Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Temmuz '13

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Bir kadın, bir genç ve bir şiir…

Bir kadın, bir genç ve bir şiir…
 

Ethem ve Ali' nin anneleri...


Ne soğuk bir yılbaşı haftasıydı…

Belki hatırlayan vardır; 1976 yılının o çetin kış günleri…

Kızılay Postanesinin önünde hapisteki arkadaşları için kartpostal satıyorlardı.

Soğuktan insanlar ellerini palto ceplerinden çıkartamadıkları için olsa gerek, hiç satış yoktu. Oysa paraya çok ihtiyaç vardı; içerdekiler öyle demişlerdi…

Olduğu yerde tepinerek ısınmaya çalışırken bir kartpostalı eline aldı ve bağırarak o bildik şiiri okumaya başladı:

Kadınlar

bizim kadınlarımız…

 

İyi de olmuştu, kısa sürede 17 kartpostal satmışlardı…

İyi olmuştu ama o sırada çevrede pusuya yatan “siviller” de hareketlenmiş, gencin tüm hareketlerini izlemeye başlamışlardı.

Recep geldi; gencin kulağına eğildi “siviller seni kesiyor, ortadan kaybol biraz” dedi.

Isınmak için postaneye girer gibi yaptı, kalabalığın arasından Gima kapısına yöneldi…

Kapıdan çıkıp karşıya geçti, Soysal çarşısının içinden Sakarya caddesine geçti… Hızlı adımlarla yürürken arkadan üç kişinin de aynı tempoya yürüdüğünü fark edip, denemek için ansızın yavaşladı… Onlar da yavaşlamışlardı…

“ Tedbirsiz davrandık, tek başıma kaçmamalıydım” diye düşünürken kafasında rota belirleme çalıştı.

Bazen hızlı adımlarla, bazen yavaşlayarak takipçilerini test ediyordu…

Sıhhiye’ye doğru yürümeye başladığında yol giderek tenhalaşmaya başlamıştı. Bu kötü bir pozisyondu; “tenhada her şeyi yapar bu itler” diye düşündü.

Şimdiki Sıhhiye otoparkına doğru yaklaşırken ansızın koşmaya başladı.

Peşindekiler de koştu. Yapacak bir şey yoktu artık, ya yem olacaktı ya da kaçacaktı.

Ormanda bir kaplandan kaçan ceylan gibi çevik hareketlerle uzaklaşmaya çalışıyordu. Sağlık sokağa döndü, ortalarda kimsecikler yoktu. Ansızın bir apartmana girdi ve nefes nefese üst kata tırmandı…

Yorulmuştu, koşacak hali yoktu. Kulağı apartman kapısının gıcırtısındaydı, eğer gördülerse peşinden geleceklerdi muhakkak…

Kapı gıcırdadı, birkaç kişinin ayak sesini duyduğunda “hapı yuttuk” dedi. Sonuna kadar direnmek için yumruklarını sımsıkı sıktı!

O sırada bir dairenin kapısı açıldı ve yaşlıca bir teyze “gel” diye işaret etti…

Çaresiz girdi içeri…

Kadın “üstünü başını çıkart, git şu divana yat” dedi…

Hiç itiraz etmeden söylenilenleri yaptı. Kadın üstünü özenerek örttü…

Sonra dış kapının deliğinden baktı, kulağını kapıya yaslayıp ayak sesleri dinledi.

Dönüp “içerilerde geziniyorlar, giderler şimdi” dedi. Az sonra da pencereden bakıp “gittiler” dedi.

Kadın “dur sana bir şeyler hazırlayayım çocuk” diyerek mutfağa gitti.

Genç şaşkın bir şekilde battaniyeye biraz daha sarıldı. Çok üşümüştü.

Kadın az sonra sıcacık bir ıhlamur ve çörek dolu bir tabakla geldi. Gülümseyerek ikram etti; “ye bunları, acıkmış, üşümüşsündür…”

Genç sessizce denileni yaptı…

Kadın onu sevgiyle seyrederken “ne yaptın da peşine takıldılar” diye sordu…

-          Şiir okudum teyze.

-          Hangisini?

-          Nazım Hikmet’in Kurtuluş Savaşı Destanı’ndan…

-          Bir de bana oku bakalım…

 

Genç şiiri okurken kadın da ona eşlik etmeye başladı. Şaşırmıştı genç…

Kadın “ne güzel destandır bu” dedi. Genç başını sallayarak gülümsedi…

Kadın küçük bir kütüphaneden Nazım’ın şiir kitabını çıkarttı; “bak bu kitap ilk baskısıdır.”

Aralarında güzel bir şiir sohbeti başladı.

Rüya gibiydi her şey. Hiç tanımadığı bir kadın yardım etmiş, üstelik de mükemmel bir sohbet ikram etmişti.

Genç “ben gideyim artık” diye ayaklandı… Kadın telaşlandı “dur bakalım, ben çıkıp etrafa bir bakayım” dedi ve çıktı gitti.

Az sonra geldi, "etrafta kimse görünmüyor, şimdi çıkabilirsin" dedi.

Çıkarken gencin eline gazete kâğıtlarına sarılmış bir paket börek verdi. “Kendin yersin, yiyemezsen arkadaşlarına ver...“

Çocuk kadının eline sarıldı öpmek için. Kadın çevik bir hareketle elini kurtardı. Çocuğun yanaklarından tuttu:

-          Dur biraz seyredeyim seni… Kaç yaşındasın sen?

-          On dokuz…

Kadın sımsıkı sarıldı. Gencin boynundan aşağı bir damla süzüldü. Sonra kadının hıçkıran göğsünü hissetti.

Kadın bu kez yanaklarından koklayarak öptü. Sanki hasret gideriyordu.

Gencin gözlerine bakarak “üç sene oldu, nerde olduğunu bilmiyorum, senin yaşındaydı gittiğinde” dedi.

Genç anlamıştı olan biteni. Göğsü öfkeyle kabardı, bir şeyler diyecekti, diyemedi, yutkundu…

-          Ben gideyim artık…

-          Dikkat et kendine…

 

Bir kez daha sarıldılar. Bu kez gencin gözünde süzülen damla kadının boynundan aşağı aktı gitti.

Kaçarcasına ayrıldılar birbirlerinden.

Genç basamakları koşarak inerken o şiiri okuyordu yine:

Kadınlar, bizim kadınlarımız…

...

Bahar günleri geldiğinde kadını ziyarete gitti. Bir kez daha teşekkür edecek, ellerini öpecek, oğlundan haber alıp almadığını soracaktı. Haber alamadıysa bile, onunla oturup saatlerce sohbet edecek, hasretini dindirmeye çalışacaktı.

Ona “izin verirsen ben de senin oğlun olayım” diyecekti…

Kapının önüne geldiğinde, nedense, kalbi heyecanla çarpmaya başlamıştı. Zile, ısrarla, birkaç kez bastı.

Kapıyı başka bir kadın açtı…

-          Burada bir teyze vardı da… Onu ziyarete geldim…

-          Taşındı o burada evladım; memleketine gitmiş…

-          Nereye?

-          Sivas’ a gitti diye duydum evladım. Hastaymış zaten. Yakınları alıp götürmüşler.

-          Hastalığı neydi ki?

-          Ruh hastalığı dediler oğlum. Kendi kendine konuşur, ağlar dururmuş…

 

Genç adam bir mıh gibi çakıldı olduğu yere…

O,  gel(e)meyen oğluyla mı konuşuyordu acaba… Yıllardır görmediği, çok özlediği oğluyla! Onun için ağlıyordu kuşkusuz…

Nasıl bir sessiz yangının içindeydi ki? Nasıl bir direniş gösteriyordu hayata ve en son kim bilir hangi üzüntü vurmuştu onu beyninden…

Kimdi? Nereye gitmişti? Ona iyi bakıyorlar mıydı? Acısını dindirebiliyorlar mıydı? Hala ağlıyor muydu?

Kafasında bir sürü soru ve üzüntü uçuşurken elindeki bir kutu pastayı kadına uzattı, “bunu size vereyim o zaman teyze”  dedi.

Kadın teşekkür edip aldı.

Genç merdivenlerden yine aynı şiiri okuyarak indi gitti…

 

Ve kadınlar bizim kadınlarımız:

korkunç ve mübarek elleri

ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle

anamız, avradımız, yârimiz

ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen

ve soframızdaki yeri

öküzümüzden sonra gelen…

Yıllar sonra bir yaşlı adam o kadını hatırladı işte.

Gözlerinden iki damla daha gözyaşı yuvarlandı…

Henüz on dokuzunda öldürülen Ali İsmail’i düşündü, onun annesini, ailesini düşündü…

O gencin saflığını, temizliğini düşündü…

O gencin sevgilisini, aşkını, umutlarını, neşeli gülüşlerini düşündü…

 

Yakın gözlüğünü çıkartıp, gözlerini kuruladı.

Bir süre pencereden dışarıyı seyrettikten sonra, gözlük camlarını temizledi, koltuğuna oturdu ve kim bilir kaçıncı kez, aynı şiir kitabını okumaya daldı:

Onlar

Onlar ki toprakta karınca

Suda balık

Havada kuş kadar çoktular,

korkak

Cesur

Hakim ve çocukturlar,

ve kahreden

yaratan ki onlardır,

destanımızda yalnız onların maceraları vardır.

 
Toplam blog
: 90
: 2099
Kayıt tarihi
: 27.05.07
 
 

Yaşayacağım yıllar yaşadıklarımdan daha az... Öyleyse "adam gibi yaşamalı" diye düşünüyorum. Kola..