Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Mayıs '18

 
Kategori
Öykü
 

Bendeki Yol Öykün/3 (Deneme) Ben Kıpırtısız Son Bir Dünya Bekçisi...

Bendeki Yol Öykün/3 (Deneme) Ben Kıpırtısız Son Bir Dünya Bekçisi...
 

Yollar ve yolculuklar-


Geceye boş vermeli… Kaybetmek üzereyim kendimi, gözlerimin kapakları pense ile aşağıya doğru çekiliyor sanki. Gözlerim yarı açık, bir bulanıklık, bir şeyler sarkıyor, beyaz boyalı bir metale yapışık gibi duran büzüşmüş plastik torbalar. Bedenime doğru kollarımı sabitleyen şeffaf hortumlar…  Hiçbir şey net değil. Ellerimde yapışık bir şeyler, hareket ettiremiyorum. Canım yanıyor, boynumu oynatamıyorum, çenemin alt tarafında bir baskı var, nefes alamıyorum, yarım, yarım oynuyor içime doğru giden veya çıkan bir şeyler, gözlerim, karartılarla bulanık resimler, bakar gibiyim. Aniden bir ses veya sese benzer bir şey…
__Geçti!  …der gibi. Bak ben buradayım, buradayım ben… Diyor sanki …

Kapatıyorum gözlerimi, açarsam, görürsem kaybolacak sanki. İşaret parmağımı oynatmak istiyorum, işaret eder gibi, bir şeyler söylemek ister gibi. Bir, bir konuşabilsem, konuşsam bir kez diye dermansız düşünüyorum. Bir kez, ne olur bir kez konuşsam, sonra, sonra yumsam gözlerimi, hapsetsem içimde, tutsağım olsa, kelepçelenmiş gibi, gibi işte.
__Sen misin? Desem. Hiç ses vermese… Vermese, hayal bile olsa desem bir kez…
__Sen misin?

Ses yok. Sesim yok daha doğrusu çıkmıyor, çıkmıyor işte…
Oysa ne çok konuşurdum, ne kadar da çok susardım o konuşurken. Şimdi susmak mı olur, neredeyim ben, kimi bekliyorum, hiç bekledim mi gittiğinden bu yana?
 
Bu sefer korkmuyorum. İnadına açmak istemiyorum gözlerimi. Huysuzluğum üstümde gene diyorum içimden.
Hapsediyorum kendimi karanlığa. Zindan bu diyorum zindan, zifiri zindan. Zaten kararmamış mıydı hayat denilen ışığım, karanlıklarda değil miydim?

Yüreğimin ritmini duyuyorum. Sağ yanıma düşen başım, yastığa bastırdığım kulağım zonkluyor, yüreğimin ritmine bakıyorum, daha doğrusu hissediyorum, senin bana gelmelerindeki hızından eser yok. Aksine belli belirsiz, kararsız bir atış, dursam mı diye tereddütte. Hadi be diyorum içimden, hadi karar ver, ya dur, ya da başla koşmaya, yeni yetme bir çocuk gibi. Hem de sek, sek değil bak diyorum…
 
Kapanıyor gözlerim, karartılar yok oluyor. Sesler, az biraz sesleri duyar gibi kulaklarım zonklamaların arasında…
Düşünmeye başlıyorum, ağaç karartılarının arasında bir kaç kişi, sessizce bir şeyler yapıyorlar, sanki toprağı deşiyorlar…
Birileri diyor gibi:
__Gül, gülü severdi, koyu kırmızı, kırmızı olsun da…
__Su… Diyorlar suyu unutmayınız hadi…
Ve toprak bedeni yakarcasına kuru ve sıcak. Toz duman, sanki hortum peydahlandı…

Birkaç metal sesi.
Sonra sessizlik.

Ne kadar da çok karartılar bunlar…
Yaşamımın her kesitine gölge edenler, sanki son görev çubukları…
Dar zamanlarımda beni ittirenler, gülmeye çalıştığım ufacık kesitlerimde gülücüklerimi alıp, poşetlere dolduranlar, kasveti biteviye omuzlarıma  yükleyenler.

… Ve… ve bir köşede sonsuz bir hüzünle dost canlar, duruyor karşımda. Ağlamakla susmak arası gerilmeler, yüzlerine vuran gölgeler, acı gölgelerin, dudaklarının kıpırtılarının farkında bile değiller. Son vedaları bu candaşlığa, aynı acıyı paylaşan dostların birbirleri ile, acı alışverişi, belki de tesellisi.

BEN KIPIRTISIZ SON BİR DÜNYA BEKÇİSİ, yalnızca acı ve hüzün katıyorum geçmişin ardından elimde kalanlarla, ardımda kalanlara. Ne kısır döngü bu, ne hakkım vardı ki, bu acı çamuruna gömmeye dostlarımı….

Uzaktaki gölgeyi görür gibiyim… Mor eşarbı ve koyu siyah gözlüğünün ardından, gözyaşlarını akıtmamaya çalışan, gerilmiş kasları ile parmaklarını oynatışına bakıyorum…

Bitiremedi sanki kaçan fırsatı, bu ‘Son Tango’…
Bir  panterin altında, keskin dişlerinin arasında, can havliyle titreyen ceylanın şaşkınlığı sarmış bütün benliğimi, can telâşı bu, ATEŞLE  DANS, yangın yeri gibi…
Bitti, bitti diye düşünmeye başlıyorum, daha ne yükleyeceksin, bakalım diyorum kendi, kendime, ne yükleyeceksin, yıllar yılı bitiremedin, yükleye, yükleye kanamadın… bitiremedin de, buraya kadar taşıdın, beni.

Satır, satır, işlediniz hayatımın yönünü,
ilmik, ilmik döşediniz yüreğimdeki hüzünleri,
bir kez olsun seviyorum diye çıktığım meydanı,
yangın yerine çevirdiniz…
Sevgi diye tutunduğum avuçları
kor eylediniz.
Sevdim diyen yüreğimi deştiniz,
Yalanı, riyayı tanıştırdınız benimle,
Seviyorum diyerek, oyun oynattınız, beni ateş çemberi ile…
ATEŞTEN SESLERİ tanıştırdınız bana,
veda cümleleri ile…
Elveda demeden ayrılığı tattırdınız,
bal, şeker dediğiniz sevgiyle…

“Ölürüm sensiz yaşayamam,
sensiz bir hiçim ben”, diyerek,
kurşun yedirdiniz mideme…

“SEN BENİM HERKESİMSİN” diyerek yalnız bıraktınız, beni, yalnız…

Ve sen,
bunları bildiğin halde ne işin var şimdi,
hüzün duvarlarının üstünde,
tam, tam çalmaya,
ne hakkın var sevgiye riya bulaştırmaya…

O da ne, bu da ne kürek sesleri,
tozu dumana katılmış toprak rüzgarı, yığın, yığın geliyor, üstüme, üstüme.
Doyamadılar, doyamadılar bir de,
yığıyorlar üstüme, üstüme toprağı…
 
Bu kaçıncı yığılış, omuzlarıma, bedenime, ya, insan sever mi bu kadar çok kemiklerini, ne de çok dayandılar kırılmadan…

Ne kadar sürecek bu, alıp başımı avuçlarıma, kör yürüyüşlere koşmam, duramayasıya…
Neresi dur noktası bu hayatın,
neresi ucu sevinç noktasının?

Ansızın bir ses,
“merabaa”…
…“ben’im”…
…Sanki tanımıyorum bu sesi, sesi de. Kendini tanıtıyor… Çok uzakmış hayatıma gibi, gülümsemeye çalışıyorum, tepkisiz…

Cevapsız kalıyor bütün cümlelerim,
Sanki deve dikeni gibi bir bitkinin, çiçeği açıyor içimde, morumsu, kadifemsi, diken yığınları arasında…  

Ayak seslerinin uzaklaşarak yok oluşu.

Ve yeni bir ayak sesi, tek.

Yavaş, yavaş yaklaşan bir gölge. Gözleri görünmüyor, kim ola ki diye düşünüyorum. Başında mor bir örtü gibi, gök rengine karışmış. Bir şeyler söylüyor veya söylemeye çalışıyor. Sesi az biraz tanıdık gibi, unutmuş olmam mümkün değil, kim bu diyorum kim? Yükselen sesi:
__Gördün mü diyor, görebilir misin şimdi, hep bir olduk, hepimiz birlik olduk ve kazandık galiba, kazandık işte… Bak istersen koyu siyah bir de gül  getirdik sana, kökü üzerinde. Ne tarafına dikmemi istersin hadi söyle?
Eh diyorum, bilirdim zaten bu kadar acımasız olduğunu… Bilirdim.

Aniden bir ses geliyor kulaklarıma, biraz heyecanlı.

__Doktor. Diyor
__Doktooorr… Göz kapakları hareket ediyor, bak, bakınız. Kirpikleri oynuyor,   oynuyor kirpikleri onun doktor.

İçimden yine diyemiyorum;
Sus be kadın sus, az biraz. Biraz sus…
 
Hayat şüphesiz ki, bir gün bunun hesabını bana sorar,
hiç mi güzelliklerin yoktu? Nedir bu, dipsiz kahır kuyusunda dolanmaların?
Güzellikler o kadar derinliklerde kaldılar ki, ezile, ezile ipek yoluna döndüler…
Bu, kesik, kesik incecik, görünmezliklerin ötesi… Bu düş acı çıkmazına çıkar.
Ya, sen, neresindesin hayat çizgisinin, hangi kesiklerin devamısın, neden bir bütünün yok?

Sıkıyorum göz kapaklarımı, çaresiz kıpırtılarını tutamıyorum, tutamıyorum yine… Seni tutamadığım gibi…
Hayat diyorum korkarak yaşanır mı? “seni sil baştan yaşayacağım” inan bana, inan… İnan…

Mustafa Yılmaz
İzmir—Çeşme-Girne 

 
Toplam blog
: 53
: 110
Kayıt tarihi
: 21.10.11
 
 

Hayat mı hırçındı yoksa yazı mı? ..