Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Ocak '10

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Benim Ağabeyim ve Dünya işleri-3

Benim Ağabeyim ve Dünya işleri-3
 

Yurdum insanının misafirperverliği ve hoş sohbeti sürdürme gayreti çok hoştu. Kahveye gelenler “ Hoş geldiniz misafirler” diyerek ya içeriye giriyor veya sandalyesini alıp yanımıza oturuyordu. Sonra kulak kesilip muhabbete giriş yapmak için uygun ortamı beklemeleri gözümüzden kaçmıyordu.

Benim kimliğim deşifre olduktan sonra ve ardı ardına tanıdıklar gelmeye başlayınca, muhabbet iyice koyulaştı. Kahveye biraderimin kayınpederi Mestan ağabey geldi. Daha sonra Mestan ağabeyin kardeşi, benim çok eski balıkçı arkadaşım (Gâvur Ali) geldi. Ali ile şakalaşmaya başladık, beni bilenler bilir, hani "Ayı yavrusunu severken öldürürmüş" derler ya o hesap! Daha önce de buraya balığa geldiğimde Ali arkadaşım bize rehberlik yapmıştı. Bana “Ağabey nereli” diye sordu. Bende “Ordu, Ünye’li “dedim.

Arkadaşım; “Bizim burada da Ordu’lu biri var, adı Cabbar” dedi. Ağabeyim “Bir dakika, nasıl bir adamdır bu Cabbar? Alçak boylu çok konuşkan, sarışın biri mi?” diye sordu. Köylülerden birkaç kişi aynı ağızdan “ Tam anlattığın gibi biri” dediler. Ağabeyim cebinden telefonu çıkardı ve kendisinde kayıtlı olan Cabbar’ı aradı! Telefonun karşı tarafından söz konusu Cabbar “Buyur Ömer Bey” dedi.

-Selamünaleyküm...

-Aleykümselâm…

-Nasılsın Cabbar Bey?

-Çok şükür iyiyim siz nasılsınız Ömer Bey?

-Allah razı olsun ben de iyiyim…

-Biliyor musun ben nerdeyim?

-Nerdesin?

-Beğendik köyünde kahvedeyim, şu an arkadaşlarla oturuyoruz.

-İnanmıyorum... ciddi misin daa?

- He valla!

-Beş dakika sonra oradayım hemen geliyorum…

Köylüler şaşkın ben onlardan fazla şaşkınım…

Cabbar Bey’in İstanbul’da güvenlik şirketi varmış. Ağabeyim, fabrikasının güvenliğini Cabbar Bey’in şirketine vermiş. Daha önce görüşmelerinde Cabbar Bey, Trakya’dan bir yer aldığını söylemiş. Tabi ağabeyim o zaman Beğendik’in nerede olduğunu bilmediği için pek üzerinde durmamış. Bu tamamen tesadüf bir karşılaşma olmuştu. Ağabeyim bunları bize anlatırken, Cabbar Bey’de arabasını kahvenin önüne park ediyordu. Elli beş altmış yaşlarında, tabiri caizse pire gibi, yerinde duramayan tipik bir Karadeniz uşağı idi Cabbar Bey.

Hoş beş faslından sonra geliş maksadımızın, deniz kenarında kamp yapmak ve balık tutmak olduğunu söylediğimiz de; Cabbar Bey “Öyleyse yarın, öğlen yemeğinde bendesiniz” diyerek ısrarla bizi çiftliğine davet etti. Diğer yandan Ali arkadaşım, yarın askeriyeden izin alıp bizi rezve deresine götürecekti. Onunla da, sabah erkenden köyde kahvede buluşacaktık. Kendisiyle bir ara gruptan kopup, kısa bir balık muhabbeti de etmiştik. Ali arkadaşım devamlı Bulgar hududunda, rezve deresi ağzına dalış yaptığı ve iri iri balıkları zıpkınla vurduğu için kendisine “Gâvur Ali” diyorlardı. Bu akşam kamp yapacağımız yer de onun dalış yaparak avlandığı verimli bölgelerdendi.

Bir keresinde bu bölgede zıpkınla vurduğu bir levreği; “Sırtıma attığımda balığın kuyruğu arkadan yere değiyor” demişti. Valla ben onun yalancısıyım:) açıkçası, otuz kilonun üzerinde vurduğu balıkları teyit edenler olmasa bende inanmazdım. Plan ve programlar yapıldıktan sonra, köyden kamp yapacağımız bölgeye hareket etmek için ağabeyim ve ben yerimizden kalktık. İyi geceler arkadaşlar deyip kahveden ayrıldık. Orman yolundaki keskin dönemeçlerde ve iniş çıkışlarda, arabamızın motorundan gelen homurdanma ile gecenin sessizliğini bozuyor, güçlü farlarından çıkan ışık ile de hayvanlar âlemini korku ve paniğe sürüklüyorduk!

Karanlıkta uçuşan baykuş ve yarasaların yanı sıra önümüzde kaçışan tilkilerin refakatçiliğinde, dalga sesine doğru devam ettik. Nihayet liman inşaatının olduğu mevkie geldik. Kamp yapacağımız yeri tespit ettikten sonra arabayı boşalttık. Bu esnada yaban hayatın meraklı canlıları, çalı aralarından veya yüksek meşe ağaçlarının dalları arasından meraklı gözlerle bizi seyrettiklerine emindim. Yakın derecikteki kurbağaların serenatlarına bakılırsa bize hoş geldin şarkısı söylüyorlardı!

Arabanın park ışığı ve tepe lambamın ışığı altında dört adet uzun oltamı kıyıdan yakaladığım tekeler ile yemleyip denize attım. Hepsine zil taktım. Bu arada ağabeyim ile deniz kenarından, yakmak için ağaç ve tahta parçalarını topladık. Kocaman bir ateş yakarak ortalığı aydınlattık. Daha sonra yine çapı iki yüz metrelik bir alandan, denizin attığı kabukları soyulmuş sanki tornadan çıkmış gibi dümdüz odunlar topladık. Gecenin sessizliğini yaktığımız ateşten gelen çıtırtılar bozuyordu. Isının yayıldığı toprakta ne kadar haşerat varsa, çıyan, akrep, yılan vs. Muhtemelen ya kaçmışlar ya da yanmışlardı! Arada ziller ötüyor… Heyecanla koşup tasmayı vuruyorum ama ya İskorpit, ya gelincik, ya kayabalığıydı gelen!

İlk defa ağabeyim dört metrelik bir kamışla iskorpit çekiyordu.

Onun için bunun ne kadar keyifli olduğunu gözlerinden anlayabiliyordum. Bu balıkların zehirli olduğunu ve oltadan mutlaka pense yardımı ile çıkarılması gerektiğini söylüyordum. Aslına bakarsan balıkların yemlenme saatini kaçırmıştık, aç kalanlar için tazecik teke’lerimizi gönderiyorduk. Fakat gecenin karanlığında oltalarımızı bir türlü istenilen yerlere düşüremiyorduk. Derinliği bilmediğimiz için yemlerimiz kayaların içine düşüyor. Canlı yemlerimiz ya saklanıyor ya da orada bulunan kaya balıkları tarafından yutuluyordu.

Ağabeyim yemek masası niyetine yedek stepneyi kullanarak, üzerini aldığımız yiyecekler ile donatmıştı. Bir taraftan korların üzerindeki ızgaraya İğneada’dan aldığımız sucukları diziyordu.

-“Heeeyt be keyfe bak keyfe”

-Yürü be ağabey kim tutar seni!

-Bak Talip usta sana özel kendi ellerimle hazırladım bu sofrayı bu kıyağımı unutma ha. :) :)

-Unutur muyum be ağabey bu anı ölümsüzleştirmek için dur birkaç kare fotoğraf alayım…

-Viiin… krak, viiin… şrak :)

Deniz ve ormanın temiz havası bizi acıktırmıştı. Hiçbir sese kulak asmadan yumulduk sofraya.

-Biliyor musun ağabey tam otuz yıl önce ben bu sularda voli ve gırgır tekneleri ile balıkçılık yaptım. Yüzlerce kalkan balığı, binlerce lüfer ve palamut yakaladık biz bu sularda. Bak şuradaki burnu görüyor musun, onun arkasındaki koy’da, tabak gibi pavuryalar yakalardık biz.

-Sana bir anımı anlatayım mı ağabey?

-Anlat Talip usta, seni dinliyorum…

(Bu arada bir yandan da, yemeğe devam ediyoruz. Yoğurtta güzelmiş be, peynir de öyle. Unutturma da giderken birkaç kangal sucuk alalım hııım. Biber ister misin ağabey? Üüüf bu ne ka acıymış yandım daa… Yoğurt ye ağabey acısını alır! Getir ekmeğini sucuğun yağlarına bandırayım. Tamam ağabey… uy seni yaratana kurban olayım daa kavuna bak kavunaaa… Ağabey üstüne damlattın! Boş ver Talipçiğim tatile celdük daa!)

- Tam bu muhitte, sabah erkenden kalkan ağlarımızı çekmeye başlamıştık.

O zamanlar iyi balıklar vardı bu sularda. Şimdiki gibi kısır değildi Karadeniz. Ağlardan gelen kalkan balıklarını içeri alırken temizleyip teknenin kıç üstüne atıyor, ağları da, derin leğenlerin içine topluyorduk. Reisimiz Limanköy’den Berber Hüseyin, tayfalardan biri ben, biri İğneada’lı Ruhi. Bir de reisin yeğeni vardı. Bizden çok küçük, adı Cengiz’di sanırım.

İşin komik tarafı ne biliyor musun ağabey?

-Ne?

Reis de dâhil hepimiz acemiydik… Ancak bizde acemi şansı vardı! Tesadüfen gider başkalarının kurduğu ağların göbeğine kendi ağımızı döker ve herkesten fazla balık tutardık! Bazen eski püskü bakımsız teknenin küpeşte kenarındaki kırıklara, çatlaklara veya çivi başlarına ağın bir ucu takar… Motor gürültüsünden veya reisin kendi çıkardığı gürültüden (!) sesimizi duyuramazdık. Boşalan ağ, elimizdeki leğeni, komple denize doğru çekmeye başladığında... Ruhi ile ikimiz aynı anda bir leğen ağı denize boca ederdik!

Başkalarının çamaşır ipi gibi dümdüz bırakılmış ağlarından yirmi balık çıkarken, bizim Arap saçına dönmüş üstelik etrafı diğer balıkçıların ağları ile önü kesilmiş ağlarımızdan otuz balık çıkardı!

Acemi reisin, acemi, fakat şanslı tayfalarıydık. Berber Hüseyin dümen de keyiften bacak bacak üstüne atar, ıslık çalarak limana girerdi. Keyfi gıcırdı senin anlayacağın! Ağ’lar kördüğüm olsa ne yazar, Reis liman taşında kimi yakalarsa, karışmış ağın ucundan tutturuyor, ağ çözülene kadar adamı esir alırdı. Valla küçük Emrah modunda takıldığı için her zaman yardımcı bulurdu. Bak bu konuda çok yetenekliydi reisimiz, kulakları çınlasın!:))

Teknenin aşçısı bendim! Öğle yemeği için tuttuğumuz balıkların en fiyakalısından seçerdim (dört, beş kiloluk kalkan) limana gelene kadar balık pişmiş, hazır olurdu. Beyaz veya mor fark etmez, bol soğanla birlikte yumulurduk balıklara. Üzerine bir kilo tahin helvasını yer bir bondi suyu içerdik. Sonra çaylar demlenir… Aynı gün ağları açar ve akşamı tekrar denize atardık. Periyodik olarak her gün ağ çektiğimizden ağlarımızı on veya on beş günde bir devir etmiş oluyorduk.

Güneşin doğuşu ile birlikte her sabah üç kilometre koşar, üç bin metre ağ çekerdik denizden. Bazen haftada iki kez, Avcılar köyüne koşarak giderdim. (Limandan on yedi kilometre.)

-Neyse biz kaldığımız yerden devam edelim…

Balık neredeyse su yüzüne çıkmıştı ki ağdan kurtuldu, eğildim kuyruğundan tutmaya çalıştım, fakat parmaklarımın arasından kaçtı. Reis “sen uzan, ben senin ayaklarından tutacağım” dedi. Kaçmakta olan balığı yakalamak için iyice sarktım küpeşteden. Kafam suyun içine girdi, balığı tek elle tuttuğum için parmaklarımın arasından sürekli kaçıyordu. O kısacık zaman içinde en az beş altı kere tekrarlanmıştı bu olay.

Son kez başım suyun içindeyken balığı sıkıca kavramıştım ki! Tekneye vuran sert bir dalganın tesiri ile tepetakla denize düştüm. Mart ayı olmasından kelli, deniz buz gibi soğuktu. Denize düşmem ile birlikte ne kalkan kaldı elimde ne tutunduğum küpeşte.

Güya reis benim ayaklarımdan tutacaktı. Beni tutacağı yerde kuleye çıkmış. Ben denizde balıkçı muşambaları ile gırgır canası gibi dururken o nerdeyse gülmekten denize düşecek! Arkadaşım Ruhi’nin yardımıyla zor bela tekneye çıktım. Ayağımdan su dolu çizmeleri çıkardım. Kamaraya giderken, denizin çalkalaması yüzünden, iğne gibi ince uçları olan sert pullu kalkan balıklarının üstüne çıplak ayakla basınca tam oldu!

Canım öyle yandı ki bunun üzerine reis ile kısa bir koşuşturmaca yaşadık. Halen gülüyordu kalleş:) (Kim olsa güler de, herkes bu reis gibi yalan söyler mi bilmem. Güya ayaklarımdan tutacaktı pöh yalancı şey)

(Bu arada Ağabeyimde gülüyordu)

-Biliyor musun ağabey benim intikamımı kim aldı?

- Kim aldı?

- Pavurya!

- Limanda pavurya (Yengeç) için attığımız ağları temizliyorduk. En heybetlisinden bir pavurya; Berber Hüseyin’in parmağından yakalamış mı?

Sen bizim reis’i liman taşında, ole Lee, vo lale derken dört döndüğünü bir görecektin:)

Yağlarım tek tek eridi vallah!

Yine acıdım ve onu ben kurtardım!

- Nasıl kurtardın?

- Baktım pavurya parmağı salmıyor, parmağı tutan ayağı kırdım! Fakat halen salmıyor, kaynamış sanki tuttum çektim…

- Eee… ne oldu?

- Parmağa beş dikiş attılar kih kih kih oh olsun…

Bu kez ağabeyimle birlikte başladık gülmeye…

…..

Yakalanan iskorpitleri tekrar suya saldık ve oltalarımızdaki yemleri tazesi ile değiştirdik. Yine karanlıkta rast gele denize boca edip ateşin yanına portatif koltuklarımıza oturduk.

Ağabeyimden bir Ünye türküsü….

Kesir bağlarında bir top gülüm var

Ey Allattan gorkmaz sana bana ölüm var

Ölüm deyil şu genşlikde zülüm var

Gel dur yanuma halları söyleyim

Halimden bilmeyen ben u yari neyleyim

Kesir bağlarından gelsin geçilsin

Gurulsun sofralar rakı konyak içilsin

Herkes sevdiğini alsın çekilsin

Açma pencereyi esmesin yeller

Sana yandığımı duymasın eller.

Usul usul bas-da gel tattalar oynamasın

Pencereden gaş-da gel cazu annen duymasun.

……….

-Yaşa be ağabey…

- Elekçiyi paşa yapmışlar, ağaçları gördükçe “Ah gidi kasnaklık” dermiş.

-!!!

Devam edecek…

 
Toplam blog
: 438
: 826
Kayıt tarihi
: 07.01.07
 
 

Milliyet Blog'a hangi vesile ile kayıt olduğumu doğrusu hatırlamıyorum!  Bende birçoğunuz gibi ya..