Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Şubat '08

 
Kategori
Öykü
 

Hıristo Hasan

Hıristo Hasan
 

kelenderis limanı


Kalın duvarla çevrili bahçenin ortasındaydı, Hasan’ın iki kat, toprak damlı taş evi. Çardağındaki divana oturmuş, kenger kahvesini yudumluyor, çubuğunu tüttürüyordu. Dumanla birlikte aklı da dağılıp gidiyordu. “Nereden çıktı, şu mübadele denen şey? Kime satacağım malı ben gayri? Rumlar gidince, kim üstlenecek tüccarlığı? Gilindire’de bu işi yapacak adam da yok, para da” diyordu kendi kendine.

Ezan ve çan seslerinin birbirine karıştığı Gilindire’de, dünyaya kapalı, tarım ve hayvancılıkla uğraşan, hayvansal ürünler ile tabiatın sunduğu keçiboynuzu, meşe palamudu gibi orman ürünlerini toplayıp satan, çoğunluğu göçer Türkler ile uluslararası bağlantıları olan, ekonomik yönden daha güçlü, ev, tarla sahibi, ticaret ve zanaat yaşamını elinde tutan Rumlar beraber yaşıyordu o güne değin.

Hasan, üç kilometre uzakta, Purgulu’da oturuyor, köylerden davar, deri, peynir, bal, yağ, salep ve çeft adı verilen, meşe palamudunun içinde bulunduğu sert ve pürüzlü kadehçiği alıp gelip Rum tüccarlara satıyordu. Narko, Bandeli, Yorgi, Kör Kalıpçı ile çok iyi anlaşıyor ve onlarla sık sık Sava’nın meyhanesine gidiyordu. Köylüler bu samimiyeti yadırgamış ve Hasan’a Hıristo adını takmışlardı.

Hıristo Hasan, Bandeli’nin kızı İreni’den hoşlanıyordu. Uzun boylu, sarı saçlı, yeşil gözlüydü Rum kızı. Develerin iskeleye indiğini görünce, hemen koşar gelir, Hasan’ın elini sıkar, gözünün içine bakardı. İşte o zaman Hasan’a bir şeyler olur, yüreğinin yağı erirdi. Yörük genci, bu sarışınla evlenmeyi çok istiyordu ama babası “Olmaz, dinimiz ayrı. Hem köylüler de rıza göstermez. İnat edersen, başına olmadık işler gelir” deyince dayısının kızı Hürü ile evlenmişti.

Tabakasını aradı, bulamadı. Ayağa kalktı, bacağına bir sızı girdi. Durdu, ileri geri salladı, tam içeri girecekti ki kulağına bir ses geldi. “Kim ola acaba” dedi ve topallayarak gidip demir kapıyı açtı.

—Merhaba, Anestos. Hoş geldin.

—Merhaba, Hıristo Hasan.

Uzun boylu, tombul ve sakallıydı Anestos. Demirci Yorgi’nin tek oğlu. Paçaları dar, üst kısmı geniş bir pantolon, kareli oduncu gömleği giymişti. Ayağında da körüklü çizmeleri vardı.

—Hayrola, bu eşek de ne böyle?

—Yelkenli geliyormuş. Yarın öğleden sonra gidecekmişiz. Babam, körüğünü, örsünü, çekicini sana yolladı. Bu hayvan da senin olacakmış.

Hıristo Hasan, eşeği yularından tutarak içeri aldı. Yükü indirdi.

—Geç, otur sen. Şunu ahıra bağlayıp geleyim. Kız Hürü! Bak, misafirimiz geldi. Çabuk kahve pişir.

—Hoş geldin, Ağam. Nasıl olsun kahveniz?

—Orta, rica edeyim.

—Baş üstüne.

Hıristo Hasan eşeği bağladı, boynuna torbasını taktı. Kapıyı kapatıp geldi ve oturdu Anestos’un yanına.

—Babana teşekkür ettiğimi söyle. Onu hiç ama hiç unutmayacağım.

—Al şu beş altını da. Geçen getirdiğin bakır kapların parasıymış. Ayrıca babam ne dedi biliyor musun?

—Ne dedi?

—Bizi gönderecekmiş ama kendisi gitmek istemiyormuş. “Burası benim vatanım, alışamam ben yeni yere, başka hayata; Hıristo Hasan beni saklayabilir mi ” diyor.

—Saklarım ama sonra ikimizin de başına çok iş açılır. Bu küçük yerde, saklandığı hemen duyulur. Sonra ömür boyu saklanamaz ki!

Hürü elinde tepsi ile geldi. Anestos önce suyu içti, sonra tası bırakıp kahveyi aldı.

—Teşekkür ederim. Elinize sağlık.

—Afiyet olsun, Beyim.

—Ben de gitmek istemiyorum aslında. Nereye götürecekler bizi, ne yapacağız orada. Yeni yeni insanlar. Kolay mı iş kurmak, arkadaş edinmek? Sonra nasıl karşılayacaklar bizi, bakalım kabullenecekler mi? Koparılacağız toprağımızdan, kolay mı yeni yerlere kök salmak? Kuruyup gideceğiz.

—Haklısın. Ben de zor durumda kaldım. Davarlarımı sattım, kıl çadırımı terk edip bu evi yaptırdım Toma’ya. Sizlerle düşüp kalktığım için bizimkiler de uzak duruyor benden. Siz gidince, ben ne yapacağım?

—Bana müsaade. Babam cevap bekliyor, geç kalmayayım.

—Müsaade senin. Selam söyle Yorgi’ye. Birbirimize hakkımız geçmiştir. Benden tarafı helal olsun; o da helal etsin. Kusura bakmasın. İsterdim valla. Ama dediğim gibi.

Anestos’u uğurladı ve kapıyı kapattı. Sağ ayağını tutup ovaladı. “Görünürde, bir şey yok ama neden tat vermiyor bu bacağım” diye söylendi.

—Hürü, baksana!

—Geldim, Ağam.

—Şu bacağımı bir de sen ovala. Bakarsın senin elin iyi gelir.

—Uzat şöyle de bakayım. Demek gidiyorlarmış ha?

—Ya, öyleymiş. Üzüldüm valla. Bu ayağımla uğurlamaya nasıl giderim diyordum. Ali Kiya’nın eşeğini istemeyi bile koymuştum kafama ama şimdi gerek kalmadı. Yorgi hayvanını bize bırakmış. Yarın giderim artık. Bundan sonrası ne olacak, bakalım?

—Bilmem ki! Bizimkiler de ticaretten anlamaz. Hem kimde var o kadar para? Ticaret de durur artık.

Ertesi gün öğleye doğru, Hıristo Hasan eşeğine bindi ve Gilindire’ye gitmek üzere yola çıktı.

İlk meltemle yelken açacak, iki serenli gemi limanda bekliyordu. Kıyıya kargaşa ve uğultu egemen olmuştu. Kasabalıların hemen hemen tümünde bir hareketlilik göze çarpıyordu. Müslüman’ı, Hıristiyan’ı sarılıyordu birbirine. “Kızıma iyi bak. Onu sana emanet ediyorum Deveci Ali. Duyarsam Athina’nın mutsuz olduğunu, ağladığını, elim Allah gelir götürürüm onu” diyordu Berber Petro. Deveci, “Meraklanmayın, siz. Atımdan da silahımdan da önce gelecek Athina” yanıtını verdi.

Sarılıp sarılıp ağlaşıyordu insanlar. Son yolcular da bindi.

Hıristo Hasan, limana geldiğinde yelkenli demir alıyordu. Eşeğinin üzerinde el sallamaya başladı dostlarına. Boğazı düğümlenmiş, “Güle güle gidin” diyordu gözleri yaşlı…

 
Toplam blog
: 95
: 1738
Kayıt tarihi
: 12.06.07
 
 

Emekli öğretim görevlisi, çevirmen, öykü yazarı, kültür ve düşün dergisi Gerçemek'in sahibi ve ge..