Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Nisan '08

 
Kategori
Felsefe
 

Bir acı kahve kırk yıl ilme bedeldir

Tansiyonu bir inip bir çıkan emekli profesör bay Hubel cafe’nin kapısının koluna uzanan elinin artık titremiyor olduğuna sevinerek içeri girdi. İçeride kimsecikler yoktu. Garson bile ortalıkta görünmüyordu. Bay Hubel her zamanki masasının başına gitti. Birkaç kitaba gebe çantasını masanın kenarına bıraktı. Oturamadan yıkılacığını bildiği koltuğa kendini atabilmek için belini doğrultur doğrultmaz karşısında genç garsonu gördü. Koltuğa devrilirken kahvesini ısmarladı.


Çok beklemeden kahvesi geldi. Damağında kahve tadı, gözlerini cafè’nin kocaman camından içeri taşan dışarıdaki hayata serdi. Hareketi ne kadar sevdiğini düşündü. Dışarıda her şey hareket halindeydi. Kahvesinden bir yudum daha aldı. Aklına öğrencisi Fikret geldi. Fikret daha önceki görüşmelerin birinde kendisine kahve ile ilgili ilginç birkaç düşüncesini aktarmıştı. Duyar duymaz aklında tutmayı isteyecek kadar hoşuna gitmişti duydukları. Kahve içmeyen birinin ‘kahvede umudu koklayıp tatmak mümkün’ diyebildiğine hâlâ sevinerek şaşıyordu. Bu yüzden de ilgiyle dinlediği ‘savunma’sının hemen tamamını hatırlayabiliyordu.


Bay Hubel kahvesinden bir yudum daha aldı, arkasına yaslandı ve Fikret’in dediklerini hatırladı. Fikret mevzubahis buluşmalarında kahve ile ilgili bu görüşünün ardından dediğinin geçerliliğinin ‘tinsel’ ve ‘doğa’ bilimlerinin dillerine uyarlanmış sağlamasını yapmayı dahi unutmamıştı. Bu bağlamda kahve’nin tadının bir tinsel bilimlerindeki bir de doğa bilimlerindeki tanımını yapmıştı. Bay Hubel fincanına uzandı ve kahvesinden bir yudum daha aldı ve sevinerek hatırlamaya devam etti. Kahve’nin tadının tinsel bilimlerindeki tanımını ‘kahve’nin doğasının fantezi gücümüzün damağı bilgiye açlığımızın dili umudumuzda bıraktığı tad’, kahve’nin tadının doğa bilimlerindeki tanımını ise ‘kahve’nin ruhunun fizikî gücümüzün motoru duyularımıza proglamlanmış tadıyla ilişkiye girenin kimyasından meydana gelen keyfî formül’ olarak dile getirmişti. Evet, aşağı yukarı öyle dile getirmişti. Bay Hubel kahvesinden bir yudum daha aldı ve hayretine işaret baş sallamayla “Fikret, Fikret” dedi. Yüzünde bir gülümseme, hatırlamaya devam etti. Ama ‘tinsel bilimleri’, ‘doğa bilimleri’, ‘fizik’, ‘kimya’ vesayire derken bildik ‘tinsel bilimleri’ ‘doğa bilimleri’, ‘fizik’, ‘kimya’ vesayireden bahsetmiyormuş. Düşüncelerinin saydıklarının ‘oluşum yolları’nın bugünden çok, çok daha sonraki dönemlerin gerçeklerine bile kritik sayılabilecek zamansızlıkta olduğunun altını yeterince çizebilecek zamanları olmadığına üzülüyormuş. Bu konuya girerse asıl anlatmak istediğinden uzaklaşmak zorunda kalacağını bildiğinden ‘dilerseniz bir gün bu konuyla ilgili düşüncelerimi uzun uzadıya anlatabilirim’ demekle yetinerek ‘savunma’sına devam etmişti.


Fikret kahvenin tadının her iki bilimdeki tanımını yapar yapmaz tanımı ve tanımdaki her bir kelimeyi merceklemeye başlamıştı. ‘Kahvenin doğası’ derken aslında kahvenin neleri kendinden yaratabileceğinin listesinden bahsediyormuş. Yani kahve kahve oluşuyla neleri dünya’ya getirebiliyormuş. Hemen saymaya başlamıştı. Kahve’nin kahve oluşuyla dünya’ya getirdiği en önemli gerçek kendisiymiş. Kahve’nin kendisi olmadan hakkında konuşmanın da mümkün olamayacağı için her şey kendisiyle başlıyormuş. Yani kahve’nin kahveden başka bir şey olmayışıyla. Kısa kısa anlatıp geçiştirdiği konu’nun başlığına ‘kahvenin fenomenolojisi’ bile denilebilirmiş. Bay Hubel duyduklarına inanamıştı. Karşısındaki genç her düşüncesinde evrenin tümünü kucaklamak istediği için kahve hakkındaki düşüncelerini bile mantığının en uç noktalarında yazılı duran kaidelere bir göz atmadan dile getirmiyordu. Bunun sonrasında dili aracılığıyla beyninden çıkanları dinlerken Fikret’in kendini beyninde bir bu düşünceden bir o düşünceye ışınlarkenki sinaptik kıvılcımları görebildiğine bile inanmıştı. Öyle hızlı, öyle geniş ve de öyle derin işliyordu beyni. Ama Fikret’i dinlerken ve izlerken yorulabileceği ihtimâli aklının ucundan bile geçmemişti.


Bay Hubel kahvesinden bir yudum daha aldı.


Fikret bay Hubel’e ‘kahve’ sözcüğünün felsefî sözlükteki anlamının nasıl olması gerektiğini anlatmaya başlamıştı. Bu tanımdan ileri giderek kahvenin tadının doğa bilimlerindeki tanımına ulaşacakmış. Buna göre ‘kahve’ sözcüğünün ‘felsefe sözlüğü’ndeki değil, ‘felsefî sözlük’teki anlamı ‘kırk yıl hatır’ olmalıymış. Kırk yıl hatır demek, kırk yıl barış demekmiş. O zaman bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır sözünden yola çıkarak içilen kahvelerin kaç yıl barış olduğu hesaplanmalıymış. İşte bu uğraşı sırasında yaşanılan onca duygudan biri de ‘umut’muş. Hakikaten de herkesin kahvenin bu anlamını anlayabildiği bir dünyayı ‘umut etmek’miş. Bu yüzden ‘kahve’de umudu koklamak mümkündür’ demiş.


Kahvenin tinsel bilimlerinin gerçekleri bazında daha neleri kendinden yaratabileceğinin listesiyle fazla oyalanmadan, kahvenin tadının doğa bilimlerindeki tanımını anlatmaya başlamıştı.


Buna göre ‘kahve’ sözcüğünün ‘fizik sözlüğü’ndeki değil, ‘fizikî sözlük’teki anlamı ‘kahve’deki umudu tattırır’ gerçeğinin altını yerinde fizikî dille çizer nitelikte olmalıymış. Bu bağlamda ‘tadabilmek’ için ‘tadılacak şeye ‘dokunabilmek’ gerekirmiş. ‘Dokunabilmek’ için ise uzun ya da kısa bir ‘mesafe’yi katetmek gerekirmiş. Demek ki herhangi bir şeye dokunabilmenin yolu ona yaklaşmaktan geçiyormuş. Bunun başka yolu da yokmuş zaten. Tabiî eğer ‘fizikî’ dille konuşulduğunun herkesçe kabulü bekleniyorsaymış. Ama bu anlattıklarının ‘kahve’ sözcüğünün ‘fizikî sözlük’teki anlamıyla ne ilgisi varmış? Anlatsınmış.


Kahvenin tadının doğa bilimlerindeki anlamının yazılı durduğu sözlüğe bakmadan önce başka bir noktanın aydınlığa kavuşturulması gerekirmiş. Aslında önemli olan kahvenin tadının doğa bilimlerindeki anlamı değil, o anlama ulaşırken katedilen yolmuş. Kahvenin tadının doğa ve tinsel bilimlerindeki tanımına giden aklî yolun birliğinin görülmesiymiş. Evet, ‘kahve’ sözcüğünün ‘fizikî sözlük’teki anlamı ‘kırk yıl bağlantı’, ‘kırk yıl ilişki’, ‘kırk yıl bileşim’ olmalıymış. Neden ‘kırk’ yıl mıymış? Çünkü ‘kırk yıl’ ifadesinde zaman donlarını kaybediyormuş. ‘Kırk yıl’ zamana ‘hadi len!’ türünden iyi niyetli küfür gibi bir şeymiş. Kırk da olabilirmiş, kırk bin de. Yani ‘fizikî’ dil bunu istediği gibi diline tercüme edebilirmiş. Felsefe fiziğe ‘bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır’ derken zamanı onun tercüme edeceği gibi de anlayacağını söylemek ister incelikte geniş tutmuşmuş ufkunu.


Bay Hubel oturduğu koltuktan masadaki kahve fincanına uzandı ve iştahlı iştahlı kahvesinden yudumladı. Tekrar arkasına yaslandı ve kaldığı yerden öğrencisi Fikret’in dediklerini düşünmeye devam etti.


Fikret ‘Olup bitenlere bir daha göz atmak gerekir’ demiş, anlatmaya devam etmişti. Evet, kahvenin tadının doğa bilimlerindeki tanımında kalmışmış. Kahvenin tadının doğa bilimlerindeki tanımını korkarak da olsa ‘moleküler umutla temasen ilişki’ şeklinde dile getirerek kendisini biraz daha sevimsizleştirmek zorundaymış. Ama öyle olmak zorundaymış.


‘Moleküler umutla temasen ilişki’ de ne demekmiş? Anlatsınmış. Bu tanım aslında kahvenin tadının doğa bilimlerindeki son mutlak tanımına yetişecek ‘önceki evre genç tanımlar’ın en küçüğüymüş. Yani ‘kahvenin tadının doğa bilimlerindeki tanımı bu tanımla dünyaya gelmiştir, doğmuştur’ diyebilirmişiz. Son mutlak tanımın peşinde de değilmişiz. Ama ona varacak tanımlardan kendi aktüel realitemize en uygununu bugün bulabilme çabamızın boşa gitmediğini gösterebilmeliymişiz. Bir ileri adımımızı sağlam atmalıymışız. Bu bağlamda kahvenin tadının doğa bilimlerindeki tanımının neden ‘umudun tadı’ olması gerektiğini herkese izâh edebilmeliymişiz. Ama biz yine ilk tanımımıza dönelimmiş. ‘Moleküler umut’ ne demekmiş? Anlatsınmış.


Bay Hubel kahvesinden bir yudum daha aldı. Bir ‘oooooh’ çekti ve tekrar arkasına yaslandı. Fikret’i düşünmeye devam etti.


‘Moleküler umut’un başında ‘moleküler tad’ varmış. ‘Moleküler tad’ı ‘moleküler doyum’, ‘moleküler doyum’u da ‘moleküler umut’ izliyormuş. Aslında doğa bilimlerinin diliyle dile gelen ‘moleküler umut’u da ‘umudun tadı’ izlemeliymiş. İşte burada doğa bilimlerinin diliyle dile gelen ‘umudun tadı’ ile tinsel bilimlerinin diliyle dile gelen ‘umudun kokusu’ arasındaki birebirliğe de parmak basmak gerekirmiş. Basacakmış da. Ama az sonra. Önce ‘moleküler umut’a giden yolu tarif etsinmiş. ‘Moleküler umut’a giden yolun ilk önemli adımı ‘moleküler tad’, insan ile kahvenin birbirlerine ilk kez ‘merhaba!’ dedikleri anmış. Yani bir fiziksel ilişkinin vazgeçilmez ‘baz’larından biri olan ‘moleküler düzey ilişkisi’ndeki ilk ‘merhaba!’larıymış. ‘Moleküler merhaba’ bile diyebilirmişiz. Şimdi bu ‘moleküler merhaba’yla gelen ‘moleküler tad’ın sebep olduğu bir ‘moleküler doyum’dan söz etmek mümkünmüş. Hatta işin doğası icâbı söz etmek de gerekirmiş. Neymiş bu ‘moleküler doyum’? Sırasıyla anlatsınmış. Şimdi, ‘merhaba’nın, her şekliyle ‘temas’ın olduğu her yerde, nasıl olursa olsun, bir ilişkiden söz edebilirmişiz. İlişkinin olduğu her yerde her zaman, nasıl bir şekle bürünmüş olursa olsun, ‘alış veriş’ de vardır diyebilirmişiz. O zaman ‘moleküler tad’ımızı yerinde tanımlayabilmek için insan ile kahve arasındaki fiziksel ilişkiye, yani o ‘moleküler merhaba’ anında birbiriyle ‘merhaba’laşanların dünyalarında nelerin değiştiğine bir göz atmamız gerekirmiş. Evet, yanlış anlamamışmış, kahvenin de bir alış veriş listesi varmış; yalnızca insanın değil. Yani bu ilişkide insanın alıp da veremediğini düşünmesinin ne kadar yanlış olacağı üzerine uzun uzadıya konuşmak istemiyormuş. Ama neden kahvenin bir listesi olduğunu anlatacakmış. Az sonra. İnsanın kahve ile ilişkisinden payına düşenin moleküler bileşimi ne olursa olsun, üzerindeki etkisi hemen hemen herkeste aynıymış. İnsanı kıpır kıpır edermiş. Hareketlendirirmiş. Moleküler diline emanet ettiği mesajının insanın moleküler kulağı gözünden, burnundan ve dilinden geçtikten sonra, insandaki etkisinin ‘insanı ileriye dürtücü’ özellikte olduğunu söyleyebilirmişiz. Sanki kahve insanı bir şeye inandırabilmek için onu harekete geçirmesi gerektiğini biliyor gibiymiş. Birçoğumuz kahveyle yorgunluğumuzu yenebildiğimizi, uykusuzluğumuzla baş edebileceğimizi, güne daha canlı, daha dinamik başladığımızı, kimimiz ise sigarayla daha bir başka tatlı olduğunu bilirmişiz, vesayire vesayire. Ne kadar bireye göre kahvenin bu özelliklerinin etki yüzdesi değişse de, fenomenler hep aynı fenomenlermiş. Bildik anlamda insan ve özelliklerini şart koşmak kaydıyla. Evet, işte kahveyle ilgili bilinen ve inanılanların listesinin en üstünde bu yüzden ‘umut’ kelimesi yazılı duruyormuş. Böyle bir sonuç çok doğalmış, çünkü ilişkimize olan etkisiyle bizi ‘ileriye dürten’ bir kuvvetin (kahvenin kuvveti) karşılığında bizden isteyeceği tek şey sürekli bir adım ileriye atabileceğimiz yolun hiç bitmeyeceğini umut etmemiz olması gerekirmiş. Bu noktada ise, görebilene, fizik ile felsefe’nin, yani doğa bilimleri ile tinsel bilimlerinin birbirine olan bağımlılığı gözler önüne serilmekteymiş. Şimdi adım adım bu bağımlılığın oluşum öyküsünü anlatsınmış. Aslında ‘oluşum öyküsünden’ çok ‘varlık sınırlarını’ demek daha yerinde olurmuş, çünkü bu bağımılılığın dâimîliği, yani ‘hep varoluş’u da söz konusuymuş.


Doğa bilimleri ile tinsel bilimlerinin birbirine olan bağımlılığını gözler önüne seren gerçek tabloda şunları görmek mümkünmüş: uzun bir yol... çok, ama çok uzun bir yol. Yolun başında ‘moleküler merhaba’, bugün aklımızın erebildiğinin sonunda da ‘evrensel bağımlılık’ yazılı duruyormuş. Ama yolun başı ‘moleküler merhaba’ ile yolun aklımızın erebildiğinin sonu ‘evrensel bağımılılık’ın arasındaki uzun, çok ama çok uzun yol boşmuş. Orada hiçbir şey yazılı durmuyormuş. Ama çok ağır çalışarak, terleye terleye, yolun sonuna varıp tekrar başa dönenlere olduğu kadar niyeti iyi olanlara da o boş, bir nev’i isimsiz, yolun üzerinde koskocaman ‘umut’ kelimesi beliriveriyormuş. İşte o yolda kaybolmamak için gerçeklerimizin, her şeyden önce de doğa bilimleri ile tinsel bilimlerinin, ele ele verip bizlere yeni gerçekler sunabilmesi gerekirmiş. Bunun gerçekleşmesi ‘umut’uyla ilerliyormuşuz bu yolda; bilmeden de olsa. İşte bu ‘umut’un dâimîliğinde kahvenin tadının olduğu kadar kokusunun, kokusunun olduğu kadar tadının da payı varmış. ‘İlerleme dürtümüz’ün altını çizerek bize ‘umut’ etmesini öğretebiliyormuş kahve. Ama aynı zamanda kahvenin kendisinin de bizlerle birlikte aynı yolu katedebilecek kadar akıllı olduğunu görebilmeliymişiz. Kahvenin alış veriş listesinde yazılı duranların başında bu geliyormuş: bu yolu bizimle birlikte katetmek. Bizi taşıyıcı olarak görüyormuş. Onun da gözü mümkün mertebe sonsuzluktaymış. Kahve de az değilmiş yani. Mesajı buymuş. Bizimle bir ilişkiye girebildiğine göre dilimizi, hangisi olursa olsun, konuşabiliyor demekmiş. O zaman bizler insanlık olarak geldiğimiz yere işaret edip göğsümüzü kabartabiliyormuşsak, kahvenin de aynı yere işaret edip göğsünü kabartabileceğine inanmalıymışız. Çünkü ikisinin de göstereceği yer en kapsamlı anlamıyla da olsa dünyadan başka bir yer olamazmış.


Bay Hubel kahvesinden bir yudum daha aldı. Fikret’in kahve ile ilgili sözlerine için için güldü. Ama en çok sevdiği yer bütün bu anlattıklarından sonra geliyordu. Tekrar koltuğuna gömüldü ve Fikret’in sözlerini düşünmeye devam etti. Bir konuyu en ince ayrıntısına kadar parçaladıktan sonra ulaştığı sonucu doğanın, hayır, evrenin dört bir yanına saçışı vardı ki, inanılmazdı. Bir kelebek gibi canlıydı. Bir o kadar da hafifti.


Aslında anlattıklarını kahve ile değil, herhangi bir başka fenomenle de ilişkilendirebilirmiş. Önemli olan kahve değilmiş. Ama herkesin kendisine göre bir ‘kahve’si varmış. Önemli olan her şeyde ‘evrensel bağımlılığı’, ‘bütünsel bağlantıyı’ görüp, en sıradan konu hakkındaki düşüncelerimizi bile mevzubahis bağımlılığın bünyesindeki ilişkilerin sayısına denk zenginlikteki bir dille dile getirebilmemizmiş. Her şeye formül ‘fizyofelsefî’ bir dille pekâlâ başlanabilirmiş. ‘Başlanabilir’ demiş, çünkü bu başlangıcın muhtemel sonunu ya da muhtemel sonsuzluğunu dile getirecek dil, öyle alışageldiğimiz dillere benzeyemez ya da onların ne bilsin ne mertebelere yükseltilmiş versiyonları olamazmış. Çünkü çâre dilin kendisi olamazmış. Çâreyi, akıp giden zamana kabadayı birçok aydın kafanın yaptığı gibi dilin kendisini kurtarıcı görerek, sadece dilde değil, her şeyden önce ilgide, sonra bilgide, sonra da her ne şekilde olursa olsun iletişimsel paylaşımda aramak gerekirmiş. Bir nev’i ‘ilgi odağı kayması’ gibi bir şeymiş. Dilden ‘iletişim’e göç gibi bir akım gerekiyormuş. Çünkü dilimizin üç kâğıtçılığını öğrenmişmişiz. Artık dilimiz bize değil, biz dilimize öğretiyormuşuz. Yani ‘dil’e, dilimize kulluk ediyormuşuz. Böyle bir yere varılamazmış. Direk manipülasyon teşebbüslerimize göğüs gerer, çıkar hesaplarımızı boşa çıkarır özellikte bir iletişim şekline varabilmeliymişiz. Bunun gerçekleşebildiği anmış az önce dile getirdiği ’başlangıç‘. Bu başlangıcın sonu ya da sonsuzluğu, ‘evrensel paylaşım’ın gerçekleşmesini olur kılacak bir ‘iletişimsel jen’i varlığımıza, yani devamlılığımıza yerleştirebilmesi olmalıymış. Artık aradığımızın doğamıza geçmesi gerekirmiş; artık aramaktan aslında hiç kaybetmediğimize körleştiğimiz doğamıza geçmemiz gerekirmiş.


Bay Hubel fincanınaki son yudum kahveyi de içtikten sonra genç garsonu yanına çağırdı. Bir kahve daha ısmarladı. Sonra “Bir de kanyak getirir misiniz?” dedi. Tekrar koltuğuna kuruldu. Aklında öğrencisi Fikret, başını salladı, gülümsedi ve “Bir acı kahveyi kırk yıl ilimmiş gibi anlattı...” dedi kendi kendine.

 
Toplam blog
: 47
: 537
Kayıt tarihi
: 09.04.08
 
 

Freiburg Üniversitesi Nörolengüistik ve Felsefe bölümü mezunuyum. H..