Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Eylül '06

 
Kategori
İş Yaşamı - Kariyer
 

Batı ile ticaret...

Düşünen ve iş dünyasında aktif olarak görev almaya çalışan bireyin karşılaşacağı en büyük çelişkilerden biri de batıya olan yaklaşımı olsa gerek. Uzlaşmacı kimliğimizi bozmadan bu mücadelede safımızı belirleyerek yer almak zorundayız. Bir taraftan hamasetçilerin radikal kesimi tarafından ‘’şeytan’’ diye nitelendirilen bir Amerika ve diğer taraftan da bu ülkeye yapılan yüklü ihracat. Bu ülkeden ülkemize döviz kazandıran ama bu çelişkiyi sorgulamayacak kadar paranın büyüsüne kendini kaptırmış olanları bir kenara koyarsak (maalesef çok fazla insan birikti), bu çetrefilli ilişkinin irdelenmesi gerekiyor.

‘’Batı Avrupa yüz milyonlarca nüfuslu bir şehir. Bütün diğer ülkeler, bu şehrin banliyösü. Görevleri de şehrin sanayi mamullerini alıp, ona hammadde hazırlamak. Sombart bir buçuk asırdan beri Batı Avrupa ile Amerika’da olup bitenlere aklı erdirmek için ‘’şeytana inanmak lazım’’ diyor. ‘’Bizi gökten koparıp maddenin esaretine sokan o.’’

C.Meriç Umrandan Uygarlığa Batı ilk kıpırdamayı Haçlı seferleriyle yaptı. Ama harekete geçemeden sonradan aslını bozduğu kilisenin çanları altında epey süre büyücü(!) kadınları asmakla vakit harcadı. Ardından gelen İstanbul’un fethi bir kıpırdanış daha oldu batı için… Bir de Endülüs’ün yıkılışı… Ardından coğrafi işgal keşifleri (Resmi ders kitaplarının bize keşif diye anlattığı güzel süslemeleri emperyaslit işgal harekeketleri)... Avrupa toprakları dışındaki ilk toplu vahşetini 5 asır önce başlattı. (Haçlı seferlerini bu vahşetin başka boyutunda değerlendirmek lazım.) Emperyalizmin ilk kurbanları kendi hallerinde ‘’yerli’’ler oldu… Sömürülen zengin hammadde yatakları… Amerika’nın işgali… Kızılderililerin katli… Daha 1980’lere kadar zencilerin sadece deri renklerinden dolayı ikinci sınıf olduğunu da unutmamak gerek…

Batının bir medeniyet geleneği olmadığı gibi bir devlet geleneği de olmadı hiçbir zaman. Zoraki şekilde yazılan ve ayrıntıları vahşetlerle dolu olan bir Roma uygarlığı (!) dışında anlatabilecekleri bir tarihleri olmadı. Hiçbir zaman bir değerler tarihi olmadı batının. Ve bunu hep kıskandılar. Hayranlık doğunun kültürüne ve hammadde zenginliğine karşı oldu her zaman. Doğu ise geçmişin şanlı medeniyet büyüsüne kapıldı... Doğu uyudu… Sırtına kara büyü hançeri saplanmışçasına elleri, kolları ve beyni serserileşti. O hançeri kendi içinde dolaştıran son büyük doğulu Osmanlı’da tahttan inince dünya saltanatı geçmişsiz, vicdansızi emperyalist, sözümona hümanist ve ahlaksız bir toplumun eline geçti. Sahipler sahipliklerini bilemediler. Çakallar ferman sahibi oldu…

Ve yönetilebilen her şey tahtın bu taçsız varisine geçti. Para, toplum, siyaset ve hatta tarih yeniden tanımlandı. Yaşamak için öldür, zengin olmak için sömür anlayışı hâkim oldu. Günümüz popüler mafyasının ortaçağ Avrupa’sının derebeylerine karşı oluşmuş eşkıya örgütünün raconlarını taşıdığını bilmem söylememe gerek var mı? (Mafya’nın amacı kan akıtarak para kazanmaktır. 5 asır öncesinde de böyleydi, şimdi de böyle… Bakmayın medyanın rating için şirinleştirdiği görevli (!) mafyalara. O işin rant kısmı)

Son 20 yılda özellikle Merhum Özal’ın katkılarıyla kabuğunu kıran Türkiye, devletler arenasında varlığını gösterme çabasına girdi. Haliyle ilk olarak para akışı dendi ve serbest piyasa ekonomisine geçildi. Bu bizim başarıya aç insanımızı hızla Avrupa’nın boşaltmaya başladığı alanlara yöneltti. Paraya muhtaç ucuz iş gücü ilk olarak tekstil devi yaptı bizi… Sonraları diğer alanlar… Ama yine yanlış yaptık... Biz devlet olarak Almanya, Fransa, İtalya ve İspanya gibi ülkeleri kendimize rakip olarak seçeğimize; Polonya, Romanya, Bulgaristan ve Çek gibi doğu blokunun yığıntıları arasından ayağa kalkmaya çalışan ülkeleri kendimize rakip bildik.

Önce kazanmayı öğrenmeye başladık. Ve 2000’li yıllara kadar bu şekilde devam ettik. Tam harcamayı öğrenmeye başlamışken batı ‘’hop’’ dedi. Harcarsanız daha çok kazanırsınız. Geriye gittik. Daha ucuza daha çok üretmeye başladık. Ama bu sefer Avrupa’da pazar doydu. Ve tekrar gün(!) göründü bize… Dünyanın dev beyaz eşyacıları krize, otomotiv devleri daralma sürecine girdi. Petrolcüler kazanmıyordu eski paraları artık. ABD’de her 1000 kişiye 700 otomobil, Almanya’da 650, Bulgaristan’da 160 Türkiye’de 80 otomobil düştüğü tespit edilmişti. Pazarın büyüklüğü bir sektörde bile bu kadar açık ortadayken beklemenin anlamı yoktu.

Batı bireyselliği doğu toplumculuğu sever. Birden cebimizde para olduğunu fark ettik. Enflasyon düşüverdi… Harcamaya başladık… Otomobiller ucuzladı (!)… Daha düne kadar Renault ve Fiat (Tofaş) varken Pazar hâkimi, 30 tane daha otomotiv firması aktı ülkemize… Tüketmeye başladık… Otomobiller, ayakkabılar, televizyonlar, cep telefonları…

Tükenmeye başladık aslında… Borçla yaşamaya alıştık… Kredi kartları… Cep telefonları… Tüketim çılgınlığı tüketmeye başladı bizi… Liselerde bıçaklamalar, mankenleri pazarlamalar, dolandırmalar, gasplar… Olanlar tüketti... Olmayanlar olanları tüketmeye başladı…

Batı her zaman bize yakın durmak zorunda. Biz menfaati olduğu için dostuz! Yaptığımız ekonomik iyileşmelerden ve demokratik hamlelerden dolayı sırtımızı sağ eliyle sıvazlar. Eline, pantolonunda gizlediği hançeri almadan, batının elini sırtımıza koymayacağını bilmemiz gerekir. Çünkü işi bittiği anda bizi de bitirmek isteyecektir. Bilinç burada devreye giriyor. Bilincini kaybetmemiş düşünceler sırtını bir batılıya sıvazlatmaz. Bilir batının damarlarında ihanet ve sömürme kanının dolaştığını. Unutmamalı, batı hançerini pantolonunda, biz de belimizde taşırız.

Tasarruf bizim kaybettiğimiz bir değer.
Gelelim batı ile çalışanlara… Batı ile herkesin ticari hedefleri mevcut. Ama şunu aklımızdan çıkarmamalıyız. İpler kimin elindeyse kukla diğeri olur. Ticari menfaatlerimiz batıyla çalışmayı ve ticareti her zaman gerektirecektir. İçli dışlı olmak zorunda kalacağız çoğu zaman. Ama bilincimizi açık tuttuğumuz sürece kazanan biz oluruz. Biz ufkumuzu okyanuslar ötesine taşıyamazsak ve paranın geçici büyüsünde esir olursak ne içimizde ki Hasan Sabbah’lara engel olabiliriz, ne de dışımızdaki sömürüye…

Biz inançlarımızdan kopup materyalist çağın soykırım kurbanı olduk 3 asırdır. Ama soykırıma uğradığımızın, bilinci körleşmiş bizler bile farkında değiliz. Başkalaşmış bir insan olduk. Harcamak için kazanmaya başladık. Kazandıkça daha da harcadık.

Sorgulamamız gereken şu. Yaşamda gerekli olduğunu düşündüğümüz tüketim ihtiyaçlarını gerçekten de biz mi belirliyoruz? Dikkat edin. Önce Batı’da icad (!) ediliyor sonra doğuda tüketiliyor. Batı bile kendi hükümet programlarında halk için tasarruf ve düzenli harcama programları uyguluyor. Nokia’nın en gözde pazarlarının başında hala Türkiye geliyor. Paris’te New York’ta ve Forbes’de yayımlanan haberlere göre işadamlarının çoğu metro gibi toplu taşıma alanlarını kullanmada herhangi bir karizma çizilmesi hadisesini kafalara takmıyorlar.

‘’Sıfırdan dünyanın en zenginleri listesinde dördüncü sıraya yükselen IKEA mobilya devinin kurucusu Ingvar Kamprad, geçen gün 80’inci yaşını kutladı. 15 yıllık bir Volvo kullanan, aracı için parasız otopark arayan Kamprad, "yeni yatırımlar için daha fazla tasarruf yapmalıyız" diyor.’’ (Hürriyet USA 30/ 3/ 2006)

Bu habere ne demeli? Yani bu devirde tasarruf bile batıda propaganda vasıtası olabilecek kadar nitelik kazanmış durumda…

Kurallarını bizim koymadığımız bir mücadelede, karşı tarafın ahlaksız olduğunu bile bile zafer bekleyemeyiz.

Yaşarken hayatı sorgulamazsak, insan olduğumuzun ne anlamı kalır...

 
Toplam blog
: 12
: 1129
Kayıt tarihi
: 05.09.06
 
 

İktisat eğitimi aldım. 6 yıldır fabrikalarda yöneticilik yapıyorum. Ortadoğu ve yakın tarih okumalar..