Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Temmuz '10

 
Kategori
Deneme
 

Belirli Günler, Bazı ve Biz

Belirli Günler, Bazı ve Biz
 

Anneler Gnü Kartı


Hiç dikkat ettiniz mi aslında hayatımız “Belirli Günler ve Haftalar” içinde geçiyor. Beşikteki çocuktan tutun bir ayağı
çukurdaki ihtiyara varıncaya toplumumuzun her kesimine -hattâ bazen bütününe- seslenen günlerin kutlaması ve anmasıyla geçiyor yaşantımız. Yılbaşı Gecesi, Anneler Günü, Sevgililer Günü, Babalar Günü, Doğum Günü... hiçbir önem sırasına koymaya gerek görmeden bir çırpıda hatırladıklarım bunlar.

Aslında bazı gün ve haftaları bir kenara bırakırsak birçoğunun temelinde batının tüketim toplumu yaratma gayretleri
yatıyor. Ne ilgisi var demeyin lütfen. Çıkış noktası öyle değil şüphesiz ama gelinen noktada yapılan ve yapılmak istenen bu.
Gelişmiş Avrupa ülkelerini görmüş olanlar bilirler yılbaşı öncesi veya diğer “önemli” günlerde mağazalardaki mahşerî
kalabalığı, alışveriş çılgınlığını ve bu yerlerdeki o günler için düzenlenmiş özel bölümleri.

-Canım önemli olan günü kutlamak, hatırlamak inceliğini göstermek. Bu anneler günü mü, bir demet dağ çiçeği verip elini
öpüp, annemizin gününü kutlamak yeterlidir. İllâ da pahalı hediyelere ne gerek var, dediğinizi duyar gibi oluyorum.

Sakın benim böyle günlere karşı olduğumu sanmayın.-Hoş taraf da değilim ya.- Benim eleştirdiğim pompalanan bu günler
yüzünden giderek tüketim toplumu olduğumuz ve bu günler yüzünden hayatımızı “Nice yıllara!” ”Biricik anneciğim! Seni
çok seviyorum.” “Benim babam dünyanın en iyi babasıdır.” “Seni unutmadık.” “Seni ilk günkü gibi seviyorum.””İyi doğdun!”vb.

içi boş, yapmacık sloganların hayatımızı kuşatması... Bundan da önemlisi batının –temelini sevginin oluşturduğu-
evrensel değerleri yitirdiği için geriye dönmeye çalıştığı çıkmaz yola doğru dört nala şuursuzca at koşturmamız.

Aslında gelişmiş ülkelerin insanlarının bu günlere ihtiyacı var.O insanlar ki çalışma şartlarının ağırlığından, bireysel
özgürlüğün bütün sınırlarını zorladıklarından, kendilerinin ördüğü bir bencillik ağının içinde çırpındıklarından
birbirlerini ancak böylesine günlerde hatırlayabiliyorlar.

Batı toplumu yitirdiği değerleri canlandırmaya çalışıyor bu yolla bir bakıma. Çünkü yarattığı bireysel özgürlük onu
sonunda bireysel yalnızlığa mahkûm etti.Siz hiç Türkiye’de herhangi bir toplu taşıma aracında İslâm’ın sembolü olan
hilâl amblemi yapıştırılmış koltuklar ve o koltuklara yalnızca belediyeden “yaşlı veya özürlü” kimliği almış kişilerin
oturduğunu gördünüz mü? Siz hiç gördünüz mü “o özel koltuklar”a oturmuş ve başında, elinde “yaşlı veya
özürlü kimliği”ni gösteren kişiye rağmen kalmayan kişileri? Siz hiç gördünüz mü aralarında hiçbir mesele olmamasına
rağmen ayrı dairelerde ebeveyniyle altı üstlü oturan bekâr gençleri?...

Dipnot-1:

Almanya’da apartmanımızda iki tane Maximberger adı vardı kapı zilinde. Önceleri tesadüf sandım bu soyadı benzerliğini.
Sonradan anladım ki aynı ailenin fertleri imiş. Anne ve babası 1. katta, bekâr oğulları ise 4. katta. Obez, Türk
düşmanı, 30’lu yaşlarda, işşizlik parasıyla geçinen iğrenç bir Alman’dı. Apartman merdivenlerinde karşılaştığımızda
bana öfkesini Almanca kusardı, ben de Türkçe söverdim. Hatta bir keresinde annesi ayağını kırmıştı da biz götürmüştük
hastahaneye. Ama ne gariptir ki – ki bu Almanlar’ın garip “gammazlama” özelliğidir – aynı kadın çocukları dışarı
çıkarmıyoruz diye bizi Sosyal İşler Dairesi’ne şikâyet etmişti. Gel de kendin çıkar bakalım çatı katından 3, 1, 1
yaşlarındaki üç bebeği dışarıya. İkizlerin bebek arabası tramvaya bile kapılar açılınca girerdi ancak. ]

Evet, batı toplumu ekonomik refahın da getirdiği rahatlık sayesinde ailesini yitirdi. İnsanî bağlarını yitirdi.
O bağlar ki hiçbir maddi değer karşılığında elde edilemiyor. İşte batı toplumu, böyle günler sayesinde yitirdiği
değerler içinde yitirdiği insanlarını arayarak sıcak ilişkiler köprüsünü yeniden inşa etmeye çalışıyor.

Almanyalı yıllardan hatırladığım şu olay beni ne kadar da etkilemişti:

Boş zamanlarımda gittiğim bir Türk fırını vardı. Fırıncı Bünyamin Ağabey fırınının bir bölümünü kahvehane yapmıştı.

Bir gün kahve içmeye uğramıştım. Bir zaman sonra içeriye beyaz saçlı, yetmiş yaşlarında bir Alman kadın girdi.
Kahvehane bölümünün basamaklarını güçlükle çıkarak benim iki ötemdeki sandalyelerden birine ilişti selâm vererek.
Elinde küçük bir paket vardı.Bana dönerek kendi kendisiyle konuşuyormuş gibi:

-Yaşlılık zor. Hem de çok. Şu elimdeki ne biliyor musun genç adam?

Cevap fırsatı vermeden ekledi:

-Kulaklık.

-Niçin ama...

-Geceleri uyuyamıyorum. Yaşlılık hele yalnızlık yaman vuruyor. Televizyon benim için odamda ikinci kişi.
Sabahlara kadar televizyon seyrediyorum. Geçenlerde yukarıda oturanlar beni, polise, gece yarısı dairemden
ses geliyor, diye şikâyet etmişler. Polis geldi dün. Durumu anlattı. Ben de çareyi kulaklık almakta buldum.

İçim burkulmuştu.

Masama davet ettim. Geldi, tam karşımdaki sandalyeye oturdu. Bir kahve ısmarladım. Sohbetimiz koyulaştı.
Yeni emekliye ayrıldığını, maaşının iyi olduğunu, iki erkek çocuğunun bulunduğunu... anlattı anlattı.
Biliyordum ki günlerdir, kimseyle bu kadar uzun konuşmamıştı.

Ayrılırken:

-Sohbet için teşekkürler genç adam!
Tam çıkarken tekrar dönerek:
-Kahve için de teşekkürler genç adam!

İçim kırıklıklarla dolu sadece tebessüm edebildim arkasından.

 
Toplam blog
: 300
: 1022
Kayıt tarihi
: 13.06.10
 
 

Tarih, edebiyat, şiir, dil ..