Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Ağustos '07

 
Kategori
Haftasonu
 

Bir hafta sonu seyahati (5)

Bir hafta sonu seyahati (5)
 

Dünyanın Gözbebeği’nden (Çeşm-i cihan’dan) çeşmân-ı pür-mest (mest olmuş gözlerle) ayrılıyoruz.

Rüzgâr çıkmış; sahildeki tezgâhları, güneşlikleri, çoluk-çocuğu, yaşlıları dövüyor… dövüyor. Göğsümüzde ve yüzümüzde şaklayan kırbaçlar bize ve benim gibi gençlere (!) vız geliyor. Aldırmıyor, turluyoruz Büyük Limanı. Dönüp hediyelik eşya satan dükkanların dizildiği sokağa; Çekiciler Çarşısına giriyoruz. Doyamamışımdır seyrine sergilenen eşyaların; çeşit-çeşit, renk-renk. Yine bakmak istiyorum fakat insanların yan-yan, yengeç gibi yürüdüğü dikkatimi çekiyor. Şaşırıyorum.

Önce anlam veremiyorum; sonra anlamlandırıyorum mest olmuş aklımla: rüzgârın kırbacından… Milletin feleği şaşmış… bunun için yengeç-yengeç yürüyor diye düşünüyorum. Aldırmıyorum insanların nasıl yürüdüklerine. Dönüp arkama yani soluma bakıyorum ve bizim de yengeç gibi yürümeye çalıştığımızı fark ediyorum.

İşte buna kızarım! Hem de çok kızarım. Anlamsız, yararsız her davranış her söz beni kızdırmıştır. Toparlanıyorum ve dost doğru yürümeye adım atıyorum; fakat ikinci adımda yine yengeç yürüyüşüne zorlanıyorum. Direniyorum; nafile. Kendimi yengeç kalabalığına bırakıyorum.

Kırbaçlanmaktan değil bu kalabalıktan, kalabalıktan! diye düşünüyorum. Arkamdan eşim sesleniyor: “Efendim! Anlamadım hayatım. Bir şey mi dedin?” Dönüp soran gözlerine şaşkınlıkla bakıyorum. “Yok bir şey. Bir şey demedim ki”. “Hımmm…” Yan dönüp kahkahalarımı gizlemeden yengeç yürüyüşüme devam ediyorum. Çünkü çözmüşüm meseleyi: kalabalığı rüzgar kırbacıyla süpürmüş ve yaprak misali doldurmuştu bu kuytulara. Ondandı bu yürüyüşümüz; birbirimize değmemek için. Sola dönüp bizimkilere bir bakış atıyorum. Onlar da gülüyor… Niye güldüğümü onlara söylemedim ama gülüyorlar işte... Ne güzel. Keyifleniyorum.

Gülüşmelerle yengeç yürüyüşünü geride bırakıp Kale kapısına varıyoruz. Yerli turist grubuna rehberleri tarihçesini anlatıyor Kalenin. Duraklayıp kulak kabartıyorum: “… Fatih Sultan Mehmet de demiş ki; Sorma gir…” Eh… Sultan öyle buyurmuşsa sormaya ne hacet arkadaşlar; hadi hep beraber girelim! Diye sesleniyorum gruba. Şen-şakrak grup halinde giriyoruz kale kapısından içeri, rehberi geride bırakarak. Keyfime diyecek yok.

Kale kapısını geçince bizimkileri arıyor gözlerim. O an genç bir çift beliriyor önümde: “Amcacığım fotoğrafımızı çeker misin lütfen?” diye makineyi uzatıyor biri. Amca mı?! Donakalıyorum. “Babacım! Ben çekeyim istersen…” diye başka bir ses. Haydaaa… önce amca, sonra baba. Keyfim kaçıyor… Ne oluyoruz yahu? Demeye kalmadan biri koluma giriyor ve içimi ısıtan bir fısıltı ile: “Hadi Ortak, biz devam edelim…” diyor. İliklerime kadar gevşiyorum; hayat ortağım bu. Birbirimize abanarak yürümeye devam ediyoruz. “Sen sanki baharın gülüsün…“ nağmelerini fısıldaşarak. Derken bir başka dokunuş, tüy gibi; tadına doyulmaz bir mırıltıyla katılıyor koroya. Üçümüz birlikte, yolu kaplamış tırmanıyoruz Boztepe'ye. Bir başka keyifleniyorum.

Boztepe’nin tepesine varıyoruz. Rüzgâr yine kırbaçlıyor. Aldıran kim… Fatih'in Amasra karşısında hayranlığının ifadesi sözleri geliyor aklıma: "Lala! Lala; Çeşm-i cihan bu mu ola?"

Limonlu soda eşliğinde Türk kahvesi geliyor. Yanımdakilere; göz bebeklerime bakıyorum en içten sevgilerimle. Daha bir sokuluyorlar: “Benzemez kimse sana, tavrına hayran olayım…” mırıltılarında coşuyorum; kelimeler dökülmeye başlıyor peşpeşe:

Toprağına, taşına kurban olduğum,
Sözüne, nağmesine kurban olduğum,
Hevesine, sevdasına kurban olduğum,
“Türkiyem!” diyenine kurban olduğum heyy!

 
Toplam blog
: 141
: 926
Kayıt tarihi
: 30.04.07
 
 

Türk san'at müziği dinlemeyi, okumayı, yazmayı ve paylaşmayı seviyorum. Kamudan emekli inşaat mühend..