşam olmadan mezara koymak istiyorsun, bunun farkındayım. Ama bizde zaman mevhumu yok. Benim vaktim de çok. Arabayla şöyle bir dolaşalım, bu arada sohbet de ederiz biraz.

Araba değil de bir helikopterdi altlarındaki. Martı gibiydiler. Bir deniz tarafında bir dağ tarafında gidip geliyorlardı.

- Eski camiyi göremiyorum, yoksa burada değil miydi?

- Buradaydı ama yıktılar baba.

- Yoksa millet camiye mi koşmaya başladı? Yetmez mi oldu eskisi? Neden çok kocaman şimdiki cami, hem de çifte minareli? Müminlerin sayısı mı arttı? De bana, müezzinler, benim zamanımdaki gibi çıkıyorlar mı bari minareye?

- Yok, baba. Minareye yerleştirilen ve adına da hoparlör denilen cihazlardan yükseliyor artık ezan. Sade müezzin sesine hasret kaldı millet.

- İyi de o vakit minareye ne lüzum var?

- Moda da ondan.

- Moda ne demek?

- Şey… Her yerde böyle olduğu için.

- Nereye gitti iskeledeki o güzelim mağazalar, ya o eski Rum evleri?

- Yıkıldı, bakımsızlıktan.

- Peki şu teller de neyin nesi, öyle paslı maslı?

- Bu bölge sit alanı ilan edildi ve telle çevrildi.

- Sit ne demek?

- Tarihî kazı alanı, yani.

- Antika mı arıyorlar?

- Onun gibi bir şey.

- Hayret! Aydıncık yazıyor tabelada. Yoksa biz, başka bir yere mi vardık evlat?

- Hayır baba. Gilindire’nin adını da Aydıncık diye değiştirdiler.

- Tüh, tüh, tüh! Yazık etmişler. Peki, bu yolların hali ne böyle, eğri büğrü. Sahibi yok mu bu Gilindire’nin?

- Yeter ama baba, hep sen soruyorsun. Müsaade et, biraz da ben sana sorayım. Bizden ayrıldıktan sonra nereye gittin, ne yaptın?

- Eve gittim, ananı göreyim diye. Çok değişmiş oralar. Evimizi, Dörtayak mezar sayesinde bulabildim. İyi ki yıkılmamış o tarihî eser. Ama o ne öyle, çevresinde kocaman kocaman binalar? Neyse, anana baktım ama göremedim. Sonra çarşıya doğru yürüdüm, karakolun yanındaki böbrek şifa suyu da akmıyor. Çarşıyı hiç ama hiç tanıyamadım. Ne yaptınız o canım Cumhuriyet Meydanı’na. Kaybolmuş o dangalak ağaçları, o kuyular, o koca mermer sütunlar. Yolun deniz tarafındaki dükkanlar, lokantalar ve kahvehaneler yok olmuş. Oysa ne güzel balkonları vardı onların denize nazır! Üzüldüm doğrusu. Sonra bir kahveye gireyim, belki bir tanıdık görürüm dedim ve girdim.

- Korkuttun mu yoksa insanları?

- Yok, canım. Yıllar öncesi gibi giyinmiştim ama hiç kimse dönüp yüzüme bile bakmadı. Herkes kağıdı, taşıyla meşguldü. Neredeyse tilki çıkacaktı, dumandan. Ne hoş geldin diyen oldu ne de bir çay ısmarlayan. Ben de çıktım gittim. Üç beş kişi vardı dışarıda, onlara şöyle bir baktım. Selam bile vermediler.

- Seni tanımamışlardır da ondan.

- Oğlum, birine selam vermek ya da bir bardak çay ısmarlamak için onu tanımak mı lazım? Bu ne biçim zihniyet?

- Baba, eskisi gibi değil artık; şimdi devir, menfaat devri. Para birinci plana geçti. Selam bile verilmez oldu eğer işin içinde menfaat yoksa.

- Ya insanlık, misafirperverlik, onlara ne oldu?

- Eskidendi onlar. Kalanı da sizin neslin son temsilcileri alıp götürdüler.

- Deme yahu! O zaman iyi ki ölmüşüm. Yaşasaydım devamlı ölürdüm ben. Ha, beni iyi dinle. Ananı göremedim. Ona iyi bak olur mu? Eğer bir yerlere gidecek olursan, onu sakın yalnız bırakma. Ananı da al git!

- O da öldü, baba. Türbe’ye gömdük. Sana da bir mezar hazırlattım orada. Belki karşılaşırsınız…

Araba, ani bir frenle durdu gömütlüğe varınca. Sadık’ın gözyaşları sicim gibi akıyordu. Önce Musa indi arabadan, ardından da Sadık. Mermerle kaplı iki mezarın yanındaydılar. Biri dolu diğeri boştu. Musa, torbayı getirdi ve koydu boş olanın içine. Eller havaya açıldı, yakardılar Tanrıya. Küreklendi toprak. Örtüldü torbanın üstü. Bir de yığın yapıldı. Su getirildi yakındaki çeşmeden tenekeyle. Döküldü toprağın üstüne. Su boldu, gözyaşı boldu.

Sadık, geçti yandaki diğer gömütün başına. “Abi, babamı sana komşu getirdim. Ona iyi sahip ol. Çünkü babamız tam değil. Organları orada, kemikleri burada…” dedi ve kapandı hıçkırarak soğuk mermerin üzerine…

MUSTAFA B. YALÇINER

 
Toplam blog
: 95
: 1738
Kayıt tarihi
: 12.06.07
 
 

Emekli öğretim görevlisi, çevirmen, öykü yazarı, kültür ve düşün dergisi Gerçemek'in sahibi ve ge..