Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Mart '14

 
Kategori
Anılar
 

Bir 12 Mart mahkemesinin öyküsü-2

Bir 12 Mart mahkemesinin öyküsü-2
 

Beş kişinin ismini sayıyor Karslı.

“Mesela biri Mehmet Kaplan’dı. Biri Ahmet Ak’tı. Kemal Bıyıkoğlu da vardı o gece. Ötekiler de, İsmail Kahraman’la Ufuk diye zayıf biriydi.”

 Hiç birini tanımıyoruz.
 Ortada çok garip bir şeyler dönüyor!

 Söz isteyen bir arkadaşımıza hâkim,

“Her şey meydanda işte, daha ne diyeceksin?” der gibi bir ifadeyle söz veriyor.

“Arkadaşımızın son ifadesinin zapta geçirilmemesini talep ediyoruz.”

Hâkim tersleyerek, eliyle otur işareti yapıyor.

Karslının ifadesi aynen zapta geçiyor. Daktilo hışımla yazmaya başlıyor. Tuşların her tıkırtısı içimize işliyor. Artık nefes alacak halimiz, düşünecek mecalimiz yok! Elden ayaktan düşmüş gibiyiz. Avukatlar, başları önde, çocukların yanında öylece taş gibi duruyor.

Ve daktilo susuyor!

Her şey bitiyor!

Güçsüz, dermansız, tesellisiz öylece kalakalıyoruz oturduğumuz yerde!

Nezih söz istiyor bu defa. Ve mahkemede ilk defa çok kibar bir üslupla konuşuyor,

“İzin verirseniz" diyor,

"Arkadaşımızın söylediği bu beş kişinin kimliklerine dair açıklama yapmak istiyorum.”

Hâkim kuşkuyla bakıyor Nezih’e. Sonra, her şeyi kontrol altında tutmanın rahatlığıyla, devam et anlamında başını sallıyor.

Kâtip yazıyor. Daktilo tuşlarının akıp giden tıkırtıları arasında Nezih'in sakin ve tok sesi duyuluyor.

“Az önce adını zapta geçirdiğiniz Mehmet Kaplan, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat fakültesinin en sağcı, en gerici hocasıdır!”

Bir anda kaşlar çatılıyor, omuzlar dikiliyor, başlar şaşkınlık ve hayretle öne doğru uzuyor. Nezih’e bakan gözlerde müthiş bir öfke var şimdi!

“ Ahmet Ak, Sabancı ailesinin sahibi olduğu bankanın murahhas üyesidir, sağcı, liberal bir ekonomisttir!”

Salonda yalnız Nezih ve Nezih’in duvarlarda yankılanıp ruhumuzu yıkayan gür ve berrak sesi var.

Her tıkırdadığında, arkadaşlarımızı bizden koparıp duvarların arkasına iten daktilonun uğursuz sesi birden değişiyor, kulağımıza göksel bir orkestradan dökülen kutsal nağmeler gibi akmaya başlıyor.

“Kemal Bıyıkoğlu, Erzurum Üniversitesinde de doçenttir. Aşırı sağcı ve Atatürk düşmanlığıyla maruf biridir.”

“İsmail Kahraman, İstanbul MTTB’liği başkanıdır.”

Ve bitirip yerine oturuyor.

“Ufuk adlı kişinin soyadı, Şehri’dir. Hukuk fakültesindeki sağcıların reisi olan sabıkalı bir ülkücüdür.”

Sonra salona uçsuz bucaksız, zifiri karanlık bir mezarlığın ürpertici sessizliği çöküyor…
Havada uçuşan tozların sesi işitilecek neredeyse!

Çıt yok!

Ses yok!
Nefes yok!
Salon yok!
Heyet yok!
Kürsü yok!
Askerler yok!
Duvarlar yok!
Daktilo yok!

Buz gibi bir hava bile yok!

Her şey baştan aşağı buz kesilmiş!

Salonda, sanık sıralarında gururla oturan arkadaşlarımızın dimdik duran başları var sadece!

Savcının yüzü kıpkırmızı, nefret dolu gözlerle Karslıya bakıyor.
Bulsa, oracıkta boğacak!

Yedek hâkimler, başlarını önlerindeki dosyalara eğmiş, kaldırmıyor.
 Hâkim elindeki kalemi hızla masaya çarpıyor, gözleri Karslı’nın üstünde, sert bir sesle,

“Ara!” diyor.

Kürsü boşalıyor.

Küçük bir işaret, bir göz kırpma bekliyoruz arkadaşlarımızdan. Ama nedense bugün asla dönüp bakmıyorlar bize. İçimiz içimizi yiyor.

Neydi bu böyle?
Az önce neler döndü burada?

Bitmeyecek gibi gelen aranın sonunda, gardiyan kürsünün arkasındaki kapıyı açıyor ve heyet içeri girip yerine oturuyor.


  Hâkim salondakilere bakmadan kararı açıklıyor.

“ /…/ Yapılan duruşma sonunda …”

Lanet daktilo yine ölüm kusan bir makineli tüfek gibi tıkırdamaya başlıyor.

 “ … söz konusu delillerin taşıdığı müphem …”

Tuş sesleri yine içimizi delip geçiyor.

 “ /…/ sayılı kanunun, mükerrer maddesi mucibince …/”

Ve birden her şey bitiyor!

“ /…/ Beraatlerine oy birliği ile karar verildi. Duruşma bitmiştir!”

Tokmak bütün hışmıyla kürsüye iniyor!

Büyülenmiş olmalıyım!

Saatlerce gerilen kaslarımdan hücrelerime kızgın lavlar akıyorsanki, bedenim, beynim zonkluyor, salon gözlerimin önünde eriyip yok olmaya başlıyor.

Göz alabildiğine her yere ebemkuşağının en güzel, en parlak, en neşeli renkleri doluşuyor. Göklerden peş peşe deli sağanaklar boşanıyor. Saçlarımda, yüzümde binlerce yağmur damlası dans ederken, kulaklarımda tarih öncesi vahşi savaşçıların çaldığı devasa davulların, gongların, çanların, tunç kampanaların yerleri gökleri ortasından yırtan sesi yankılanıyor.

Başka şey duymuyorum!

Dışarıda sigara yakınca kendime geliyorum ancak... Selimiye Kışlasından Harem’e yürümüyor, kanatlanmış uçuyoruz. Biz sigara içmiyoruz zaten, sigaralarımız bizi içiyor.

“Şu sizin çocuklar, ne çeşit bi dümen çevirip askeri mahkemeyi kündeye getirdi bilmiyorum ama artık kurtuldular, hadi geçmiş olsun.” diyor, avukatlardan biri.

Ertesi gün tahliye oluyorlar. Tıp fakültesinde okuyan arkadaşlarımız hemen Karslıyı hastaneye yatırıyor. Sevinç içinde yurda geliyoruz. İçimiz içimize sığmıyor, merakımız hiçbir şeylere sığmıyor.

“Nasıl oldu bu iş? Nasıl bi dalavere çevirdiniz lan siz öyle?”

Nezih anlatıyor.

“Adli tıp raporunun sağlam geldiği duruşmayı hatırlıyor musunuz? Onca işkenceye rağmen devrimci tavrımızı bozmamış, kuyruğumuzu dik tutmuştuk. Ama o rapor hepimizi yıkmaya yetmişti. Adaletin teminatı sandığımız bir kurumun açtığı iğrenç bir çukura düşmüştük.

Yemekten önce, koğuştakilere o gün olanları anlatırken, o sırada duvar dibinde volta atan Balaban Abi aniden durup,

‘Bi dakka be, siz çıkarsınız çocuklar!’ demez mi?

İlkin, bize moral vermeye çalışıyor sandık.

‘Dalga mı geçiyorsun abi ya?’

'Çok ciddiyim! Şimdi, Adli Tıp Kurumu bu çocuğa sağlam raporu verdi mi? Bütün ifadeleri geçerli mi, geçerli. O halde dediğimi yaparsanız kurtulursunuz! Her gün, bu koğuşta bir tiyatro oynanacak. Bizler hâkim, savcı, asker olacağız, sizler de mahkûm. Gazete ve kartonlardan üniforma ve cop, süpürge sapından tüfek yapacağız. Duruşma salonunda her ne oluyorsa, burada da aynısı olacak. Eğer mahkemede, Karslıya ezberlettiklerimizi söyletebilirseniz hepiniz yırtarsınız. Yeter ki ifadesi bir kez, ama bir kez zapta geçsin!'

O günden sonra koğuşta bu oyunu oynadık. Karslıya diyeceklerini güzelce ezberlettik. Sonuçta Karslının ifadesi zapta geçirildi ve bu numara hepimizin hayatını kurtardı. İşte olan biten bu!”

“İyi de, ya ifade zapta geçirilmesin diye yaptığınız o itiraz, o yediğiniz dayaklar neydi öyle?”

Aylardan sonra ilk defa doya doya gülüyorlar!

“Heyet numaramızı anlayamasın, elimize tombaladan beş devrimci daha düştü sansın, diyeydi. Sonunda Karslıyı kullanarak attıkları kuyudan biz çıktık, onlar düştü. Yediğimiz dipçiklere değdi ama!”

Kahkahalara boğuluyoruz.

“Devrimci adam, kendi adaletini kendi yaratır!” diyor bir arkadaşımız kenardan. Şaplağı indiriyoruz kerataya.

Sonra okullar bitiyor. Birer ikişer ayrılıyoruz. Adresi değişenler, gözden uzak olanlar hayat memat yolunda git gide silinip, unutulur oluyor. En son Gaziantep'te noter olduğunu işitiyorum Nezih’in.

Aradan on yedi yıl geçiyor.

Bolu'da deprem araştırmaları yapmak için kamp açmaya gidiyorum. Ambarcımız iaşe için alışveriş yaparken, ben Bolu'nun biricik caddesinde başı boş geziniyorum.

Bir tabela çarpıyor gözüme.

Bolu, 2. Noter Nezih Ertürk!

Ertürk mü?

Bizim Nezih’in soyadı Ertürk müydü?..

Tereddüt içinde kapıdan giriyorum. Kıvırcık saçlarına ve bıyıklarına kır düşmüş. Kocaman gözlüğünün arkasında, cin bakışlı kara gözleriyle masada oturan bizim Nezih!

Sevinçle sarılıyor, günlerce buluşup arkadaşlarımızdan, eski günlerden konuşuyoruz.

1991 yılının Eylül ayında, ODTÜ'yü kazanan kızının kaydını yapmak için yağmurlu bir günde arabasıyla Ankara'ya giderken, ailece korkunç bir kaza geçiriyorlar. Yalnız küçük oğlu sağ kurtuluyor. 17 yıl sonra bulduğum arkadaşımı, 4 ay sonra ailesiyle birlikte kaybediyorum.

 

Taner Yılmaz, 10.03.2014 İstanbul

 

 
Toplam blog
: 36
: 7030
Kayıt tarihi
: 12.12.07
 
 

Elazığ'ın, şimdiki adı Alacakaya olan, ama eskiden küçük bir madenci kasabasında; Güleman'da doğd..