Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Şubat '12

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Bilir misiniz? İyiliği taşımak da zordur…

Bilir misiniz? İyiliği taşımak da zordur…
 

 Güvenlik görevlisi arayıp “randevusuz geldiği için özür diliyor, eğer mümkün ise sizinle görüşmek istiyor” dediğinde çok şaşırmıştım.

 Öyle ya, aradan on yıl geçmişti.

İlk yıllar benim hakkımda söyledikleri kulağıma geliyor, ama aldırmıyordum… Haber getirenlere “o da anlar bir gün” dediğimde hoşgörüme şaşıyorlardı.

 Sonraları haberler kesildi. Unutmuştum onu… Güvenlik görevlisinden adını duyunca “ben bu ismi nereden tanıyordum” kısa bir süre düşünmüş, hatırlayınca da “buyursun” demiştim…

 Görüşmeyeli on yıl olmuştu…

 Bundan 28 yıl önce onu ilk tanıdığımda, yeni mezun, gencecik bir makine Mühendisiydi. Bir müdürünün yeğeni olduğu için, torpille işe alınmış, iş öğrenmesi için şefliğini yaptığım bölüme verilmişti.

 Torpilli gelenlerden hiç hoşlanmazdım. Çünkü bizimki özel bir bölümdü ve özel yetenekler gerektiriyordu. İşi de çok sevmek gerekiyordu. O yüzden alınacak elemanlar yetenek, çözümsel düşünme, hatta (kendimce) kişilik testi bile yapıyordum. Çünkü zorluklarla oluşturduğum takımın bozulmasını istemiyordum. Aradığım “eleman” değil takım kardeşiydi…

 Bakmayın, onun için “gencecik” dedim, ama ben de 27 yaşında, gencecik bir orta düzey yöneticiydim. İşinin delisi, çalışmaktan bıkmayan, neredeyse 24 saat işini düşünen, takımını bir maestro titizliği ile yöneten, biraz delidolu, biraz ağabey, biraz reis…

 İşe başladıktan bir süre sonra harika bir takım kardeşi olacağını, ama asla bu işi yapamayacağını da anlamıştım… Saf, tertemiz bir Karadeniz uşağı idi. Ama hassas işler ve hassas tasarımlar yapma becerisi yoktu. Bunların dışında çok güzel çelik yapı tasarımları yapabiliyordu. Ama bu da bizim işimize yaramıyordu.

 Aradan sekiz ay geçtikten sonra, amcası olan amcası ile konuşup, “çocuğa yazık ettiğini, bizim fabrikada değil, ama holdingin diğer fabrikalarından birinde çok başarılı olacağını” anlatmıştım. Yanlış anlamıştı beni…

 Çocuğu işten kovmak istediğimi, bunun kendisine bir tavır olduğunu, dışladığımızı düşünmüş, bana darılmıştı. Defalarca aynı sözleri söylememe rağmen bir türlü anlamıyordu. Epeyce bir konuştuktan sonra “nasıl düşünürsen düşün…” diyerek yanından ayrıldım.

 Son ümit, çocuğun kendisiyle konuştum.

O da kovulduğunu düşünmüş, ertesi gün işe gelmemişti. Oysa elimden geldiği kadar onun iyiliğini düşündüğümü anlatmaya çabalamıştım. Olmamıştı.

 Veda bile etmeden gitmişti… Çok üzülmüştüm. Oysa tüm düşüncem onun geleceği idi. Benim bölümümde kalsa tüm hayatını “kötü bir mühendis” olarak geçirecekti. Bu meslekte başarılı olma şansı neredeyse hiç yoktu.

 Holdingin başka bir fabrikasında işe başlamış, bir süre sonra da güzel haberleri gelmeye başlamıştı. Çok başarılıydı ve kısa sürede Proje Şefi olmuştu… Bu haberlere seviniyordum, ama benim için söylediklerine çok üzülüyordum.

Söylediklerinin bir tekini bile hak etmiyordum aslında. Buna rağmen ona karşı hiç bir öfkem yoktu, can annemden aldığım hoş görüyü ona da ikram ediyordum…

 Dedim ya; sonra unuttum gittim…

 O odama gelene kadar geçmişi düşünüp heyecanlanmaya başlamıştım. Ne diyecekti acaba? Gıyabımda söylediği kötü sözleri şimdi yüzüme karşı mı söyleyecekti? Söylesin varsın…

Ne olursa olsun, o benim için eski bir dosttu. Kapıda karşılamak üzere ayağa kalktığım anda heyecanla odama girdi…

 Karşımda ceketini ilikleyip, esas duruşta durdu:

- Tanıdın mı beni abey?

- Tanımaz mıyım hiç Ali? Gel bakalım…

 Ani bir hamleyle (ne kadar sakınsam da) elime sarıldı ve öptü. Sonra boynuma sımsıkı sarıldı. Ben de onu kucakladım. İki eski dostun hasretle kucaklaşmasıydı bu…

 Benim konuşmama fırsat vermeden konuştu:

- Güzel abeyim, ben sana teşekkür etmeye, o mübarek elini öpmeye geldim. Aslında kaç yıldır gelmek senden özür dilemek, sana seni çok sevdiğimi söylemek istiyordum, ama cesaret edemedim.

 Hiç ara vermeden, o güzelim (biraz kırılmış) Karadeniz şivesiyle, o kadar candan konuşuyordu ki…

 - Estağfurullah Ali. Ne özrü, ne mübareği… Ben de seni özlemişim bak…

 Odada bulunan elemanlarım şaşkınlıkla bizi izliyorlardı. Onlara döndü:

 - Abeyimin değerini bilin arkadaşlar…

Peş peşe pek çok iltifat etti, bir sürü güzel söz söyledi. Susturamadım

- Estağfurullah Al, abartma ne olur…

- Bunu bilen bilir abeyim… Sen olmasan ben şimdi çok mutsuz, başarısız sıradan bir mühendistim…

Yine elemanlarıma döndü:

- Biliyor muşunuz? Hocam beni işten atmıştı. Aslında atmamış, ama ben öyle düşünmüştüm. Onun için söylemediğim kötü söz kalmamıştı… Daha sonraları bana söylediklerini düşündüm, amcamla neler konuştuğunu öğrendim… Meğerse beni işten atmıyormuş, güzel bir geleceği işaret ediyormuş… Biz yanlış anlamışız.

 Bana döndü:

- Hocam biz Karadenizliyiz ya, biraz heyecanlı oluyoruz. Ne olur kusura bakma, affet beni.

 Yine elime sarıldı, bu sefer çevik bir hareketle elimi kurtardım…

Hem bana, hem de elemanlarıma yaşadıklarını anlattı…

- Eğer orada kalsaydım hiç bir şey olamazdım. İşi değiştirince kendimi buldum, işimi çok güzel yaptım ve öğrendim. Çalıştığım fabrika kapanınca kendi işimi kurdum. Çok şükür, iyi kazandım ve şimdi bir fabrikanın sahibiyim…

 Hepimiz duygulanmıştık. Boğazımdaki düğümler nedeniyle konuşamıyordum, ama içimden durmaksızın şükrediyordum…

 Geç de olsa doğru anlaşılmak ne güzel bir duyguymuş…

 Uzun uzun konuştuk. İş stresi uçmuş gitmiş, yerini coşku almıştı. Ayrılırken hafta sonunda fabrikasını görmemi istedi, “bir de mangal yaparız abeyim” dedi. Sözleştik…

 O hafta sonu fabrikasını gezdim. Gurur duydum, huzur ve mutluluk duydum… O da çok güzel bir “takım abeyi” olmuştu. İşçileriyle ilişkisi çok güzeldi. Kutladım…

- Senden öğrendiklerimi uyguladım abey… Senin anlattığın, söylediğin hiçbir şey aklımdan çıkmadı benim. Seni ne çok sevmişim, sonradan anladım. Bize neler öğretmişsin, o zamanlar farklında değilmişim… Sorumluluk almaya başlayınca öğrettiğin her şeyin derin öğretiler olduğunu anladım, ilaç gibiydin. Ne zaman kararsız kalsam, ne zaman bir problem çıksa önüme, senin öğrettiklerini yaptım…

- Bu kadar önemli şeyler öğrettiğimi zannetmiyorum. Sen güzel gözlemlemişsin…

- Olur mu abey? Sevmeyi, vefayı bile senden öğrendim ben.

- Abartma Ali…

- Ne abartması? Sen demedin mi, kimseye hayran olmayın, kimseye minnet duymayın, sadece sevin diye…

- Evet…

- Sen demedin mi, vefa dediğiniz şey sevginin meyvesidir. Hem de cennet meyvesidir diye…

- Evet…

- Eh işte… Ben de sadece sevdim. Sevdiğime de vefasızlık etmedim hiç.

- Ne diyeyim, Bravo!

- Sen demedin mi, her yaşadığının olayda gördüğüne değil, görünmeyene bak diye… Sen demedin mi, bir kapı kapanır, en az bir kapı açılır diye… Kapanan kapıya bakma, açılan kapıya bak diye… Girdiğin her kapıda ne götürmüşsen o ikram edilir, sevgi götür, sevgi ikram etsimler diye…

 Sustum…

Dizimi dürterek konuştu:

- Konuşsana abey. Bunlar az öğretiler mi? Benim hayatımı nasıl etkiledi görmüyor musun?

 O gün neşe içinde geçti günümüz ve o günden sonra en az 15 yıl geçti, bu süre içinde hep hal hatır sorduk birbirimize…

 Bu sabah uyandığımda aklımda Ali vardı…

 Neredeyse bir yıl oldu karşılıklı görüşmeyeli.

Yakın zamanda birkaç kez aramıştım, telefonu kapalıydı.

Başında bir sıkıntı mı var acaba? Diye düşünerek, bu sabah erkenden aradım…

 Telefonu neşeyle açtı:

- Senin gönül gözünü severim abeyim. Nereden bildin seni düşündüğümü?

- Mektup yazmışsın, bizde okuduk işte.

 Sohbet ettik. İşleri büyütmüş, yurt dışındaymış. O yüzden arayıp, soramamış. Vefasızlığı için özür diledi… Ben de ondan özür diledim…

 -Abey seni ne diye düşündüm biliyor musun?

- Nereden bileyim…

- Benim artık kullanamadığım bir bağ evim var. Sen seversin, onu sana satmaya karar verdim. Çok isteyen var, ama orada sevgiyle yaşayacak insanlar olsun istiyorum…

 Öyle bir rakam söyledi ki, kabul etmem mümkün değil. Neredeyse hediye ediyor…

 - O rakama kabul edemem Ali. Gerçek fiyatını da ben veremem…

- Yapma abey, içimden geldi. Ne olur? Neden kabul etmiyorsun?

- Seni çok severim Ali. Ama sana minnettar kalmak istemem. İyiliğin altında ezme beni. Ben seninle hep dost kalmak istiyorum. Bu kadar büyük bir iyiliği taşıyamam ben. Gün gelir bu iyilik, güzellik ikimizden birine batabilir. Biz seninle hep böyle gönül dostu olalım. Araya madde girmesin. Olur mu?

- Gene bir şey öğrettin abeyim… Sen gene de düşün olur mu? Kırma beni…

 Nasıl kabul edebilirim ki? O evi ne emeklerle, ne hayallerle yaptı. O iyiliğin altında kalınmaz da neyin altında kalınır. Taşıyamam ben. O kadar gücüm yok…

 İnsana iyilik, güzellik bile sadece taşıyabileceği kadar yapılmalı. Daha fazlası (zamanla) sevgisizlik yaratır…

 Eğer iyilik yaptığım kişiden kötülük buldum diyorsanız, kabahat sizdedir; taşıyamayacağı kadar iyilik yapmayacaktınız…

 Ne kendinizin taşıyamayacağı kadar büyük iyilik yapın, ne de karşınızdakinin taşıyamayacağı kadar! Üzülürsünüz…

 İyiliğinizin altında (siz böyle olsun istemeseniz de) ezilen insan gün gelir hayattaki tek düşmanınız olabilir…

 Özellikle insanın “ahmak” olanına yaptığınız iyiliğin şerrinden sakının…

 
Toplam blog
: 90
: 2099
Kayıt tarihi
: 27.05.07
 
 

Yaşayacağım yıllar yaşadıklarımdan daha az... Öyleyse "adam gibi yaşamalı" diye düşünüyorum. Kola..