Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

31 Ağustos '07

 
Kategori
Aile
 

Babam için

Babam için
 

Denize Ağıt

Hastane… Bu soğuk duvarlar arasında toplam kaç yıl geçirdik? İki, üç, dört.. En az dört olmalı. Fazlası vardır azı yoktur. Ama bu sefer uzun sürdü. Kaç aydır buradayız ? Saymaya korkuyorum. Sayarsam hayatımızdan çalınan onca zamanla yüzleşmem gerekecek, yüzleşirsem inançlarım yok olacak , yeniden isyanlar başlayacak , tüm bunların ardından sancılı krizler gelecek. Saymamalıyım. Sayma…

Asansör beşinci katta durdu. Burası ağır hastaların yattığı bir bölüm özel bir bölüm. Özel hastaların yattığı, yatarken didiklendiği, didiklenirken tıp fakültesi öğrencilerinin bir şeyler öğrendiği bölüm.Hastaların pek çoğunun geri dönüşleri yok.Bir nevi canlı kadavralar işte. Bir gece önce karşı odada yatan genç çocuk gitti.Kanser tüketmişti bütün vücudunu.Annesi çok ağladı.”Kurtuldu” dedi. Nasıl bir acıdır bu Allahım ?Ölen çocuğunun ardından hangi acı bir anneye bu cümleyi kurdurtur ? Dün gece ise dört oda ileride tam bir yıldır yatan Cevdet Amca gitti.Oğulları yetişemedi.Üstünü örttüler bir çarşafla yavaş yavaş uzun koridordan geçirdiler cansız bedenini.Oğulları gelinceye kadar morgda dinlenecek.

Hastanenin uzun koridorları var.Yerler taş kaplı. Her iki duvarda büyüklü küçüklü odalar.Odalar beyaza boyalı, florasan aydınlatmalı.Üç, iki ve tek kişilik odalar.Artık ezbere biliyorum odalarda yatanları.Ölülerin yerine yeni hastalar geliyor. Taburcu olanların sayısı az.Onlarda imza karşılığı çıkarılıyor hastaneden.”Ben hastanın birinci dereceden akrabası falancayım.Hastamın ölüm tehlikesini bilerek ve bunu göze alarak hastaneden çıkışını yapmak istiyorum.İmza…” Sanki hastane şartlarında kalsa ayaklandırıp taburcu edeceklermiş gibi.Sanki orada yatanlar ve yatanlara refakat edenler bu gerçeği hiç bilmiyorlarmış gibi.Sanki burada ölümle ve ölülerle yaşamaya alışmamışız gibi.

Elimde bez paketleri odaya giriyorum.Oda küçük ama tek kişilik.İçinde tuvaleti de var.Daha ne ister ki insan bir hastane odasından.Radyomuz, televizyonumuz, su ısıtıcımız bile var.Elimde bez paketleri kalıyorum odanın kapısında.Orada yatıyor işte.Yaramaz bir çocuk gibi ben girince odaya kapatıyor gözlerini.Olamaz boruyu çıkarmış yine.

Boru.Bunun tıp dilinde bir adı var ama benim için boru işte.Bir ucu burundan içeriye sarkıtılıyor.Mideye kadar iniyor boru.Dışarıda kalan uç mama pompası ile birleşiyor.Yemek yemeyi ret ettiği için karnını doyurmak için tek çözüm bu.Yoğun bakımda kaldığı bir hafta boyunca böyle beslediler O’nu.Kendine geldikten sonrada yemek yemediği için devam ediyorlar boruyla beslemeye.Ama O istemiyor boruyu.Rahatsız ediyor O’nu.Ancak işin en kötü tarafı boru takılırken çok kızıyor, direniyor.Doktoru bulmalıyım.Yeniden takılması gerekiyor.Mamanın belirli sürede tüketilmesi gerek.Yoksa insülin yapılamaz.İnsülin saatleri veya miktarları değiştiğinde şeker koması tehlikesi var.Doktoru bulamıyorum.Bir süre sonra intern doktor geliyor.Tıp fakültesi öğrencisi.Çömez.Boruya bakıyor.Nasıl takması gerektiğini düşünüyor.İlk girişim başarısız çünkü direniyor.Hem bağırıyor, hem çömeze vuruyor..Hasta bakıcılarını çağırıyor stajyer geliyorlar.Kollarından tutup , bastırıyorlar.Olmuyor.O bana bakıyor yalvaran gözlerle.Durdurmamı istiyor.Ben O’na bakıyorum.Mavi gözlerine.Deniz gözlerine.” Takılması gerek “ diye mırıldanıyorum.Kendimin zor duyduğu bir sesle “ yaşaman için bu gerek “ diyorum.Dediğime kendim inanmıyorum.Yaşaması için.Burada bu şekilde yaşaması için.Yaşamak mı bu ? Bu hastane odasında, giderek çürüyerek, her gün yeni bir icatla gelen doktorların açtığı iğne deliklerine bir yenisi eklenerek, serum tak, sondayı çıkar, altını temizle, mamayı tazele…Bu ne şimdi ? Yaşamak mı ? “Dur” diyorum , çömezin eline vurarak.”Bırak, takma.Gidiyoruz biz.”

Doktor, müdahale ediyor kararıma.Muhalif tavrını takıyor.Kumral uzun favorilerini kaşıyor konuşurken sürekli.Burnunun sağ kanadında ki et beni giderek daha fazla rahatsız ediyor beni.Latince bir sürü laf…Duymuyorum bile ne anlattığını bir an önce kağıdı alıp çıkmaktan başka bir derdim yok.”Uzatmaları oynuyor “ diyor.Uzatmaları oynuyormuş..Uzatmalar…Bir yaşamdan bahsettiğinin farkında değil.Uzatmalar…Sorunda bu zaten.Geriye kalan o kısacık anı daha yaşanılır kılmaktan başka bir gaye yok benim için.Zaten tek derdim bu.Bizim için geri sayım çoktan başladı. On , dokuz, sekiz, yedi…Ardımızda bıraktığımız her dakika o kadar değerli ki…İmzayı atıp alıyorum kağıdı elime.Bizim kurtuluş fermanımız.Ölümle kucaklaşma anımızı unutulmaz kılacak belgemiz.

Gidiyoruz biz…Arabanın arkasında tekerlekli sandalye .Bez paketleri, mama poşetleri, yedek çamaşırlar, ilaç torbaları.Yan koltukta oturuyor.Vakit bahar.En sevdiğimiz mevsim.Cd çalarda Beethoven’ın ‘emperor ‘ konçertosu.Şehirden uzaklaşıyoruz müzikle birlikte.Huzurlu.Konuşmuyor ama biliyorum mutlu.Gözlerini kapatıyor, kokluyor havayı.Taze çimen ve papatya kokularını çekiyor içine.Bir küçük gülümseme yerleşiyor dudaklarına.Uzun zamandır uyumadığı kadar dingin bir uykuya bırakıyor kendini.

Babam o benim.Canıma can katan , hayatta beni en çok seven adam.Benim için dürüstlük abidesi.Yalansız dünyanın ta kendisi.Çocukluk kahramanım.Çocuk şarkılarım.Kendimi en çok beğendirmek istediğim, en çok alkışı almak istediğim insan.Babam işte.Babam.Şeker hastalığı sırasıyla tüm organları vurdu.Sinsice ilerledi hastalık en son böbrekleri de vurdu.Kanını zehirledi.Sepsis dediler.O nedenle çok uzun sürdü son hastane maceramız.Yürüyemiyor artık.Yürüyemediği için tuvalete gidemiyor.Tuvalete gidemeyince altına kaçırıyor.Altını başkalarının temizlemesini istemiyor.Altı temizlenmesin diye yemek yemiyor.Yemek yemediği için iyileşemiyor.İyileşmek istemiyor.Yaşamın kıyısına tutunup öylesine yaşamak istemiyor.Kaliteli ve huzurlu bir ölüm istiyor.Ve bunu en çok O hak ediyor.Öyle olmalı.O’nu en çok sevdiği yere, en huzurlu olduğu yere.Utanmadan ölebileceği yere götürmeliyim.Denize…

Aslında yol şehirden çok da uzak değil.Ama yavaş gidiyoruz.Temiz havayı sevdi.Güzel uyuyor.Ama kasabaya girerken uyanık olsun istiyorum.Son virajdan sonra tepeden o sonsuz güzelliği bir kez daha görsün.Denizi görüp ‘işte geldik’ desin istiyorum.Öyle derdi biz küçükken.Yol boyunca şarkılar söylenen arabada bir an müzik durur, ’ işte geldik , deniz göründü ‘ derdi.Burnumuzu cama yaslar, atlasak bizi kollarının içine alıp sarıverecekmiş gibi duran denize bakardık.Pencereleri açardık.İyot kokusu dolardı ciğerlerimize.Ve yolculuktan yorulmuş küçük bedenlerimiz bir anda canlanırdı.Kanatlanıp uçsun isterdik araba.Uçsun denizin üzerinde gezsin.Denizi görünce “işte geldik “ demeyecek.Söyleyemeyecek.Çok uzun zamandır konuşmuyor.Hiç cevap vermiyor.En küçük bir sözcüğe razıyım.Bir kez daha sesini duymak için çok şey verebilirim ama yok.Konuşmuyor.

Son viraja girmeden uyanmıyor.Arabayı durdurup , uyanmasını bekliyorum.Beethoven’ın yerini Vivaldi alıyor.Vakit akşama koşuyor.Yanağına uzanıp koklayarak öpüyorum.Hafifçe kımıldıyor kirpikleri.Başını çevirmeden gözlerini döndürerek bakıyor bana.Gözleri gözlerimde.”Bak.Geldik ”diyorum.”Çok seviyorum seni” diyorum. Sürekli O’na , O’nu çok sevdiğimi söylemek istiyorum.Bu sözler ruhuna kazınsın, ölse dahi bunu hiç unutmasın istiyorum.

Son viraja uyanık giriyoruz.Vivaldi’yi susturuyorum.Bizim şarkımızı söylüyorum.Küçükken beni uyandırmak için söylediği sabah şarkısını “ bir küçücük aslancık varmış, kırlarda koşar koşar oynarmış.Babası O’nu çok çok severmiş…” Sonsuz mavilik ayaklarımızın altında.Cömertçe sergiliyor tüm güzelliğini.Göz kırpıyor biz ölümlülere.İçine girip bir daha çıkmamayı diliyor insan.Orada, denizin anaç kollarında kayboluvermek…Ana karaların tüm kötülüklerinden uzakta sonsuz mutluluğu yakalayabilmek.

Denizin yamacına kurulmuş bu kasaba.Çocukluğumun en güzel hatıralarını barındırıyor her köşesinde.Adım gibi biliyorum her yerini.Denizle ilk tanışlığımız ilerideki kayalıklar.İlk defa bu kayalıklardan denizin koynuna sokulmuşum usulca.Rehberim babam.Babamın kollarının arasında atmışım ilk kulacımı ve sonra bir balık olmak istemişim.Uzun zaman parmaklarımın arasında perdelerin çıkacağı anı beklemişim.Gülerek anlatırlardı küçük yaşlarda başlayan deniz sevdamı.Yüzüp yüzüp karnımın acıkmasını, acıkınca çıtır ekmek, domates, beyaz peynirden oluşan şahane öğlen yemeğini , denizin hediyesi dediğim midye kabuklarını çıkarışımızı, renkli taş koleksiyonumu, kollarımın üzerinde biriken tuzu yalayışımı, gözlerimin kızarışını, deniz analarının vücudumda meydana getirdiği kızarıkları…Hepsini çok iyi hatırlıyorum.

Pansiyon sahibi, arabayı görünce kalkıyor yerinden.Babamı sandalyesine yerleştiriyoruz.Kısaca durumumuzu telefonda anlattığım için fazladan bir şey sormuyor.Ben eşyaları odaya yerleştiriyorum.Babamı yeşil bahçeye , salkım söğütün hemen altına yerleştiriyoruz.Battaniye ile güzelce örtüyoruz üzerini.Geri dönünce, pansiyon kedisi Misket’i babamın kucağında buluyorum.Elleri kedinin üzerinde usulca okşuyor hayvanı.Yemek için çözüm bulmalıyım ama yemeyeceğini biliyorum.Belki biraz çorba, yumuşak bir şeyler…Yok yemiyor.Küçük mutfakta hazırladığım dört çeşit yemek Miskete yarıyor.

Sabah deniz kenarındayız.Deniz gözleri, denizle buluşuyor.Derin bir nefes almaya çalışıyor.Ama nafile.Tekerlekli sandalyeyi denizin içine kadar sokuyorum.Ayakları çıplak.Dalgalar şefkatle okşuyor ayaklarını.Küçük öpücükler konduruyor deniz eski dostuna.Martılar çığlık atarak kutluyorlar gelişimizi.Balıkçı tekneleri sırayla geçiyor önümüzden.Güneş üzerimize doğuyor.” Seni çok seviyorum “ diyorum.Kafasını çevirip bakıyor.”bende seni çok seviyorum “ diyor.Yanağımı uzatıp öpücük istiyorum.Dudakları yanağıma değiyor ama öpemiyor.Kocaman öpücüğü ben konduruyorum O’nun yanaklarına.Kokluyorum boynunu.Elimle saçlarını düzeltiyorum.Yanına oturuyorum.Suyun içine.Elim elinde.Şarkımızı söylüyorum.”Bir küçücük aslancık varmış…”Baba kız oturuyoruz denizin kucağında. Mutluyuz.Bekliyoruz.Bekliyoruz.Bekliyoruz…

 
Toplam blog
: 8
: 567
Kayıt tarihi
: 26.05.07
 
 

1995 yılında Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi'ni bitirdim. 10 yıl boyunca İzmir'de aktif olarak g..