Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Aralık '14

 
Kategori
Öykü
 

Ben gidince hüzünler bırakırım

Ben gidince hüzünler bırakırım
 

Yetememek ağır bir prangadır insanın ayaklarında vicdanını tökezleten. Çaresizlik bir karabasını bölünmüş uykularının. Niye "Huzur Evi" denir ki buralara. Kim ve ne zaman takmış acaba bu ismi. Epeyce eskiden yabancı filmlerde görünürdü böyle yerler, bizde henüz yokken. Genç çift erkeğin yaşlı annesini - çoğu zaman bırakılan gelinin evde istemediği yaşlı ve hasta annesi olurdu erkeğin - bırakıp dönerlerdi. Sonra kritiği yapılırdı filmin. Adamlarda bizdeki aile dayanışması yok ki, bizde sahip çıkmak var büyüklerimize çok şükür! Huzur Evi; terkedilenler mi bulurdu acaba içeride huzuru, onları bırakanlar mı dışarıda? Çok şey değişti geçen yıllarla beraber. Yaşamlarının sonuna gelmiş, genellikle kronik hastalıklı, kalan ömürlerini yalnızlıklarına sarıp sarmalamış yaşlılar, sevgiyi, kimbilir belki de içeride iyi yürekli bir hemşireye vekalet bırakır gibi bırakıldılar. Arası giderek açılan gelip gitmelerde, bak sana sevdiğin reçeli getirdim, ilaçlarını düzenli alıyor musun, istemiştin ya buranın telefonunu Melahat Hanıma bıraktım kısa konuşmaları, giderek uzaklaşan, törpülenen sevgiden döküntüler gibi dağılır oldu ziyaret sonlarına.

Dışarıda sıcak bir yaz ikindisinin ateşi, yapışıp kaldığı odanın camlarında terliyordu. Gökte yakındaki hava limanına alçalmış olan uçak, arkasında gürültüsünü ve mavilikte hafiften dağılmaya durmuş beyaz iki çizgi halinde egzoz kalıntısını bırakarak kaybolmuştu. "İlaç saatiniz geldi" diyerek içeriye giren hemşirenin güleç yüzüne döndü. Uzatılan ilaçlarını boşvermiş bir bıkkınlıkla içti; "teşekkür ederim." Evini bırakıp buraya yalnızlığını yüklenip bir başka yalnızlığa geleli fazla olmamıştı. Kalçasındaki kırık ve uzun zamandır taşıdığı hastalıkları hareket yeteneğini neredeyse elinden tümden almış, uzun bir ömürün sonunda yerini artık bir umursamazlığa bırakmıştı gözlerinde. Ne durumundan şikayet eder, ne de geçip giden bir koca ömrün harcanışına ses çıkarır bir tevekküle bürünmüştü çoktandır. Çok alımlı bir kadındı gençliğinde. Dalgalı sarı saçları, yeşil harelenmelerle ışıldıyan mavi gözleri., düzgün endamı ve her zaman çok şık ve göz alıcı giyimiyle dikkati çeken. Neredeyse bir ayrıcalık gibi onu benzersiz kılan özellikleri yaşam çizgisinde bir kötü şans gibi kırılmalara neden olmuştu. Çok erken bir ayrılıkla sonlanan talihsiz evliliği onu uzun yıllar içinde üç ihtiyarla birlikte yaşamaya baba evine, kendi dertlerini bir yana bırakarak onların bakımına adanmaya sürüklemişti. İçinde ve gözlerinde çok derin bir yerlere sakladığı neşe, bir kırık kalp, büründüğü katılık ve üzerine oturmuş olan asabiyete rağmen ele verirdi kendini.

Odanın kapısının açılmasıyla " hafta sonuna yetişir değil mi elbisem " " hiç tasalanmayın daha önceden hazır ederim " konuşmaları, kolonya kokularına karışmış kadın kokularıyla birlikte bir birlerine karışarak salona yayıldı. Odanın açık kapısından bir boy aynası, önünde küçük bir sehpa üzerinde kola takılan sünger iğnelik, toplu iğne kutusu, her tarafından bir başka renkte ipliklerin sarktığı iplik yumaklarının içinde olduğu küçük örgü sepet, kenarından dışarıya sarkan plastik bir mezür, içinde sayfaları arasında bulunan sabit kalemin durduğu ölçü defteri görünür oldu. Orta sehpa üzerinde " Burda " moda mecmuaları ve camın önünde prova edilmiş elbisenin durduğu Singer dikiş makinesi görüntüyü tamamlıyordu. Kırık bir kaderin ve zor bir yaşamın sürdürülebilmesi ağırlığını, kasabanın kadınlarına ve genç kızlarına titizlikle diktiği rengarenk elbiseler ve dikiş makinesi pedalından çıkan biteviye ritmik gürültülerin salınımında unutulmaya bırakmış, gerçekten çok iyi bir terziydi. Kadınlar, günlerde onun diktiği elbiseleri giymekle övünür olmuşlardı.

"Hadi sıra sende. Ortalığı toparlamama yardım et. Sürfüle iplerini, toplu iğneleri, dergileri, kumaşları her şey yerli yerine." Sonra sıra diğer elbiselere gelirdi. Burda mecmuasından çıkan patronlar Aydinger kağıt üzerine yayılır, seçilen elbisenin patronunun renkli çizgileri üzerinden tırtıklı tekerleği olan ruletle geçilerek iz kağıda kopyalanır, sonra kesilen kalıp kumaş üzerine tuturularak kesilir ve elbisenin kurgusu hazırlanırdı.

Dışarıda inceden bir yağmur başlamıştı. Camın önünde süzülen göz yaşlarını annesine göstermemek için sırtını dönmüş oturuyordu. Günler kısalıyor yalnızlık büyüyordu. Camın üzerinde karmaşık motifler oluşturan kalmış yağmur damlalarına takılmıştı. Önce içlerinden birisi hareketleniyor yanındakine çarpıyor, biraz daha büyüyerek ve altlarındaki bir kaç damlacığı da içlerine alarak sudan çizgiler olup, karmaşık ve kendilerin çizmediği yollardan aşağı süzülüp sonlanıyorlardı. " Bak inat etme kızım, benim şurada sayılı günlerim var. Sonra ne yaparsın yapayalnız. Çok efendi bir insan, emekli, malı mülkü de var. O da yalnız, yoldaş olursunuz bir birinize. Gel kabul et, hem kimseye yük olmazsın ileride."

Olmadı; bir somurtkan yaşam, bir topal kader inatçı bir kara bulut gölgesi gibi peşini bırakmadı hiç. Bir süre yazları gelip giden yakınları, komşuları ile sürüklediği yaşam onu iyice çaresiszliğe ve yalnızlığa itekledi. Çok da yaşlanmış, hastalıklar gelip yapışmıştı üstüne. Terk etti. Bir ilk yaz günüydü ona hiç dost davranmayan bir kaderi arkasında bırakıp, yalnızlığını yüklenip huzur evinin kapısından girdiğinde.

Gecenin bir saati bitişik odada birisi elindeki bardağı düşürdü. Cam kırıkları söylenmemiş iç acıtıcı sözcükler gibi un ufak olup dağılırken içinde, çıkan sesi işitti. Kendisini havalı yatağın hafiften salıntılarına bıraktı, arkasını cama iyice yapışan geceye ve dünyaya döndü...

*Edip Cansever

Akın Yazıcı

 
Toplam blog
: 190
: 391
Kayıt tarihi
: 07.05.14
 
 

1965 Ankara Üniversitesi Tıp fakültesinden asker hekim olarak mezun oldum. Gülhane Askeri Tıp Aka..