Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Ocak '12

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Bilir misiniz? Hiç bir şey göründüğü gibi değildir…

Bilir misiniz? Hiç bir şey göründüğü gibi değildir…
 

 Toplum olarak çok kolay kızıyoruz, çok kolay seviniyoruz. Bu özelliğimizle birlikte, çok da kolay yargılıyor, hüküm veriyor ve infaz ediyoruz…

 Kişiler yargılarken, bir türlü kurtulamadığımız, şark kafasının linç kültürü her an ortaya çıkabiliyor…

 Bu kültür eğitimle, sosyal imkânlarla, parayla, pulla, çevreyle hiç alakalı değildir…

Cahil olan tekmeyle, sopayla linç ederken, eğitimli olan da sözle, dedikoduyla, zanla, yargıyla linç eder…

 Ama her ikisinin de ortak yanları vardır; haset ve (hayranlıktan doğan) gizli nefret!

 Linç psikolojisi farklı bir durumdur. Kişinin ruhu linç yapılırken bedenden kaçar gider… Kişi sadece bedeniyle, güdüleriyle ve nefsiyle kalır, akıl yoktur artık. Tıpkı bir hayvan gibi…

 O güne kadar içinde biriktirdiği tüm öfkelerini kurbanından çıkartır. Neden vurduğunun, yaptığının ne olduğunun şuurunda bile değildir… Ta ki, akıl başına gelene kadar!

 Linç bitmiştir… Öfkesi dinmiş, tüm hasetlerini boşaltmıştır. Akıl başa geldiğinde ilk düşündüğü “ne yaptım ben” olacaktır.

 Ve ne yazık ki, ruhu bedeninde yaşadıkça bu soruyu hep soracaktır kendisine…

 Tabi ki kendisine göre haklı(!) gerekçeler de üretecektir. Ama linç sahnesi hayatı boyunca gözlerinin önünden hiç gitmeyecektir…

 Bir gün…

Evet, bir gün o linçe neden olan olayın hiç de göründüğü gibi olmadığını anlayacaktır…

İşte bu can alıcı binlerce yıllık öğretiyi o zaman kavrayacaktır:

 - Keşke bilseydim… Hiç bir şey göründüğü gibi değilmiş!

 Görünenin sadece görebildiğinden (ya da kendisine gösterilenden) ibaret olduğunu anladığında hem kendi hayatında hem de başka hayatlarda çok şeyi değiştirdiğini ve artık “müsebbip” olarak yaşayacağını anlar.

 Sanırım çok zordur müsebbip yaşamak…

 Egolarının arasında sakladığı içindeki iblis, akıl yolunu bağlamış ve artık müsebbip yaşamaya mahkûm olmuştur… Ömür boyu hücre cezasına çarptırır kendisini…

 Oysa olayı duyduğunda biraz dursa, düşünse, kendisine gösterileni değil de gösterilmeyeni görmeye çalışsa doğruyu görecektir.

 Bir bilseydi; hiçbir şey göründüğü gibi değildir...

Bir bilseydi; görünen sadece görebildiğinden, anladığından, ya da kendisine gösterilenden ibarettir...

 Aslında hayatın tümünde böyledir. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Hayatın bize gösterdiklerinden daha başka detayları vardır. Ama hep gözden kaçırırız.

 Siz de bir düşünün; acaba hayatınızda bir kez bile olsa linçe karışmış olabilir misiniz?

 Yeterince bilgi sahibi olmadan, suçlu zannettiğiniz bir masumu sözlerinizle, davranışlarınızla, yargılarınızla, dedikodularınızla, zanlarınızla ya da yalnız bırakarak linç etmiş olabilir misiniz?

 Bütün bunları fiilen yapmış olmasanız da, seyirci kalmış olabilir misiniz?

 Hiç düşündünüz mü?

Seyirci kalmakla; aslında linçin onaylayıcısı, destekleyicisi, kışkırtıcısı hatta müsebbibi olmaz mısınız?

 Kötü niyetli eylemle, (bunu sessiz kalarak destekleyen) iyi niyetli eylemsizlik arasında sizce bir fark var mıdır?

 İyi niyetli eylemsizliğinizin, vurulan darbelerden daha fazla ölümcül olabileceğini hiç düşündünüz mü?

 Linç edilen kurban son nefesini verirken gözlerini gözlerinize dikip “neden?” der gibi baksa gözlerinizi kaçırmaz mısınız? Kaçırdığınız gözleriniz sizi aynada tekrar yakalasa, ne cevap verirsiniz?

 Ya siz? Linçi başlatanlar! Bir insanı itibarsızlaştırmanın, linçe edilmesine neden olmanın ağırlığını aynada gördüğünüz gözlerinizden nasıl saklarsınız?

 Ve en son:

Linçi başlatanlar, linçe karışanlar ve sessiz kalarak destekleyenler; bu insanın masumiyetini (idrakten yana nasipleri varsa tabi) anladıkları anda ona itibarını, canını, haysiyetini iade edebilecek yürekliliği gösterebilirler mi?

 Gösteremezlerse ruhları bedenlerini terk etmiş demektir. Onlar hayvani bir yaşam sürmeye mahkûmdurlar! Çünkü geriye sadece güdüleri kalmıştır…

 İşte bu yüzden kanaat sahibi olurken bile çok dikkatli olunmalıdır.

Hayat karar vermekte acele edenleri daima yanıltır.

 Çin düşünürü Lao Tzu´ nun bir öyküsü vardır, belki çoğunuz okumuşsunuzdur. Ne zaman bir “gönül körüne” rastlasam bu öykü aklıma gelir.

Öyküyü sizlerle de paylaşmak istedim.

***

Bir köyde ihtiyar bir adam varmış…

Çok fakirmiş ama dillere destan bir beyaz atı yüzünden kral bile onu kıskanırmış… Kral at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış…

 -Bu at, sadece at değil benim için, bir dost... İnsan dostunu satar mı? Dermiş hep...

 Bir sabah kalkmışlar ki, at yok… Köylü ihtiyarın başına toplanmış:

-Seni ihtiyar bunak... Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın...

 İhtiyar:

-Karar vermek için acele etmeyin. Sadece “at kayıp” deyin. Çünkü gerçek olan bu… Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karardır. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç! Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez demiş.

 Köylüler ihtiyar adama kahkahalarla gülmüşler. Ama aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş.

At dağlara gitmiş kendi kendine… Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler…

 -Sen haklı çıktın... Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için... Şimdi bir at sürün var...

-Karar vermek için gene acele ediyorsunuz. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu! Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç... Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?

 Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler açıktan, ama içlerinden “bu herif sahiden bunamış...” diye geçirmişler.

 Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara...

 -Bir kez daha haklı çıktın. Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın demişler…

 İhtiyar:

-Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz. O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu.. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru? Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez...

 Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler...

 -Gene haklı olduğun kanıtlandı. Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer...

-Siz erken karar vermeye devam edin. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor demiş.

 Lao Tzu öyküsünü şu nasihatle tamamlarmış:

Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının.

Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır.

 
Toplam blog
: 90
: 2099
Kayıt tarihi
: 27.05.07
 
 

Yaşayacağım yıllar yaşadıklarımdan daha az... Öyleyse "adam gibi yaşamalı" diye düşünüyorum. Kola..