Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Haziran '08

 
Kategori
Felsefe
 

Beş baş ‘izm’in bugünü

‘İzm’lerin hepsi, kayıtsız şartsız hepsi, ki ben bu yazımda yalnızca beş bildiğim baş ‘izm’in, sırasıyla seksizmin, kapitalizmin, fundamentalizmin, nasyonalizmin ve komünizmin, kısa, ama çok kısa tanımlarını yapacağım, insanın mozaikimsi manzaraya denk ‘varlığının’ yapıtaşlarından birini simgeleyebilme özelliğine sahip oluşlarından, ne kadar bazıları baştacı, ne kadar bazıları yerlebir edilseler de, iyisiyle de kötüsüyle de, kaçınılmazdırlar.

Kaçınılmazdırlar, çünkü insanlığı tehdit eden onca sosyolojik, psikoljik, politik, vesayire vesayire, hastalıkların kökten tedavisi yerine bu hastalıkların semptomlarını örtbas etmeye çarptırılmış ‘izm’ler durum değil, perspektif şifresiyle çözülebilir fenomenlerdir. Yani bir ‘izm’in yandaşlarını anlayabilmek ve yerinde yorumlayabilmek için onların hayat çemberi içinde teşkil ettikleri yerin durumunu değil, o yeri teşkil edenin mevzubahis çembere, yani hayata bakış açısını, ‘hayatî perspektif’ini çözebilmek, bir insanı içinde bulunduğu duruma iten etkenleri değil, o etkenlere sebep hayat anlayışının özündeki hayata bakış tarzının ardındaki etkenleri anlayabilmek gerekir. Durum böyle olunca, hakkıyla yerinde kötü diyebileceğimiz birçok ‘izm’in yandaşlarının aslında sosyolojik, politik hatta psikolojik olarak başka bir alternatife sahip olmadıkları garip gerçeğiyle baş başa kalırız. Yani birçok ‘izm’ bulaşıcı hastalık gibidir (ancak bu cümlede kullandığım ‘bulaşıcı hastalık’ tanımının ‘iyi’ veya ‘kötü’ anlam taşır nitelikte değil, bu iki subjektif değeri aşar nötrlükte, ilmî içeriği birinci dereceden önemli özellikte bir ifade olarak anlaşılmasını isterim). Bir insanı bir ‘hastalığa’ kapıldı diye yargılamak, kendisinin medenî olarak tanımlanmasını isteyen bir toplum için kabul görmez bir durumdur. Bu, örneğin ‘aids’ hastalığına yakalanmış birini, hastalığından dolayı asıp kesmek, ömür boyu, ya da şu kadar ya da bu kadar yıl hapise mahkûm etmek gibidir.

Kısacası, şu veya bu ‘izm’e eğiliminden, ya da aktif katkısından dolayı insanları yargılmaktan öte, sağlıklı insan bilincimizle ‘kötü’ deme cürretini (bazen haklı olarak) kendimizde gördüğümüz ‘izm’lerin bir yaylım ateşi gibi onun bunun canını yakmasını önleyecek medenî tedbirler üretebilmemiz gerekir.

Bu bağlamda seksizm, ki bence seksizm ‘izm’lerin en güçlüsüdür (seksin toplumsal boyutu bir yana genetik kitabımız ‘genom’un hayatî bir cümlesine denk ‘gen’ olarak da en güçlü koda sahiptir ve önemi en sarsılmazlardandır) ve bu yüzden ‘izm’ler listesinde insan var oldu olalı ilk sıradan bir kerecik olsun ikinci sıraya dahi düşmemiştir, evet, bu bağlamda seksizm insanın genetik kaideler doğrultusunda gelişen davranış psikolojisinin bir genetik kodun olağanüstü güdümü altında kalarak bu baskı doğrultusunda o güdümün kendiselleşmesidir, yani kaidelerinin taşıyıcısı insanın varlık kaidelerini aşıp sadece ‘o’laşmasıdır. Seksizm, kişilikler ötesi sekstir. Seksizm, genlerimize, yani doğamıza, yani kendimize, yani insan oluşumuza değil, bundan biraz fazlasına, yani bizim insan oluşmuzla seksi bütün bu kaidelerden önemli bir konuma taşıyabilme yetimizle seksin kendisine hizmettir. Zevk ise seksin kendisinde değil, yani cinsiyetler arası doğal paylaşımda değil, sekse hizmet eylemindedir. Seksizmde zevk eylemin kendisinde değil, hizmetin kendisindedir. Bunun psikolojideki adı ‘substitude pleasure’, yani ‘yedek zevk’tir. Yani insan seks ‘oyun’unda seksin kendisindeki bir numaralı zevk oyuncusunu oyundan alıp yerine bilmem kaç numaralı sekse hizmetten zevk oyuncusunu oyuna alır. Seksizmde kadın da yoktur, erkek de, homoseksüeli de yoktur, biseksüeli de. Seksizmde seks yapanlar değil, sekse yabancı, seksin kendisine ‘yabancılaşmış’, sekse hizmet ederek seks ütreten seksist işçiler vardır.

Kapitalizm’de de öyledir. Aynı düşünce iskelesini kapitalizmin gövdesine dayayarak gözlerinin içine bakabileceğimiz yüksekliklere tırmanmak mümkün. Kapitalizm insanın ‘para aşkı’nın (‘sermaye aşkı’ diyerek Marx’tan Stiglitz’e kadar birçok bilirkişiyi de aramıza katabiliriz) insansal varlık hükmünden taşıp, varlığını başkalaştırarak ‘yaratıklaşması’dır. Kapitalizm’de de, seksizm de olduğu gibi, insanın herhangi bir şeye birinci dereceden yatkınlığından, bağımlılığından ya da tutkunluğundan ziyade, bu sıfatlara ikinci dereceden köleliğinden söz etmek gerekir: insanın ‘para aşkı’ aşkı. Kapitalizm’de insan paraya değil, ‘para aşkı’na aşıktır. Bu noktadan sonra insanın başına gelebileceklerini fenomen fenomen araştıran isimlerden Marx’ı Engels’i, Hegel’i Fichte’yi, Dekart’ı Feuerbach’ı, Rawls’u Hardt’ı ve Negri’yi, hatta Ahmet Muhip Dıranas ile Kafka’yı, Hilmi Ziya Ülken’le Borges’i tek bir listeye sığdırabilen en ‘mammut’ konu ‘yabancılaşma’dır. Kapitalizm insanın varlığı boyunca emek dosyasına yazadurduğu alın akı hikâyesinin uzaktan kumanda bir mürekkeple menfaat çatışması dramasına uyarlanmaya başlandığı maddî reyting delisi vicdansız bir senaryonun düzeysiz öyküsüdür. Kapitalizm insana kendi varlığının senaryosunu kendisine canavar rolünü yakıştırarak bir korku filmi şeklinde yazdırmasını becerebilmiş olmasıyla kendi varlığını garantileyen ‘psikopat’ bir fenomendir (bu konuyla ilgilenenlere Slavoj Zizek’in ‘Lettre’ dergisinde yayımlanan ‘Haiti’de karşıdevrim’ adlı makaleyi tavsiye ederim; yazının geniş özetini derginin aynı isimli internet sitesinde okumak mümkün). Kapitalizm yaratıcısı insanın yok oluşuna ters orantılı olarak varlığını sağlamlaştırabilen, etkisel alanını genişletebilen, gücünce acımasız, silahı sayılarının karmaşıklığınca varlığının felsefesi basit bir fenomendir. Kapitalizm kötü değildir, yalnızca insana değildir, çünkü kendinedir; yalnızca kendine olanın insana faydası olabilir, ama insanlığa asla.

Gelelim ‘fundamentalizm’e, daha doğrusu dinî fundamentalizme (kökten dincilik). Günümüz mainstream haber dünyasının en çok kullandığı ‘izm’lerden biri olan ve hemen her seferinde islamî fundamentalizm olarak dile gelen fundamentalizm aslında Amerikan protestantizminin (protestanlığının) dinî askerleri katı incilcilerin başlattığı, incil’i eleştirenleri ve modern doğa bilimleri hedef alan, salt teolojik bir akımdır. Bu tanımdan öte, dinî fundamentalizmin günümüzdeki şekillerini içeren sözlüksel ve ansiklopedik tanım ve tariflerini geçiyor (bu işi wikipedia ve benzerlerine bırakıyorum), kendi konuma uygun, mevzubahis tanım ve tarifleri içerir kendi tanımımı yapmak istiyorum: bu bağlamda dinî fundamentalizm, ister protestan, ister katolik, ister islamî, ister bir başka din güdümlü olsun, insanın din aracılığıyla tanrıya ulaşışı ya da varışı değil, tam tersine, aynı insanın vardığını sandığı tanrısını yanına alarak dini merkezleştirişi, yani dini tanrıdan üstün tutuşudur. Dinî fundamentalizm kayıtsız şartsız ‘tanrı sevgisi’ değil, sorgusuz sualsiz ‘din sevgisi’ sevgisidir. Kökten dincilik dinedir, tanrıya değil. Kökten dincilikte kulluk tanrıya değil dinedir. Ama tanrı din değildir; din tanrıya varan yoldur; yani din tanrının adresi değil, ona varan navigasyon sisteminin açılımıdır. Kökten dincilik, kulun kendisini davetlisi olduğu ev(ren) sahibi tanrıya götüren taksiden inmek istemeyişi gibidir. Tanrıya varmaktan çok, taksiyle dolaşmaya tapmaktır. Bu bağlamda kökten dincilik aslında kulun tanrının davetine uymaktan vazgeçişidir. Bir başka deyişle, dinî fundamentalizm kulun tanrısına ayıbıdır, bile bile tanrısını kapıya kilitleyişi ve gelmeyeceğini kendisine söylemeyi akıl edemeyişidir. Dinî fundamentalizm, kulun dininin işçiliğine soyunarak tanrısına ‘yabancılaşma’sıdır.

Bir sonraki ‘izm’im olan nasyonalizmin bugünü de diğerlerinden pek farklı değildir. Globalleşen dünyanın insanları birbirine yaklaştıkça, üyesi oldukları halklar birbirinden uzaklaşıyor. Bir yandan ‘profit’ uğruna (paylaşım adına değil) kurulan çimentosu ucuz demiri paslı sun’i ‘international’, ‘global’ köprülerden geçmeye ikna edilen haklar, köprünün diğer ucunda kendisini bekleyen ‘refah’a ulaşamadan, ayaklarının altında kayıp giden ‘olanaksızlıklar’ yolunun karanlık boşluğu sefalete kafalama dalışlarını açlık kokan açık ağızlarıyla izlerken, diğer yandan bu köprülerin sahtekâr mimarları düşenlerden paylarına düşenleri istifledikleri sun’i cennetleri koruyabilmek için en iyi çimento ve en kaliteli demirle etraflarına metrelerce yüksek duvarlar örüyorlar. İşin ilginç yanı, köprüden düşenleri tutacaklarını vaad eden ‘politikacıların’, yani binbir ünvanıyla devlet adamlarının ikâmetgâh adresi de mevzubahis yüksek duvarlar arkasına düşen semtlerdedir. Ufaldıkça üzerinde işgal ettiği yerin adresini unutan insan dünyada kaybolma kaygsıyla başbaşa kaldığı için aklının ufkunda kurtarıcı bir sınır görünsün ümid eder ve ümid ettiğini yeni dünyanın herkesi sıkıştırdığı son çaresiz köşe ‘devlet’inde bulur. Nasyonalizm, insanın kimliğinden öte, varlığını devletin tekeline devredişidir. Yanlış anlaşılmasın, kimliğinden öte varlığını devletin tekeline devretmeye yanaşmayanlar devlet ya da vatan haini insanlar değildirler; zaten gerçek anlamda ‘devlet’ gerçeği de üyelerinin kimliklerinden öte varlıklarını kendi tekeline devretmesini istemez, çünkü bunun ulusal ilerlemede tıkanma anlamına geleceğini bilir. Sağlının bilincindeki devlet, üyelerinin kimliklerinde gizli benlikleriyle yetinmesini, bundan öte, üyelerinin hür varlık anlayışları sonucu ürettikleriyle gelişip, büyümesini bilen devlettir. Nasyonalizm’de kimliğin yerini varlık alır. Sorgusuz, sualsiz. Hizmet devlete değildir, devletin hizmetindekilere hizmettir. Yani mevzubahis ‘mimarlara’, ‘politikacılara’ hizmettir. Yani yatırım duvarların yüksekliğinedir. Yani bin yerde suçlunun suçsuzdan izolasyonunadır. Varlığı devletin tekelindeki insanın gelişimi hür olamaz, hür olmayan insanın devleti de hür olamaz.

Çare komünizm’de midir? Hayır! Ama suç kömünizm’de değildir. Suç ‘izm’dedir. Hiçbir ‘izm’ ‘o’ çare değildir. Çünkü ‘izm’ler insanlaradır, insanlığa değil. Bu hep yanlış anlaşılmış, yanlış yorumlanmıştır. Devletler Marx’ı kendilerine hizmette teorik ilâh, felsefî mesih ilân etmiş, onun insanlardan yola çıkarak insanlığa varma emelini hem toeride hem de pratikte gözden kaçırmışlardır. Büstünü oraya buraya dikenlere Marx’ın mezarında ‘yapmayın allah aşkına!’ deyişine kulak asmamışlardır. Hatta dinin mental boyutuna parmak basışının ardında bir bildiği yokmuş gibi yapıp ona bir peygamber muamelesi yapanlar bile olmuştur. Durum bu kadar paradokstur. Hayır çare bilindiği sanıldığı şekliyle komünizm de değildir. Yapanlar komünizmi, üyeleri insanların kafalarına basa basa ‘komün’e ulaşarak, onu merkezleştirerek yapmışlardır. İnsanı Marx’ın oturttuğu tahtan kaydırarak onun çizdiği memlekete ulaştıklarını, dolaysıyla içeriksiz bir ülkeye vardıklarını, insansız herhangi bir alanın doldurulamayacağını, komünizmi ararken kapitalistlerin rüyalarını süsleyen hayalet şehir ‘el dorado’ya vardıklarını görememişlerdir. Komünizm, üyeleri insanlardan çok onların oluşturduğu ‘komün’ü sevmek şeklinde icraa edilmiştir ki bunun ne kadar yanlış olduğunu yakın tarih hepimize göstermiştir.

Ben yazımı Marx’ın şu sözüyle bitirmek istiyorum: ‘Duymak istemeyenden (daha) sağırı yoktur!’

 
Toplam blog
: 47
: 537
Kayıt tarihi
: 09.04.08
 
 

Freiburg Üniversitesi Nörolengüistik ve Felsefe bölümü mezunuyum. H..