Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Aralık '10

 
Kategori
Felsefe
 

Bilinçte kuantum sıçraması ve tetikleyici bir ruh; Ahmed Hulusi

Bilinçte kuantum sıçraması ve tetikleyici bir ruh; Ahmed Hulusi
 

"Tünel"den, "TÜMEL"e...


Sınırlı ve mekanik boyutumuzun sınırlı ve mekanik hizmetkârları olan çamaşır ve bulaşık makinelerimiz kireçlenmesin diye, deterjanın yanında bir de ayrıca kireç çözücü kullanmayı âdet edinmiş, fevkalâde zekî ve ayrıcalıklı bir türün mensuplarıyız bizler! Ancak ne yazıktır ki; bilinç boyutumuzda yaşanan hayâtî kireçlenmeleri giderecek rûhî ve fikrî açılımları gerçekleştirmek, yâni hakîkat boyutundaki asıl “kireçlenme”yi ve bu kireçlenmeyi giderecek yegâne “kireç çözücü”yü tanıyıp hakkını vermek ve “varoluşsal özgül ağırlığımız”a uygun düşeni, yakışanı yerine getirmek noktasında ise kırıklarla dolu, içleracısı bir karnenin de sâhipleriyiz aynı zamanda! Kendimize, “Bu mudur yeryüzündeki, dünya gezegenindeki ve tüm <ı>‘kozmolojik cennet’teki en donanımlı, en üstün yaratık olarak sergilediğimiz IQ düzeyi?” diye soracak olsak; sanırım epeyce utanırız, doğru yanıtı vermekten… Zîrâ “İstisnâlar kâideyi bozmaz!” diyerek, âlî türünün hakkını vermiş ve insanlık âleminin tekâmül serüvenindeki köşe taşları olmuş “ehl-i fark”ı, o nâdide farkındalık erlerini bir kenara bırakırsak; genel olarak hazır yemeyi âdet edinmiş ve bu nedenle de hazır ve sağlıksız gıdâların yarattığı “evrensel zehirlenme”ye mâruz kalmak yolunu, minimize ettiği cüzzî irâdesi doğrultusunda bile isteye seçmiş bir çoğunluğun parçaları olduğumuz gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalırız! Fazlasıyla zordur, can yakıcıdır bu yüzleşme! Ruh bunaltır, iç karartır, sıkıntı yaratır ama; en nihâyetinde yadsınamaz, saklanılamaz, ertelenemez, hasıraltı edilemez cinsten bir gerçektir bu! İşte bu en önemli gerçeğin çok ciddî bir analisti, yaşanan “evrensel zehirlenme”nin en etkili panzehirlerinden biri o! Kendi kavramsallaştırmasıyla “Hz. İnsan” makâmından “insansı” düzeyine yuvarlanmış mûcizevî bir potansiyelin, yâni dünya ve ukbâ boyutundaki ebedî ve sürekli cennetine kurulması beklenirken yara bere içinde, düştüğü “dışsallık” ve “bölünmüşlük” çukurunda vehimler, vesveseler, korkular ve zanlarla gıdâlanan ve bu zehirli gıdâlarla gün be gün kireçlenerek çürüyen mûcizevî bir varlığın fizik ve metafizik hekimi o! Ve bu son cümleyi okusaydı eğer; kesinlikle “fizik ve metafizik” ifâdesine takılır, böyle bir ayırımın temel zemîn olan “Tevhîd Şuuru”na, o evrensel hakîkate tezat teşkil ettiğinin ya da uygun düşmediğinin altını süratle çizer, kibarca uyarırdı bizi… Zîrâ en bilindik ve sâde şekilde “Hakîkat” olarak ifâde edebileceğimiz sonsuz gerçekliğin aslâ böyle bir düalizmi, ikircikli yapıyı, bölünme ve kategorizasyonu barındıramayacağının kristalize şuuruyla hareket eden, her söylem ve iletisini getirip eninde sonunda bu bütünsel vurguya bağlayan, bu hassas ölçü olmaksızın “Hakîkat” üzerine birçok şey söylense de onun aslâ hâl edinilemeyeceğini, yaşanılamayacağını işâret eden, “Bir” oluşun, ‘Bir’ey olmanın hakkını veren gerçek bir ruh o! Yâni “potansiyel gücünü gerçekleştirme” yolunu seçmiş ve sonuç almış bir ruh. Bizim bu “fizik ve metafizik” ifâdemiz ise; kendisinin, bütüncül dizgesini hem ciddî bir bilimsel terminoloji ve paradigma, hem de derin bir rûhî tefekkür ve açılım buuduyla gözler önüne serdiğini vurgulamak için işlevsel boyutta seçtiğimiz fonksiyonalist bir söylem olabilir olsa olsa! Zîrâ “mikro-kozmos” olarak tanımlanan ve “Hakîkat Kitabı”nda da “küçük âlem” ifâdesiyle aynı vurgu yapılan “insan”a dair kaleme alınmış Ahmed Hulûsi iletilerine “kalp-zihin-beden” boyutundaki bütünsel içtenlikle kulak verdikten sonra hâdiselere düalist ya da parçalayıcı bir gözle bakmak, bakabilmek, pek mümkün görünmemekte… Bundan üç, üç buçuk yıl önce eşim, tefekkür ve şuursal terakkîyat araştırmalarımız, kendimize özgü keşfiyat programımız dahilinde mutlakâ ama mutlakâ listeye almamız gereken bir isim olduğunu belirttiğinde pek de ciddîye almadığım, hattâ ilk göz gezdirmelerim çerçevesinde biraz da yadırgadığım ve itici bulduğum bir isim olmuştu Ahmed Hulûsi. Ki kendi bireysel serüvenimde “yem olan tanrı” olarak ifâdeye çalıştığım ve “aslolan hakîkat”e bir perde olarak nitelediğim o sahte tanrı yanılsamasına yönelik olarak <ı>“Böyle bir tanrı olsaydı bile; ona inanmadığım için alnımdan öperdi beni!” diyen, bu sıcak araştırmalardan sonra da varlık dümenini tasavvuf deryâsına çeviren, zihnîtaklalar bakımındanhiç de uslu durmayan ve bu îtibarla da yeni söylemlerden çok da fazla rahatsız olmaması beklenilen bir yolcuydum ben. Ama yine de ilk etapta yadırgatıcı, belki uçuk, tam olarak adını koyamadığım bir rahatsızlık duygusu uyandıran gerçek dışı söylemler olarak görünmüştü bana, Ahmed Hulûsi’nin heybesindekiler. Zîrâ bugünkü bakışımla ancak idrâk edebiliyorum ki; en dipteki reaksiyoner boyutu, o köklü itiraz mekanizmasını harekete geçiriyordu bu söylemler! Ve kirli ezberimi zora sokması sebebiyle de tehditkâr görünüyorlardı, her dâim “Biliyorum!” diyen, bu tehlikeli zanla vârolan güçlü ‘merkez’ime, ‘ego’ma… Sonra kendi özgün keşfiyat programımıza bir şekilde dahil olan Ahmed Hulûsi’ye daha yakından bakma sürecimiz başladı. Aynı zamanda internet ortamında da mevcut olan ve tüm yaşamı boyunca kesinlikle ücretsiz olarak insanlara sunulan kitapları, sitesindeki tüm yazılı ve görsel dokümanlar, dünyanın çok çeşitli yerlerinde verdiği konferans kayıtları bu süreç içinde peyderpey zihnî ve rûhî süzgecimizden geçti. Farklı söylemler olsun diye oluşturulmuş zorlama ve tutarsız tespitler değildi onunkisi! Bilakis, öylesine öz bir tutarlılık, belki de bu zamâna kadar hiç alışmadığımız o denli tutarlı bir tutarlılık vardı ki tespitlerde; statik zihin ne kadar ayak diremek isterse istesin, en derinlerde bir yerler hafiflemede, çok ciddî bir açılım ve yükseliş kaydetmedeydi. “Kabuk” taraf, ya da Hulûsi ifâdesiyle “koza” ciddî tepkiler verse de, “öz” bayramdaydı sanki! Zîrâ çok ciddî bir <ı>“kireç çözücü” işlevi görüyordu, ruh süzgecinden geçerek diline, beyânına yansıyan o katıksız keşfiyat... Ve üç, üç buçuk yıllık bu serbest araştırma programımız belli bir ritmle devâm ederken, Ahmed Hulûsi “Allâh İlminden Yansımalarla Kur’ân-ı Kerîm Çözümü” adını verdiği o kapsamlı ve târihî çalışmasıyla çıktı karşımıza! Zihinler “Hiç mi Kur’ân meâli yazılmadı ya da Kur’ân tefsiri hazırlanmadı bu ülkede! Bunu ‘târihî’ olarak nitelemek abartıdır ve bu noktada daha önce yapılmış olan sayısız çalışmaya karşı da bir hürmetsizliktir, saygısızlıktır! Fazlasıyla iddialı bir söylemdir!” diyebilir pekalâ! Ancak ben yine de sükûnetle bu ‘târihî’ ifâdesinin altını bir kez daha çizer ve bu reaktif ve fazla aceleci yorumun kısa bir bekleme sürecine tâbî tutulduktan ve çalışma baştan sona samîmî bir anlayışla “oku”nduktan sonra yeniden ele alınmasını, âcizâne öneririm. Öncelikle bu çalışma ne bir meâl, ne de bir tefsir. Tamamen alışıldık formların dışında bir açılım, bir ‘olan’ı çözümleme ve aslında Ahmed Hulûsice oluşturulmuş bir Kur’ân’ı “oku”ma, anlama ve yaşama kılavuzu. Çok ciddî ve sistematik, yâni bütüncül ve tam anlamıyla tutarlı bir metodoloji! Kur’ân’ı ve Tuğrul İnançer Hoca’nın deyimiyle bir “inanç sistemi” değil, bir “yaşama sistemi” olan İslâm’ı anlama ve hayâta taşıma kılavuzu! Ve daha açığı, yaşamın, “Hayy”atın kendisini, bütününü idrâk ufku… Bu önemli nitelemenin ardından gelecek cümlenin, “Herkes Kur’ân’ı kendi bakışı ile okumak ve anlamak zorunda. Ahmed Hulûsi öyle okumuş ve anlamışsa bu yalnızca onu ilgilendirir. Dolayısıyla yapılan çalışma özneldir ve bu subjektif çalışmanın da <ı>‘târihî’ sıfatıyla nitelenip insanlık adına adetâ bir <ı>‘dönüm noktası’ olarak sunulması son derece yanlıştır, uçuktur!” şeklinde olması da gâyet doğaldır. Zîrâ “ben” merkezimize tırnak içinde “emniyetli” gelen ve ‘Biliyorum!’ zannıyla artık neredeyse kemikleşmiş olan bin yıllık ezberin dışına çıkılması, ya da buna teşebbüs edilmesi, çok uzun yıllardır içimizde köklenmiş ve kemikleşmiş o güçlü itiraz mekanizmasını tüm haşmetiyle ve kükreyişiyle açığa çıkarmakta ve “eski-statik zihin”, her an “Hayy” sıfatıyla yoğrulan o son derece arı ve çevik farkındalığa bir türlü ayak uyduramamaktadır. Bu nedenle içten gelen “reaktif tavır” doğaldır, beklendiktir. Ne var ki bu noktada yapılacak en önemli şey; “bu reaktif yapıyı gözlemleyebilme” ve “ne gibi bir rahatsızlık hissedilirse hissedilsin, araştırma sürecini kesintiye uğratmaksızın keşfiyâta devâm edebilme”dir! Aksi hâlde “yeni”yi görme ve sıçrama adına hiçbir kazanç kaydedilemeyeceği açıktır… … Ve biz, bu olmazsa olmaz dikkât ve anlayışla bakmaya niyet edelim, Ahmed Hulûsi’nin kapsamlı ve kendi kişisel açılımında önemli bir zirve olarak nitelendirilebilecek bu çok önemli çalışmasına… “Hakîkat” denilen yegâne ve devâsâ gerçekliği anlamada en temel paradigma, daha doğrusu bilinç düzeyi olan “Tevhîd Şuuru” gibi son derece hassas bir nokta, ziyâdesiyle stratejik bir bakış ve açılımla ete kemiğe büründürülebilmiş bu özel çalışmada. Öz olarak, özet olarak, konsantre olarak denilmiş ki; “Hakîkat”i anlamanın ilk ve tek şartı olan “Tevhîd Şuuru”, <ı>‘Allâh var, gayrı yok!” düsturunun anlık değil, teorik değil, zaman ve mekân ötesi idrâkidir; ezelî ve ebedî bir süreklilik durumu olan <ı>‘hâl’ boyutuna dönüşmüş şeklidir! Ve bu noktaya erişen artık hep oradadır, emniyette ve sahih imândadır… Felsefî terminolojide “Evrensel Akıl” – “Logos”, “Geıst”, “Mutlak Tîn” – “Mutlak Ruh” olarak geçen ve kısmî bir buudda verilen sonsuz ve sınırsız kozmik sistem ise “Sünnetullah” ifâdesi ile netleştirilip tüm boyutlarıyla açılmış ve bu bütüncül yapı içinde, “gökteki tanrı-yerdeki insan-aracı peygamber” şeklinde özetlenilebilecek, klâsik ve şuursal açılıma engel teşkîl eden hatâlı, sığ din anlayışı son derece cesûr ve gerekli bir biçimde deşifre edilmiş! “Hakîkat”i yaşamada olmazsa olmaz olan “Tevhîd Şuuru” ile böylesi “parçalı, bütünlük dışı ve sahte kodlamalara dayalı bir din anlayışı”nın aslâ ve aslâ bağdaşamayacağı açıkça ortaya konmuş ve “B” sırrı ifâdesiyle anahtarı verilen “bütünsel kozmik bilinç”, yâni “Tevhîd Şuuru” tüm tıkanma noktalarıyla gâyet net gözler önüne serilmiş. Sınırları gâyet net verilen hayâtî tıkanmalar çerçevesinde, içinden bir türlü çıkılamayan, ya da “Allâh’a inanıyorum!” diyerek bir çırpıda sıyrılınacağı zannedilen <ı>“şirk” açmazı isetüm püf noktaları ve yumuşak karnıyla son derece berrâk bir biçimde resmedilmiş. <ı>“Şirk” denilen “Büyük Aldatmaca”nın, Tevhîd Şuuru” içinde olmama hâli olduğu ifâde edilmiş ve <ı>“bütünsel kozmik bilinç” olarak özetlenebilecek “Tevhîd Şuuru”na takoz koyan, bend olan, kişiye bu bütünsel bilinç noktasına ulaşamaması için ciddî bir tuzak, büyük bir ilizyon olan şirk boyutu, <ı>“açık şirk” ve <ı>“gizli şirk” tanımlarıyla gayet net bir biçimde açık edilmiş. Gökte veya yerde, yâni ötede bir tanrı”, “dışsal bir tanrı kabûlü” <ı>“açık şirk” tanımlamasıyla detaylarıyla çözülürken, Allâh’ın yanı sıra O’ndan ayrı, güç kuvvet sahibi bir varlık kabûlü de <ı>“gizli şirk”olarak tüm hatlarıyla çizilmiş ve “okuyan”ı, Şirk konusu bu kadar hassas bir nokta ise, yeniden detaylı bir îman sorgulaması yapmak farz olmuştur!noktasına mutlâka getiren çok önemli bir “uyarı çözümleme” gündeme getirilmiş! Zîrâ “şirk” bugüne kadar “Allâh’a inanmayanlar”ın, “bir tanrı kabulleri olmayanlar”ın içine girdiği bir durumdu, klâsik sözlüğe ya da daha doğru ifâdeyle “kemikleşmiş ezberimiz”e göre! Oysa A. Hulûsi, “İnandım diyerek kurtulacağınızı mı sanıyorsunuz?” âyetinin çok ciddî bir açılımı anlamına gelen “sağlıklı şirk çözümlemeleri”yle hâdîseye mikroskobik bir ölçü ve çok ince bir hassâsiyetle bakıp “Kur’ân’ı nasıl okumak gerektiği”ne ışık tutmuş, ışık olmuş âdetâ… Hâl böyle olunca da “okuyan”a, hiç de o kadar otomatik ve hazırcı olmayan, son derece arı bir dikkat ve âlî bir şuur gerektiren çok farklı ve hassas, ancak bir o kadar da zengin ve heyecanlı bir yol açılmış! Sonsuz ve eşsiz keşfin o görkemli kapısı! Ve <ı>“Sır’rın Sırrı” verilmiş aslında, “okur”lara sunulan bu önemli varlık haritasıyla… Yapılan net ve ezber bozan <ı>“kader”, “ölüm”, “takvâ”, “kıyâmet”, “azap”, “Cebrâil”, “put”, “hikmet”, “teslîmiyet”, “namaz”, “oruç”, “zekât”, “zikir” ve “Kur’an” tanımları, daha doğrusu açılım ve çözümlemeleri eşliğinde inşâ edilen ve bir “dizge” olarak da nitelendirilebilecek olan bu sistematik ve tutarlı yapının en önemli kavşak noktası ise; <ı>“Allah ismi ile işâret edilen olarak ifâde edilen, ‘99 esmâ’ ile sembolize edilmeye çalışılsa da aslında sonsuz esmâ boyutuna hâiz olan ezelî ve ebedî mevcûdiyet” ile, <ı>“potansiyel insan olarak ifâde edilebilecek mûcîzevî yapı”nın, “ortak alan” denilemeyecek denli eşsiz ve hassas iç içeliğinin ve daha doğru ifâde ile “BİR”liğinin açığa çıkardığı büyük yol ayrımı olmuş. O en önemli yol ayrımı ise en kestirme ve kısa hâliyle; “kendinde dercedilmiş olan binbir esmâ boyutunu kuvveden fiile geçirerek gerçekleştirme yolunu seçen ve mânâ boyutunu taşıyan gerçek insan” ile, “bu sonsuz potansiyeli açığa çıkarma yoluna sırt dönerek ve kendini madde-beden boyutundan ibâret görerek <ı>‘kendi nefsine zulüm etme bataklığı’na saplanan insansı” arasındaki ezelî ve ebedî seçim, “irâde” noktası olmuş şüphesiz! “Eşhedü” şifresi ile müşâhede zirvesine eren “ehl-i keşif” ile “ehl-i taklit” arasındaki o irâdî nokta! Zîrâ tüm parçalarıyla ve son derece tutarlı bir sistematikle ortaya konulan dizgedeki bu hayâtî yol ayrımı, “Zerre küllün aynasıdır!” ölçüsünden, yâni en temeldeki “Tevhîd Şuuru”ndan hareketle “insan”ın ve dolayısıyla da insanlığın ezelî seyrine yön veren, daha doğrusu “cüzzî irâde jokeri”yle “küllî irâde”yi yaşama, ondan geniş mânâda pay alma imkânına da kapı açabilen son derece önemli bir seçim olarak netleştirilmiş, şiddetle altı çizilmiş, Kur’ân’ın o zaman ve mekân üstü çağrısı son derece arı ve tetikleyici bir metodoloji ile ispât-ı vücûd ettirilmiş! Bu nedenle bu hayâtî çalışmaya “öznel bir bakış ya da bir çeşit yorum” anlayışından çok daha öte bir biçimde yaklaşılması ve bu çalışmanın, “total insan bilincindeki olası kuantum sıçramasına kapı açabilecek en ciddî tetikleyicilerden biri” olduğunun çırılçıplak farkına varılması son derece önemli! Zîrâ klâsik ezberimizdeki <ı>‘nefse zulüm’ hâdisesinin, hiç de “kendi kendini hırpalamak ve gereksiz yere yormak” gibi düz, sığ ve kolay bir anlama gelmediğine, bu noktanın kişiye sonsuz yaşamını, yâni ezelî ve ebedî farkındalığını kazandıracak ya da kaybettirecek biricik dönüm noktası olduğuna uyanarak “öncü kıyâmet”ini yaşayan ve “Büyük Yanılsama”dan ciddî bir kuantum sıçrayışıyla kurtulan her bir insan; Hz. Âdem A.S. ile yeryüzünde tecellî edip Hz. İsâ ve Hz. Mûsâ A.S. gibi 124 bin önemli istasyon vesîlesiyle çok ciddî dönüşümler yaşayarak Hz. Muhammed S.A.V. ile kâmil noktaya ulaşan yegâne din olan İslâm’ı kuvveden fiile geçirerek tüm boyutlarıyla yaşanır kılacak ve bütün bir varlık sahasında yaşanacak devâsâ bilinç patlamasıyla, insanlık düştüğü “vehimler çukuru”ndan ebeden kurtulup kendisine ayrılan o aslî makâma çıkacaktır şüphesiz! Ve işte, “Büyük Şölen”dir orası! İşte çalışmanın ‘Hayy’âtîyeti, târihî boyutu apaçık budur! Şahsen kendisini tanımasam da, kanımca ortaya koyduklarından açığa çıkan manzara odur ki; Ahmed Hulûsi’nin varlığı, yâni bu tarz bir tefekkür ufkunda oluşu ve açıkça insanlarla paylaştığı tüm hususların bütünü, bugün insanlığın, Ahmed Hulûsi’nin şahsında ciddî bir aşama kaydettiğinin, sınıf atladığının resmidir, çok açık bir ifâdesi ve de ispâtıdır! İnsan, Ahmed Hulûsi’den açığa çıkanların şahsında vites yükseltmiştir; serbest bir tanımla “insan fıtratının anlamlı seyri ve idrâki” anlamına gelen “İslâm”ın doğru anlaşılabilmesi ve kavranılabilmesi noktasındaki çok önemli târihî seyir ise fazlasıyla ciddî bir sıçrama kaydetmiştir! Ahmed Hulûsi ismindeki araştırmacı, sorgulayıcı ve tetikleyici ruh sayesinde, bilinçte kuantum sıçraması yaşanmıştır açıkça! Bu noktada çoğunluğun bu fikirleri kavraması, tam anlamıyla idrâk etmesi ve içselleştirmesi gerçekleşmemiş olabilir! Bu, kişilerin cüzzî irâde uygulamalarıyla alâkalı olan bir noktadır ve insanlar ellerindeki bu cüzzî irâdeyi, ortaya konulan bu ciddî ufuk ve “varlık haritası” vâsıtasıile kullansalar da kullanmasalar da çıta yükselmiştir; zîrâ hizmet gerçekleşmiştir! Gerisi ise İslâm dâiresinde tamâmen özgür bırakılan ruhların kişisel seçim ve irâdeleriyle alâkalıdır. İnsanlığın bilinç târihine düşülmesi gereken şerh düşülmüş, çakılması gereken o kristâl çivi çakılmıştır, vesselâm… Ahmed Hulûsi, ihlâsı ve bir ömürlük ciddî “say”i, yâni büyük ve aralıksız gayreti ile, <ı>“tasavvuf”olarak tanımlanan “Hakîkat Bilgisi”nin tüm kriptolarını “çağdaş-modern-yeni insan” olarak târif edilebilecek günümüz insanının çağdaş sözlüğündeki kelimelere dönüştürebilme nîmetine, yâni liyâkatine, bu mânevî yetkiye hak kazanmış, büyük seçimini “insansı” değil “gerçek insan” hedefinden yana kullandığı için de “potansiyel insan” armağanını kuvveden fiile geçirerek kendini gerçekleştirebilmiş bir “insan”! “İnsansı” düzeyinde yer alan “potansiyel insan”ı “kendini gerçekleştirmiş insan-Hz. İnsan” makâmına taşımada ölçü olmuş ciddî bir model, çok ciddî bir tefekkür ufku! (Ki bu noktayı bir grafiğe dökmeye çalışırsak; “potansiyel insan”ın nötr olan “sıfır noktası”na, “insansı”nın eksiler düzeyine, “Hz. İnsan-Gerçek İnsan”ın da artılar düzeyine tekâbül ettiğini söyleyebiliriz belki. Ama Hz. Mevlânâ’nın, o “Ne olursan ol gel!” dâveti ve onun da ötesinde “Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz!” yüce hakîkati çerçevesinde bakıldığında, “insansı”nın da her zaman, yâni son nefese değin “potansiyel insan” olduğu gerçeğine ulaşılır ve zâten hâdise de bu potansiyelin gerçekliğe taşınması meselesinden başka birşey değildir…) Aksi hâlde böylesi hassas bir sistem bu kadar net deşifrasyonlarla çözümlenemez, kâğıda kaleme ya da söze dökülemez, bu tarz çalışmalar yapılamaz şüphesiz! Bu çalışmaların yapılabilmiş olması; “ilâhî matematik”le işleyen ve yanlış tartması aslâ mümkün olmayan “Sünnetullah”ın Ahmed Hulûsi’ye verdiği yanıt, çok reel bir sonuç! Zîrâ kendisinin de bütün çalışmalarında altını çizdiği üzere; <ı>“Sünnetullah” olarak ifâde edilen “sonsuz kozmik sistem”, hatâ imkânı olmayan kusursuz bir matematik ve eşsiz bir estetikle işlemekte! Ve bu mükemmel seyirde “kozmik - küllî irâde”nin, ya da Hulûsi’nin deyimiyle “Allâh ismiyle işâret edilen”in “zulüm”, “haksızlık etme”, “intikam alma” gibi hususlarla nitelenmesi, kesinlikle mümkün değil! Çünkü sözü edilen “kozmik irâde”nin kişiselleştirilmesi, insanlaştırılması ya da insânî sıfatlarla sıfatlandırılması imkânsız, O’nun eşsiz varlığına ters! Hulûsi’ce bir ifâdeyle insan gibi düşünen bir tanrı söz konusu değil, ama tanrı gibi düşünen bir kristalize insan ufku fazlasıyla mümkün! İşte bu nedenledir ki El-Müntekıym, El-Hasiyb, El-Adl gibi esmâlar, bu muhteşem, eşsiz ve tek varlığın “intikam alma”, “kin gütme”, “haksızlık ve zulüm etme” gibi sıfatlardan münezzeh olduğunu, bu noktalarda açığa çıkan hakîkatin ise “Sünnetullah”taki ilâhî matematik, yâni katışıksız bir adâlet düzeni ile ilgili olduğunu açığa çıkarıyor. Bu noktalarda Allâh’ın zulmedici olmadığını, aksine kendi seçimleri ve eylemleri noktasında kendisine zulüm edenin, yine insanın kendi zâtı olduğunu, kişinin kendi cehennemini kendi zan, vehim ve vesveseleriyle, yâni kişisel şartlanma ve kilitlenmeleriyle bizzat kendi inşâ ettiğini ve ‘azâp’ ya da ‘hüsran’ denileni de zaten bu boyutta bu şekilde yaşamaya başladığını çok net ve açık bir şekilde ortaya koyan Ahmed Hulûsi, sadece bu noktadaki berrâk ve önemli çözümlemeleriyle bile ciddî bir hizmete imzâ atıyor ve şikâyet’, ‘atâlet’, ‘isyan’, ‘hatâlı kader anlayışının arkasına sığınma’ ya da “Biz onlar gibi olamayız; dolayısıyla bu kadar bilmemiz kâfîdir!” anlayışı gibi tüm sağlıksız, kestirme, kolaycı ve kaçak yolları da çok profesyonelce tıkıyor aslında! Sağlıksız yolları tıkıyor ve insanın kendi mûcizevî potansiyelini gerçekleştirme yolunu çok ciddî bir şekilde aydınlatıyor. Ve işte bu ciddî aydınlatma da, neden Allâh’ın velî kullarına korku olmadığını ya da neden <ı>“Tevhîd Şuuru”na erişen âlî ruhların her halinin namaz olduğunu, onların uykudayken bile nasıl namaz halinde bulunabildiklerini apaçık ortaya çıkarıyor! Yani <ı>“Sır’rın Sırrı”nı ifşâ noktası hiç de abartı değil, tamâmıyla reel. Hulûsi’nin bu özel ve insânî tekâmül adına son derece önemli ve nitelikli çalışmayla ortaya koyduğu sistematik dizgenin bir diğer önemli parçası ve belki de püf noktası ise, <ı>“B Sırrı”! Zîrâ sistem “oku”nduğunda, insanı olmazsa olmaz “Tevhid Şuuru”na ulaştıracak olan noktanın “B Sırrı”nda olduğu, anahtarın, “B”nin altındaki noktada gizli olduğu anlaşılıyor; Hz. Âlî’nin “Kur’ân’ın sırrı Fâtihâ’da, Fâtihâ’nın sırrı ‘Bismillâh’ta, ‘Bismillâh’ın sırrı da B harfindedir! Ben, B’nin altındaki noktayım…” şeklindeki sözünün anlamı netlik kazanıyor. Hz. Âlî’nin bu ifâdesinde geçen “Kur’ân”ın, tüm kozmik sisteme tekâbül eden “Sünnetullah” olduğunu düşünürsek, “Sünnetullah”ı çözen ve “Tevhîd Şuuru”yla “Bir”e eren “gerçek insan”ın da o “Bir”icik ve minicik noktaya tekâbül ettiği söylenilebilir. Ve yakalanan bu ufukla, o olmazsa olmaz “Tevhîd Şuuru”yla, o biricik ve minicik nokta olan insan, “yaşayan Kur’ân”a dönüşmüştür; mikrodan makroya olan beklendik açılımı gerçekleştirmiştir, Kur’ân’ın seçkin ifâdesiyle iflâh olmuştur, yâni felâha ermiştir… Dolayısıyla Ahmed Hulûsi, Kur’ân’ın verdiği mesajları salt zâhirî boyutta değil, aynı zamanda bâtınî ve bâtınînin de bâtınîsi düzeyindeki daha üst boyutlarda, yâni insandan beklenilen aslî düzeylerde tefekkür etmiş ve çözümlediği bu ince mânâ şifrelerini de tüm insanların paylaşımına sunmuş çok hassas bir göz, ciddî bir fark ehli! Tasavvuf olarak ifâde edilen “Hakîkat Bilgisi”nin çok önemli gördüğü ve ilm-i ledün olarak tanımladığı o çok öte boyuta vâkıf olmuş tüm kristalize ruhlar, Hz. Mevlânâ’yı Hz. Mevlânâ yapan âlî ruh Şems-i Tebrizî’nin de altını çizdiği “Kur’ân dört seviyede ‘oku’nabilir. İlk seviye zâhirî boyuttur. Sonraki bâtınî mânâ. Üçüncü, bâtınînin bâtınîsidir. Dördüncü seviye o kadar derindir ki; kelimeler kifâyetsiz kalır târif etmeye!” hakîkatinde birleşmekteyse; Ahmed Hulûsi de ortaya koyduğu çıta ile, bu üst ve aslî düzeyleri yakalama noktasında çağdaş ve son derece nitelikli bir ölçü işte! <ı><ı>Du<ı>â<ı> veya zikir, sanıldığı üzere dışarıdaki tanrıdan birşey istemek için değildir! Du<ı>â<ı> ve zikir, tümüyle, kişinin beynini oluşturan ‘All<ı>â<ı>h’ adıyla iş<ı>â<ı>ret edilenin özelliklerinin harekete geçirilerek, insanın istediğine kavuşma mekanizmasını çalıştıran düzendir. Zikir, kişinin beynindeki belli il<ı>âhî<ı> kuvveleri açığa çıkarma amaçlıdır! Kişi bunu gerçekleştirdiği ölçüde ‘All<ı>â<ı>h’a yakınlaşmış olur. Du<ı>â<ı> ise ‘yönlendirilen beyin dalgaları’dır ki; kişinin, istediklerini, kendindeki ilâh<ı>î<ı> kuvve ile gerçekleştirme amacına yöneliktir.<ı>Zikrin tesirinin görülmesinin inançla al<ı>â<ı>kası yoktur. Beyinsel bir mekanizmanın çalışmasıdır bu olay. İnanmayan, dener ve görür sonuçlarını.”diyerek duâ ve zikir jokerlerinin insanın hizmetine sunulmuş açık birer çek olduğunu işâret eden, vahyin de bu mânâda insanda olanın bir boyutsal açığa çıkışı, idrâk ve hâl noktası olduğunu belirterek peygamberlere gökten suhuflar falan inmediğini, bu noktanın tamâmen onlardaki şuursal bir açığa çıkış olduğunu söyleyen, Kur’ân’daki ‘yedi kat gök’ ifadesinin nefisteki yedi mertebeye işâret ettiğinin altını çizen ve yine çoğu yerde geçen ‘semâ’nın beyine, zihine, bilince, ‘arz’ın ise bedene işâret ettiğine vurgu yapan, namaz, oruç ve zekât gibi hassas hususları çok arı bir farkındalıkla ete kemiğe büründürerek derinlemesine anlaşılır kılan, orta salât olan ikindi namazının mâhiyetine çok sürpriz ve berrâk bir açılım getiren, ‘fâiz’in, ‘karşılıklılık’ esâsına dayandığı için, ‘her dâim beklentisiz paylaşım ruhu’ demek olan İslâm’a tezat olduğundan haram ilân edildiğini açık eden, Kur’ân’da çok yerde geçen ‘dağ’ ifâdesinin belirli yerlerde ‘ene-benlik-ego’ anlamına geldiğini vurgulayan ve yine çoğu yerde geçen ‘put’ların da günümüzdeki para, mevkî, şan, şöhret, çevre edinme, konformizm gibi noktalara tekâbül ettiğini bir şekilde işâret eden ve bu çerçevede ‘hikmet gözü’ denilen husûsun da aslında ‘öz şuur” noktası olduğunu gösteren çok ince bir göz, fazlasıyla ince bir zekâ, pürüzsüz bir ufuk âdetâ! Dolayısıyla hayâti kireçlenmelerinden, ciddî bir mütefekkir diyebileceğimiz büyük şair Kısakürek’in <ı>“Gönlüm uçmak isterken semâvî ülkelere, ayağım takılıyor yerdeki gölgelere!” estetiği ile altını çizdiği çok önemli yüklerinden kurtulmak isteyen tüm araştırmacı ruhların, insanı “insan” kılacak yegâne seyirdeki ‘Hulûsi durağı’nı esgeçemeyeceklerini, kesinlikle esgeçmemeleri gerektiğini ve “Allâh İlminden Yansımalarla Kur’ân-ı Kerîm Çözümü” ismini verdiği bu son çalışmasına da âcîliyetle vakit ayırılması icâb ettiğini düşünüyorum nâçizâne. Ki bu önemli çalışmanın tamâmına hem Ahmed Hulûsi’nin internet adresinden ulaşılabilir, hem de çalışma, orada bilgileri verilen yayıncı firmadan taleple, ücretsiz olarak kitap formatında edinilebilir. Altmış küsur yıllık ömründe çok genç yaşlardan beri bu keşfiyat çalışmalarıyla hemhâl olup, en ufak bir sapma olmaksızın gün be gün yıllanan fikrî duruşu ile günümüz insanına önemli bir deniz feneri olan Ahmed Hulûsi, ortaya koyduğu bu çok önemli çözümlemelere paralel O’nun tam bilinemezliğinin ve ifâde edilemezliğinin yüksek şuurunda olduğu için engin bir tevâzuunun da sâhibi aynı zamanda! Çok naif bir ruh doğrusu… İşte tam da bunun için, “Kur’ân’a böyle bakılmalıdır!” cümlesini aslâ kullanmayan, onun yerine “Kur’ân’a böyle de bakılabilir!” diyen çok ciddî bir nezâket ve dikkat ehli. Kendisinin arı bir târifle “Som TEK’illik” olarak ifâde ettiği “Katıksız”ın, yüce mevlâmın huzurunda, kendi mânevî seyrime verdiği ciddî katkı için ve başta Allâh’ın izni, sonra da kendi çabası ve ihlâsı ile oluşturduğu bu zengin “varlığı okuma haritası”nı tüm insanlığa bilâbedel sunduğu için en samimâne, en derinlikli teşekkürlerimi sunarım, bu ince ve emektar rûha! Yüce “Hakîkat”, bu ışık insanların sayılarını artırsın ve bizlerin tam istifâde boyutunu ebeden açsın inşaallâh… <ı>Ayten Çalış Yağmur 15 Aralık 2010 - Ankara
 
Toplam blog
: 27
: 1562
Kayıt tarihi
: 19.01.07
 
 

İsmim Ayten Çalış. Tanıyanlar soyadımla müsemmâ olduğumu söylerler, bilmiyorum! Ama "Sen kendini ..