Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Mayıs '16

 
Kategori
Öykü
 

Bir kişisel gelişim safsatası

Bir kişisel gelişim safsatası
 

Şarkı çok güzeldi ama İngilizce olabilirdi.


Bir kişisel gelişim safsatasında okumuştum. İstediğimiz her şey aslında çevremizdeymiş: yalnız biz onları gerçekten ne kadar çok istersek ancak o kadar görebilirmişiz. Rahmetli iİlkokul öğretmenimin din dersinde söylediği ama devamını hiç hatırlayamadığım “inanan insan her şeyi yapar çocuğum ancak ..” sözünün 12 punto, Times New Roman hali diye düşünmüşümdür hep bunu. Yıllar sonra okuduğum başka bir kitap ise “s..r et” diyordu, ben de o vakitten sonra okuduğum ve duyduğum  bir çok şeyi öyle yapmaya karar verdim.

“3. Kat, kulak burun boğaz’ın hemen yanındaki  poliklinik” diye tarif ederken ne kızın muhtemelen benden yaklaşık iki kat daha kilolu olması sebebiyle masanın üzerine bıraktığı göğüslerine, ne de başka bir şey bulunamamış gibi 2 duyu 1 organ ismiyle adlandırılan dünyanın en zevksiz servis ismine takılı kalmıştım. O ara neredeyse doğudan batıya tüm insanoğlunun bir şeyi anlatırken yanındakinden bahsediyor olma hastalığına çözüm arıyordum. Örneğin bakkal, Hüseyin amcanın tarifine göre caminin ilerisindeki okulun hemen köşesindeydi. Sonra yeni taşındığımız ev, babamın anlattığı kadarıyla mermer dükkanının çaprazındaki apartmanın 2. Katındaydı mesela. Sen ise yan ranzada yatan Aksaraylı Muzaffer’in bir buçuk aydır dinlediği arabesk fantezi esere göre şimdi, kimbilir, hangi kollardaydın? Kader dedim, belki kaderimi yazanlar da bir kişisel gelişim kitabından esinlenmişti.

Danış-ma-madaki hanımefendi beni bu yolculuğumda zihnimle başbaşa bırakmak istiyor olmalıydı ki -hadi şimdi buradan defol- efektli “Anladın mı ablam?” diye sordu. 143 gündür sadece taşıdığım kafamı sallayıp teşekkür ettim ve efkarlı bir şekilde uzaklaştım. Askerde insanın üstün zeka örnekleri sergilemesine ihtiyaç olmayabiliyor. Hastanenin 3. katına çıkmak niyetiyle merdivenleri tırmanırken, işimi bitirmek için acele etmek yerine olabildiğince yavaş hareket ettim. Ne de olsa sivil hayattaydım. Hastane bile olsa özgürlük özgürlüktür.

3. Kata vardığımda boş bir yere oturup keşmekeşin içerisinde sıra bekleyen yaşlanmış teyzeleri, onlar yaşlandığı için kendileri de mecburen arkalarından ilerlemiş amcaları izledim. Sanırım yaşlanmadan duramıyorlardı. Gençler ise üremeden duramıyor olmalıydı ki, kalabalığın yarısı çocuklardan oluşuyordu. Kucakta durmak istemeyen okul öncesi bütün çocuklarla şakalaşıp sıram geldiğinde sanki her yılın aynı gününde içeri girermiş gibi ayağa kalkıp ilerledim. Sıra kağıdımı insanların görebileceği şekilde havaya kaldırıp kalabalığı yatıştırdıktan sonra kapısının üzerinde “göz 1 polikliniği” yazan odaya girdim.

İçerisi boştu. Sessizlikle karşılanınca biraz afallasam da, doktor hanımın “cihazın karşısına oturun geliyorum” sesine muhtemelen duymadığı bir yükseklikte “tamam” cevabı verdim. Hanımefendi, paravana yakın bir hizada olduğu için tam olarak kestiremediğim lavaboda ellerini yıkıyordu, ben odayı izledim. Lavabonun hemen sağında pencerenin kenarında sanırım hasta kayıtlarının yapıldığı bölüm ve bir masa vardı. Masanın önünde metal ayaklı iki siyah deri sandalye ve önlerindeki sehpanın üzerinde uzun süre önce içilip bitirilmiş gibi duran iki boş çay bardağı duruyordu. Hasta ve hastane bizim kültürümüzde hep eziyettir. Fildişi boyalı devlet ciddiyetinde duvarlar ve tüm ilaç kokusuna rağmen iki çay bardağının varlığı boş bile olsalar tekrar içimi ısıttı. Çay bardakları ise inadına samimiyet. Uzun zaman sonra bir şeyi sevebildiğimi hatırlayıp mutlu oldum ve buna inandım. Kapı tarafındaki alet edevatın olduğu bölüme geçip sesini duyana kadar cinsiyeti hakkında hiçbir düşüncemin olmadığı doktor hanımı beklemeye koyuldum.

Doktor, çeşmeyi kapatıp ellerini lavabonun kenarında asılı duran kağıt havludan iki parça alarak kuruladı. Beyaz ceketini henüz nemli duran elleriyle düzeltti.  Steteskopun düşmemesine özen göstererek -göz doktorunun ne işine yarıyorsa- tekrar boynuna taktı. Yüzünü döndü. Silueti paravanın esaretinden kurtuldu, bu sefer de ben o siluetin esaretine girdim. Cennetten mi geliyordu?

“Geçmiş olsun” dedi. Büyük ihtimalle cennetten geliyordu.

“Geçti” derken alerjiden kızaran gözlerimle ikisi de iri birer zeytin tanesini andıran gözlerinin içine bakamadım. Hafif dalgalı ve kızıla boyanmış saçlarını zaten hiç tutamadım. Ne bileyim ikisi de birbirinden daha narin ellerine parmağımla azıcık da olsa dokunamadım. O da zaten kuramadığım cümleyi doğal olarak anlayamadı. Sustuk. Karşımdaki  tabureye oturdu. Sonrası klasik doktor hasta ilişkisinin başlangıcı, ben anlattım, o yüzüme bakmadan ikimizin arasında kız tarafının sonradan doğma küçük erkek çocuğu gibi duran suratsız makinenin ayarlarıyla oynadı. Yüreğimin zaten tam sıkılmamış vidaları birer birer yuvalarından ayrıldı. Kesinlikle dünya dışından bir yerlerdendi.

Nice zaman sonra, ben kurmayı becerdiğim bir cümleyi tamamlayınca “bir de makineyle bakalım” diyerek çenemin alması gereken pozisyonu tarif etti. Ancak cümlemi hala hatırlamıyorum. Ben çenemi dayadım, o baktı. Gözlerimin ardındaki ışıltıyı anladı mı , anlamadı bilmem ama, duruşunu hiç değiştirmeden belli belirsiz “nazar olmuşsunuz” dedi.

Ben, iş makinesi izleyen bir vatan evladı gibi biraz sırıtırken o ciddiyetini hiç bozmadı. Makinenin kapatma düğmesine basarken bu sefer daha anlaşılır ve onay bekleyen bir sesle, “nazar olmuşsunuz” diye tekrarladı.

Üstüm başım bir etnik müzik eserinde olduğu gibi toz içindeydi ancak her asker gibi sinek kaydı traşlı idim ve bu durumda çevremdeki insanları da göz önünde bulunduracak olursak nazardan şüphelenmenin anlamı yoktu. Modern tıbbın son yıllarda doğal yaşama, farklı tedavilere olan yönelişini hayranlıkla takip etsem de nazara olan inancı hakkında hiçbir duyum almamıştım. Gülümsedim, “çevremde pek yapacak kimse de yok ama, olabilir” diye yarım ağız cevap verdim. Yüz ifadesi değişti. Biraz sinirli bir şekilde;

“Oldunuz mu olmadınız mı beyefendi?” diye tekrar sordu.

Durum ciddiydi. Belki de modern tıbba göre nazarın belli şartlar yerine getirildiğinde oluşması gerekiyordu. Makinenin ardından falan bakınca anlaşılabiliyordu vesselam. Zaten gözlerimi açmakta da zorlanıyordum.

Kendi kendime saçmalama dedim. Belli ki bu bir iltifattı ve iltifatının kaba bir karşılık görmesinden rahatsız olmuştu. Teşekkür ederek “Evet” dedim. “Oldum”.

Bu cevabın hoşuna gittiğini belli edecek kadar ağzını aralayıp edepli tavrını hiç bozmadan gülümserken, dünyadaki hiçbir orantının bu denli güzel olamayacağına inanmaya başladım. Ne de olsa  “İnanç önemlidir ve inanan insan her şeyi yapabilir.”

Masaya geçtik. Boş çay bardağının kaşığıyla oynamaya başladım. O ara rahmetli ilkokul öğretmenim gelip karşıma oturdu. Yüzüme bakıp göz kırptı. Ben de ona göz kırptım. İşler iyi gidiyordu. Cennetten gelen hanımefendi elindeki reçeteye bir şeyler yazarken anlatmaya koyuldu:

“İki ilaç veriyorum, üzerine nasıl kullanacağınızı yazarlar ama yine de ben söyleyeyim.”

diye başlayıp antibiyotik damlayı içmemem ya da başka bir yerime damlatmamam gerektiğini hafif zeka geriliği olan birine anlatır gibi tane tane anlattı. Ne bileyim 28 yaşındaydım, makine mühendisiydim, iç güveysinden hallice İngilizce ve sahil kenarlarında işime yarayacak kadar Rusça konuşabiliyordum. Ancak o vakit Tokat Devlet Hastanesi’nin 3. Katında, Kulak Burun Boğaz servisinin hemen yanındaki odada görgü tanığının tahminine göre biraz geri zekalıydım. Anlatılan her şeyi gerçekten de anladığımı belirtecek dönütler verdim. Bir ara sözleri hiç bitmeyecek diye korktum. Gerçekten de cennetten gelen doktor hanım anlatacaklarını bitirene kadar camdaki sinek yedi defa başarısızlıkla sonuçlanacak dışarı çıkma girişiminde bulundu. Bu arada yelkovan altı kez tam tur attı. Hatta konuşması devam ederken sırasını kaçırdığı için endişelenen iki hasta içeri bakıp dışarı kaçtı. Ben ise tüm bunlar olurken, güzelliğin sözlerinin bitmesini; hayatımda eşi benzeri görülmemiş bir sabırla bekledim. Sustu.

Çok güzel susmuştu. En güzel kadınlar sustuklarında huzur veren kadınlardır. Sözünü bitirdiğinde 143 gün sonra ilk kez beynimi kullanacak olmanın heyecanı ve gururuyla sesimi kontrol edip hafif öksürdüm, o an karşımda beni izleyen rahmetli hocamın sözlerini düşünerek:

“Peki doktor hanım, siz nazar olduğumu nasıl anladınız?” diye sordum. Doktor hanım şaşırdı. Şaşırdıkça sol gözü biraz dışarı doğru kayıyordu. Terzi kendi söküğünü dikemezmiş.

“Ne nazarı?” gibisinden bir şeyler mırıldanarak suratıma baktı. Metanetimi yitirmedim. Ulan yarım saattir teşhisi koyan sen değil miydin?  diye sormak istedim. Şizofren bir ruh haliyle karşı karşıya olabilirdik o yüzden mantıklı hareket etmeliydim. Sorduğum sorunun arkasında olduğumu belirtecek biçimde kafamı hafif yana yatırıp yüzüne bakmaya devam ettim. Gayet ciddiydim. O gayet şaşkındı. Hocam ise merak içindeydi.

Gülmeye başladı. Hatta gülmek değil. Mahalledeki Saime teyze gibi kahkaha atıyordu. Orantı sezemedim. Rasim amca gibi gülerken gözlerinden yaşlar geliyordu. Konduramadım. Sanırım nezaketini kaybetmişti. Ayrıca Selma halam gibi kahkaha atarken gözleri Güney Asya denizlerinde kaybolacak kadar küçülüyordu. Ne zaman Orhan abiye benzemeye başladı, o zaman yüzüne bakmayı bıraktım. Hocamın da canı sıkılmıştı. Gülerken ağzından birkaç  kelime çıkabildi:

“lazer diyorum lazer”

Lazer diyordu. Laaa –zer. Kafamı salladım. Ayağa kalkıp reçetemi aldım. Kalbim kenarlarından uzuyor ama esnemiyor, kırılıyordu. Toplamaya yeltenmedim. Arkama bakmadan odadan çıktım. Aynı anda gözlerime mahallenin görünmeyen tüm çocukları lazer tutuyorlardı, buna rağmen ilerlemeye devam ettim. İçkisine ilaç katılan film artistleri gibi basamakları inerken duvarlara tutundum. Ama hastanede artist ne arardı. Hastaya acır gibi yüzüme baktılar. Beynimde hüzünlü bir keman sesi çalıyordu. Şarkı çok güzeldi ama İngilizce olabilirdi. Birçoğu yeşil kartlı olan hastanedekiler belli ki onu da anlamadılar. Dışarı çıkıp bahçe kapısına doğru ilerledim. Bahçe kapısına gidene kadar birkaç kez düşme tehlikesi geçirsem de caddeye ulaşabildim. Aklım ayaklarımın varlığını anlayana kadar yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm. Sanayi taraflarında bir çay ocağına oturup iki çay söyledim. Kahveci ikinci çayı hemen bırakmak istemese de “gelecek var” dedim, elinden aldım. Daha önce yine bir kişisel gelişim safsatasında okumuştum, istemek elde etmenin yarısıymış. İstediğin zaman her şey senin olabilirmiş. Olmazsa çok üzülmeyecekmişsin, yeniden başlayacakmışsın. Biz daha ölmedik falan filan.

Ben çayıma iki şeker atıp karıştırırken rahmetli ilkokul hocam geldi, karşıma oturdu. Arkamdan yürümüş olacak ki yorgundu. Teselli eder gibi baktı. Ben de bir teselli nasıl kabul ediliyorsa o şekilde geri baktım, her şeyi tasvir edemem. “İnanan insan her şeyi yapar çocuğum” dedi. Kafamı onaylar gibisinden salladım. Cümlenin sonunda ne diyordun diye soracak oldum. Vazgeçtim. Çayından bir yudum aldı. Sigara uzattım:

“Neyse hocam” dedim. Bazen çok kurcalamamak gerekiyordu. “S..r et!”

 
Toplam blog
: 63
: 1414
Kayıt tarihi
: 14.08.08
 
 

Hayat hikayemi fazla uzatmayacağım, çünkü hepimiz bir şekilde yolumuza kavuşuyoruz. Okuyan bir an..